“Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım” şiirinin mısralarına kulak verir, severim, beklerim yağmuru. Yağmurda yürümeyi, bereketi içime çekmeyi, yürürken dua etmeyi severim. Ben sevdikçe kuşlar kanatlanır göğe. Çiçekler yağan damlalarla silkinir, emanet gibi bırakır üzerindeki suları yere.
Bu aralar hava hep yağmurlu. Yenice şahit olduğum bir manzaradan bahsedeyim. Ben yine yağmuru seyrederken iki kuş ağaçtan yere indi. Bıdıl bıdıl yürüdüler azıcık. Bir su birikintisinin başında durdular. Yağmur bir yandan ipil ipil yağmaya devam ediyordu minik başlarına, yumuşak tüylerine. Hiç umurlarında değildi bu. Başlarını eğip su içiyor, sonra doğruluyor, ardından etrafa tedirgin bakışlar yolluyorlardı. Birkaç kere tekrar ettiler bunu. Su iç, doğrul, etrafa bakın... Yeterince içtikten sonra bir ağaca doğru kanatlandılar.
Şu kısacık görüntü çok büyük bir nimet benim için. Kaydedip kalbime atıyorum böyle şeyleri, tekrar tekrar izlemek için. Bu anlarda cennet bana ufak ufak burada hissettiriliyor, dünyadayken sezdiriliyor gibi. Kuşların uçması, su içmesi, yürümesi cennetten bir cüz sanki.
Bulutları seyretmek de öyle. Köpürerek gelip gidiyorlar üstümüzden. Rengarenk bir tablo resmedilir önümüzde ve her dakikada değişir bu manzara. Dikkat çekmek için daha ne yapmaları gerekir acaba bulutların? Herkes görür bunu da çok az kişi seyreder bulutları şöyle bir durup. Bulutlar cennetten bir iz taşır bence, cennetten bir huzmedir görmek isteyene.
Ağaçları seyretmek de öyle. Rüzgarda hışırdayan bir söğüt, bir çam, bir kavak hepsi farklı bir tınıda ses çıkarır. Araba tekerleğinden, telefon hoparlöründen, makine çarklarından çıkan sesi susturmayınca duyulmaz ağaçların sesi. Biraz durup dinlemezsen de duyulmaz. Yaprak kıpırtısı, rüzgar uğultusu cennetten bir duyuştur kalbimize. Ben cennetten bir cüzdür, huzmedir, duyuştur diyeyim; siz parçadır, simülasyondur deyin. Nasıl bilirseniz öyle tarif edin.
İş yükü, sorumluluk, hastalıklar, dertler, anlaşmazlıklar... Bunları bir küfeye atıp gittiğimiz her yere götürüyoruz. Bazen bu yükü bir kenara atıp hatta onu unutup içimize doğru eğildiğimiz anlar oluyor. Bir bebeğin gülmesinde, bir kelebeğin renginde, kuş cıvıltılarında yaşarız bu anları. Dünya perdesi sıyrılır, içimizde bir cennet tomurcuklanır. Hissederiz bunu.
Böyle zamanları ıskalamamaya çalışırım. Cennete ayarlı bir ruhum var ve bunun farkındayım. Güzeli arayan, güzeli duyan, güzeli seven, güzele talip olan bir ruh. Hepimizin ki öyle. Hepimiz bu yolun yolcusuyuz. Kuşların rüzgarın, bulutların yolumuzu güzelleştirmek için var olduğunu düşünüyorum.
Dışarıdaki bu cennet kıpırtılarını görmem ve duymam için biraz durup etrafıma bakmam gerekiyor. Bu gerekli ama bir şey daha var; o da zikir. Cansız diye nitelendirsek de taş, toprak, bulut hepsi zikir halindedir. Biz duyamayız. Bitkiler, hayvanlar da böyledir. ‘Ses’ dediğimiz formda olmadığı için bunlarınkini de duyamıyoruz. Önemli olan duymak da değil. Onların zikrine katılmak, ortak olmak. Canlı cansız her şey Allah’ı zikrederken insan olarak bundan geri kalmamak önemli olan. Dil ile, beden ile, mal ile zikretmek... Ettehiyyatü lillahi vessalavati vet tayyibat. Buradaki anlam işte. İnsana düşen de bu. Böyle yapınca; börtü böcek, kuş, çiçek, dağ, taş ne varsa etrafta cennetten bir haberci oluyor insana. Bir göz kırpıyor, bir mutluluk bırakıyorlar insanın içine.
Buna yabancı, buna bigâne kaldığım zaman, kendimden hissettiğim bu, bir boşluk denizinde yüzüyorum. Dünyanın uğultusu geliyor kulağıma. Makine çarkları beni eziyor dişlerinin arasında. Araba kornaları birden sıçratıyor beni. Zikirden mahrum kaldığım anlar, geçmiş mi zaman diye yüzüne baktığım saatler yüzüme çarpıyor ziyanımı. Rabbim korusun. Amin