?>
Asgari Ücret Arttı, Hayırlı Olsun
Milyonlarca çalışanı ilgilendiren haber geçtiğimiz günlerde açıklandı. Yeni yıldan itibaren asgari ücret net 8.500 Türk Lirası oldu. Buraya kadar her şey güzel. Bu artış öncesi söylenen cümle şuydu: “Vatandaşlarımızı enflasyon altında ezdirmeyeceğiz”. Gerçekten de öyle mi acaba? Ücretler arttı. Hayat daha da pahalandı. Dün aynı fiyata aldığınız bir ürünün fiyatı, ücret cebinize girmeden yükseldi. Peki ama gerçekten de ücret artışları enflasyonu tetikler mi? Bu soruya cevap bulalım.
Kritik bir soru ile başlayalım.
Asgari ücret zammı ya da ücretlerde meydana gelen artış enflasyonu etkiler mi?
Ücret artışları görünürde olumlu diyebiliriz. İnsanlar nominal olarak bir önceki döneme göre daha fazla para elde edeceğinden dolayı kendini zenginleşmiş hissedebilir. Başına kopacak kıyametten habersiz. Buna iktisatta Likidite Tuzağı denir. Artan ücretlerden dolayı kişinin kendini daha zengin hissetmesi. Likidite tuzağının en basit tanımı. Ücret artışı ve ona bağlı olarak ortaya çıkan genel artış ister isteme toplam talepte artış yaratacak bu da fiyatların artışa geçmesi yani enflasyonun daha da yukarı çıkmasına neden olacaktır. Pek az konuşulan başka bir konu da ücret artışlarının ekonomiye etkisi. r. Ücret artışlarının kısa dönem, orta-uzun dönem olarak iki etkisi görülebilir. Kısa dönem etkisi, maliyet artışı, üretim düşüşü, işsizlik artışı, ihracat düşüşü ve enflasyonun yükselişi olarak olumsuz ekonomik etkiler ortaya çıkacaktır. Orta-uzun dönemde ise en önemli ekonomik etkisi, hem asgari ücretin hem de diğer ücretlerdeki artışın etkisiyle ortaya çıkan talep artışının yol açacağı üretim artışıdır. Yine asgari ücret yükselmesinin gelir dağılımı üzerinde de hem olumlu hem de olumsuz etkisi bulunmaktadır. Peki ama neden asgari ücrette çalışıyoruz? Bu işi kim ilk kez ortaya attı? Neden daha fazla ücret düzeyini almak varken niye alınması gereken en düşük ücreti konuşuyoruz? Aslında bunun da küçük bir hikayesi var. O da şöyle: “Devletin ekonomik hayata ilk müdahalesi asgari ücret düzenlemesiyle başlamıştır. Tarımsal toplumlarda emek, genellikle mevsimlik olarak ve geçici bir süre ile belli bir ücret karşılığı çalışma ile ortaya çıkmakta idi. Ücret düzeyi ise, tabii şartlara bağlı olarak ortaya çıkan tarımdaki verimliliğe göre belirlenmekte ve yıldan yıla değişmekte idi. Ücret, çalışanla çalıştıran arasında pazarlık sonucu belirlenir çoğunlukla, yada kısmen ayni ödeme şeklinde olurdu. Batıdaki feodal dönemde ise, serflerin geçimleri asgari düzeyde feodal beyi tarafından karşılanmakta, belli bir ücret veya pazarlıktan daha ziyade, ayni ödeme şeklinde feodal beyin cömertliğine bağlı olarak ortaya çıkmaktaydı. Feodal bey ile serf ilişkisi feodal beyi tarafından belirlenmekteydi”.
Peki sanayileşme ile birlikte ne oldu derseniz onu da şöyle açıklayalım: ”Sanayi toplumuna geçişle birlikte, üretim yapısında önemli değişme olmaya başladı. Artık çalışan tek başına bir işyeri açma imkânından yoksun hale geliyordu. Üretim ortaya çıkmasında emeğin yanında önemli ölçüde makina gücü kullanılmakta idi. Sanayileşmenin ilk dönemlerinde her ne kadar ilk makinalar çok basit şekilde yapılmış olsa da, bu tarz bir üretim, tezgah kurma maliyetinin çok üzerinde, belli bir sermaye gerektirmekteydi. Artık çalışacak kişinin böyle bir makine icat yapma, ve böyle bir üretim organizasyonunu oluşturma gücünden yoksun hale gelmekteydi. Üretim, gittikçe daha büyük ölçekte yapılmaya başlandı. Üretimin elde edilmesinde çalışacak kişilerde ücret pazarlamada zayıf pozisyona düşmekteydi. Üretimin gittikçe kitle üretimine dönüşmesi, tezgâhlardaki üretimin yıkılmasına, bu alanda çalışanların da fabrika sisteminde ücretli olarak çalışmaya zorlanmasına sebep olmakta, bütün bunun neticesi ücretli çalışanların sayısını artırmakta ve ücret düzeylerini düşürmekte idi. Bu dönemde ücretler öylesine düşüktü ki, alınan ücret tek bir kişinin hayatını idame ettirmeye ancak yettiği için çocuklar ve kadın olarak aile bireylerinin bütün fertleri fabrikalarda çalışmak zorunda kalıyorlardı. Haftalık, aylık veya yıllık izinler olmadığı gibi, çalışma saati günlük 13-16 saat arasında değişiyordu. Açlık ve sefaletten kitle halinde ölümler meydana geliyordu. Çalışanlar arasında yaşama yaşı 30’a inmişti. Ücretlerin bu kadar düşmesine müdahale edilmemesinin sebebi ise liberal iktisadi anlayışının dönemini mutlak doğrusu olduğuna inanılmasıydı. Doğal bir piyasa mekanizmasının her şeyi dengelediğini, ücret düzeyini de hak edildiği düzeye getireceğini, müdahalenin ise dengesizlik yaratacağına inanılıyordu”.
Bizler her ne kadar ücret düzeylerinin artışına sevinsek de işin gerçek boyutu çok farklıdır. Sadece ücretlerde artış yapmak yeterli değildir. Ücret artışı ile birlikte alım gücünün de artırılması gerekir. Yoksa bu artış bir anlam ifade etmez. Her altı ayda bir artış yaparsınız ki bunda enflasyonu yukarı yönde etkiler. Tarihi tecrübe göstermiştir ki, devlet müdahale etmeden piyasa mekanizması içinde ücretler, sürekli asgari geçim seviyenin altında kalmaya mahkumdur. Piyasa şartlarında serbest irade beyanı esasında işveren, normal işçi karşısında son derece avantajlı ya da kuvvetli durumdadır. Bunun sonucu olarak ücretler çok düşük düzeyde belirlenir; işçiler, açlık ve sefalet sınırında ancak yaşayabilirler. Size son olarak asgari ücretin esası ile bir cümle söyleyeyim. O da şu: i ücretin amacı, işçiye zorunlu ihtiyaçların yanında, “sosyal bakımından uygun” asgari bir hayat seviyesi sağlamaktadır. Yalnız zorunlu ihtiyaçlardan oluşan fizyolojik hayatını sürdürmeyi karşılayan bir asgari ücret hesabı, işçinin manevi ve kültürel ihtiyaçlarını içine almamaktadır. Asgari ücretlinin kendisiyle ve toplumla barışık olması, manevi ve kültürel ihtiyaçlarının da asgari düzeyde karşılanmasını gerekmektedir.
YAZARIN DİĞER YAZILARI