?>

Batı Avrupa Türk Edebiyatı Ödülü

Halil GÜLEL

1 yıl önce

1962 yılının aralık ayının son haftaları içinde güneşli ama serin bir gününde hayatımın bu devresi başladı. O zamanlar henüz yedi yaşına dahi girmemiştim. Beş yaşına girmeden Ankara Hacettepe Çocuk Hastanesinde on ameliyat neticesinde emekleyerek hayatımı sürdürmekten kurtulup, koltuk değnekleri yardımıyla artık yürümeye başladım. Yedi yaşına basmadan babam Osman Gülel, evde bir şeyler konuşuyordu, büyüklerimle konuşmalarında geçen bazı kelimeleri sık sık duymama rağmen anlamıyordum. En çok geçen kelimeler Alaman’ya, gurbet, çalışmak, cavır ülkesi gibi sözcüklerin ne manaya geldiklerini de manasını bilmiyordum.

Birgün sabah ezanından önce babam beni, yatağımda uyardı ve içten sarılarak yanaklarımdan, gözlerimden ve iki kaşımın arasından öptü. “Ben para kazanmak için uzak bir memlekete gidip geleceğim. Sana güzel ponturlar alacağım. Ananı üzme! Dedeni iyi dinle! Ananın yanından ayrılma” dedi ve tekrar öptü ve yatağıma tekrar yatırdı. Zaten gözlerimden uykum akıyordu. Babam, kapıyı kapatmadan döndü, bana uzun baktı ve gülümsedi, kapıyı usulca kapattı. Kapı kapatılınca oda tekrar karanlık içine gömüldü. Ben de babamın uzak bir memleket sözcüğünü komşu köy kadar zannediyordum.

O sabah uyandıktan sonra normal bir gün gibi hayat devam ediyordu. Tarla bağ işleri, mahalle meydanlarında, cami yanında, dibek başında buluşup oyuncak olarak kullandığımız kibrit kutuları ve kullanılmış çöpler ile oyunlara dalmıştık. Aradan bir hafta sonra dedeme;

“Alaman’ya ne tarafta?” diye sordum. Dedem, şöyle karşıki dağlara baktı. Hüzünlendi. Sağ eliyle önce Beşparmak Dağlarını gösterdi, oradan da Çivril tarafında olan Akdağ’ı işaret etti ve “Akdağ’ın ardında” deyip kestirip attı.

Kış şiddetli olarak ocak ayında asık yüzünü gösterdi. Her taraf beyaz örtüsünü örtmüştü. Babam, Almanya’ya gitmeden önce kahvecilik yapıyordu. Babam, çok uzak gurbete çalışmak için gidince, Kıraathane isimli kahvehanesi kapanmıştı. Ne zaman kapalı kahvehanenin önünden geçsem üzülüyordum.

Bahar ayları gelip havalar ısınınca, tarla bağ işleri yoğunlaşmıştı. Üç kız bir de ben dört kardeş olarak anam ile birlikte kalmıştık. Gerçi bir sene içinde en küçük kız kardeşim Nezaket, ishal oldu ve öldü. Anacığım civcivli tavuk gibi başımızda bulunuyordu. Artık yavaş yavaş Sali Barış dedenin yaptığı koltuk değneği ile tarla bağa giderken anama eşlik edebiliyordum. Güllü Deredeki bağımıza yürüyerek gidiyordum, fakat, Kızılca Kuyudaki bağlarımıza gidebilmek için bir eşeğe binmek zorundaydım.

Aradan bir sene geçince artık babasız bir hayatı adeta kanıksamıştım. Babamdan mektuplar geliyordu. Birinci sınıfta bu mektupları zar zor okuyordum. İkinci sınıfta da artık anama mektup yazma konusunda yardım ediyordum. Anamın mektuplarını yazan kâtibi oldum ama mektup yazdırırken anam bir cümle söylüyor ve ben onu yavaş yavaş yazıncaya kadar; gündüz, tarla bağda çalıştığı için çok yorulan anam; uyukluyordu. Onu uyandırıyordum.

“Ne yazdın? Oku bakayım” deyince; heceleye heceleye okurken, bazen anam tekrar uyuklardı. Bu yüzden akşamdan başladığımız mektup yazma işi gece yarısına kadar sürerdi. Uykum gelirdi ama o mektubu anam zorla da yazdırırdı. Babam Gönen Köy Enstitüsü’nde okumuş ama bazı nedenler yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmış. Çok güzel el yazısı vardı. Babama mektuplar yazarak okuma yazmamı ve hayal kurma becerisini pek iyi olarak geliştirdim. Artık sadece babama mektup yazmıyordum, adeta mahallenin mektup yazıcısı olmuştum. Bu arada zarfın üstüne adresleri de yazabiliyordum. Bu konuların dersleri gelmeden düzgün mektup ve zarf üstüne adresleri yazmasını bu şekilde öğrenmiştim.

Bu arada babam izine geldi. Babamdan sonra da gidenler oldu. Babam ilk izine geldiğinde bir buçuk sene geçmişti. Babam geldiği gün evde büyük bir telaş vardı. Büyük tencerelerde etli yemekler yapıldı ve akşam namazından sonra hoca çağrıldı, önce yemekler yendi ve anamla babamın nikahları tazelendi. Hocaya hediyeler ve para verildi. O zamanlar en kıymetli hediyelerden birisi naylon gömleklerdi…

İlkokul yıllarımda babam izine geldiğinde Almanya’dan üzerinde at başı kabartması olan bir sırt çantası, çeşit çeşit kurşun kalem ve boya kalemleri ile defterler, plastikten üçgen ve iletkenler, çok ince ama çok sağlam kamıştan baston, pırıl pırıl askılı pantolonlar, o devrin modasını yansıtan kareli ve düz gömlekler getirmişti. Babaları yurtdışında olmayan arkadaşlar boya kalemlerimi kullanmaya can atarlardı. Beraber resim yapardık. Bu malzemelerle resim yaptıkça; resme olan merakım daha da gelişti. Bazen yaptığım resimlerden bazısını yazdığım mektupların içine katardım. Hele o sulu boyalar çok hoşuma giderdi.

Çal’da orta okula başladım. Hayatımın zor günlerini orta okula giderken yaşadım. Çünkü, her gün sabah Yukarı Camiinin yanında olan evimizden yaklaşık bir kilometre yolu sırt çantam ile tek bastona dayana dayana Soğuk Kuyuya kadar yürüyordum. Orada yolun sağına geçip, Çal’a giden araba ve dolmuşlara binip orta okula giderdim. Bazen arabalar ya çok dolu olurdu ya da geç gelirdi; bu yüzden ilk derslere vaktinde yetişemiyordum. Okul idaresi ve öğretmenler geç kaldığım zaman beni zorlamıyorlardı ve idare ediyorlardı. Ben de çok başarılı bir öğrenci olarak onlara ve okul arkadaşlarıma kendimi sevdirmiştim. Acı tatlı olaylar ile orta okulu çok başarılı olarak bitirdim.

Resim, tarih, Türkçe derslerini çok seviyordum. İlk yazı ve şiir denemelerim bu yıllarda oldu. Birçok şair, yazar, padişah, tarihi şahsiyetler ve Koca Yusuf ile Kurtdereli Mehmet pehlivanın portrelerini çizmiştim, bir de suluboya ile yapmıştım. Köydeki dedemin evinde bana verilen odanın bütün duvarlarını resimlerim ile süslemiştim. Bu arada Dere Pınarın güzel çamuru ile yaptığım heykelcikleri ocak kaşına sıralamıştım.

Almanya’da çalışanlar izine geldiklerinde ilk işlerinden birisi o zamana göre bir veya iki katlı ev yaptırırlardı. Babamda tuvaleti, suyu içinde olan iki katlı ev yaptırdı 1972 yılının eylülünde yeni eve taşındık. Kendime ait odam, kitap raflarım bile vardı.

Günler böyle gelip geçerken Denizli’de liseye gitmem gerekti. Öğretmen olan Melahat halam ve doktor eşi Ramazan Akşit ile dost olan Denizli Lisesinde müdür yardımcılığı yapan Özcan beye benim yürüme engelli olduğumu bir güzel anlatmışlar ve Denizli Lisesi bünyesinde bulunan pansiyonda kalarak tahsilimi yapmamı sağladılar.

Lise yıllarımda pansiyonda kalarak çok güzel bir eğitim aldım. Artık ressam olan hocalardan resim dersi görüyordum. İlk yağlı boya denemelerimi o yıllarda yaptım. Edebiyat derslerine giren öğretmenler de gerçekten mesleklerini hakkıyla yerine getirdiler. Yılmaz İşleten ve özellikle Sakin Öner’den Türkçe, Türk Edebiyatı ve Kültürü üzerine çok şey öğrendim. Şiirin seslendirilişi konusunda tok sesi ile Sakin Bey beni çok etkilemişti. Onun, Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı şiirini okumasını bir nevi kendime hedef olarak seçtim.

Lisede iken, 1973’teki Ellinci Yıl Şiir yarışmasında kendi yazdığım, “Elli Yılın Kutlu Olsun Türkiyem” şiirini coşkulu bir şekilde okuyarak birincilik aldım. 1974 yılında yazdığım “Turnalar” şirini Allı Turnam ezgisi eşliğinde okudum ve yine birincilik bize verildi. Artık şiirde hece ölçüsünü, Sakin beyin özel yardımlarıyla iyice öğrendim. Bütün ailem o yıllarda Almanya’ya gitmişti. Onlara duyduğum özlemler, bana, birçok anne, gurbet, kardeşler ve memleket şiirleri yazdırdı. Eski halk şairlerinde olduğu gibi benim de hakkında şiirler yazabileceğim bir kız arkadaşım olsun diye hayaller kurdum ama ayağımdan dolayı hep hüsrana uğradım.

Türkiye’nin o yıllarında memlekette ithal fikirler ve yerli düşünceler kıyasıya çatışıyordu. Sovyetler Birliği ile uzun bir deniz ve kara sınırı olan Türkiye’de adeta dünyanın her iki kutbu da cirit atıyorlardı. Nato üyesi olan Türkiye, Sovyetler Birliği için iki yönden büyük bir tehlike idi. Nasıl Küba, Amerika Birleşik Devletleri’nin gözünün içine doğru uzanmış bir füze ise, Türkiye’de, Sovyetler Birliğinin gırtlağını sıkan boğazlara ve yumuşak karnını tehdit eden tehlike idi.

Ayrıca Türkiye, Sovyetler Birliğinin topraklarının büyük bir kısmı Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Kırım ve daha birçoğu Türk kökenli insanların yaşadıkları yerlerdi. Bizim gözümüzde buraların insanları Komünizmi perde olarak kullanan Kızıl Emperyalistlerin esiriydiler. Hatta Stalin denilen diktatör, Türkistan, Turan, Türkçe ve Türk Kimliğini yasaklamıştı, 1937 ve 1938’de birçok Türküm diyen aydınları beş on dakikalık devrim mahkemelerinde ırkçılık ve faşistlik ile suçlayıp, Ahmet Cevat gibi, tıpkı Cengiz Aytmatov’un babası Törökul Aytmatov gibi, Abdülhamit Süleyman Çolpan’da Türk oldukları için Stalin’in emriyle kurşuna dizilerek öldürülmüşlerdir.

Lise yıllarımda Orhun Abideleri kitabını okudum. Artık Moskova, Pekin, Tiran yanlısı Türk, Türklük karşıtı cepheyi tanıdım ve büyük devletler ve medeniyetler kurmuş milletime muhabbet besledim. Dünya edebiyatı ve Türkler ile ilgili kitapları yutarcasına okuyordum. Türküm deyince komünistlik taraftarlarıyla siyasal İslamcıların saldırılarına maruz kalıyordum.

Ya Akademi ya da Edebiyat fakültesi diyerek geleceğimi ona göre hazırlıyordum. Resim öğretmenlerinden Mustafa Yaraş ve Akademi’den meşhur ressam İbrahim Çallı’nın öğrencisi olan Besim Yazıcı’dan çarşamba günleri ders bitiminden sonra iki saat uygulamalı çizim ve desen dersi görüyordum. Işık gölge, karalama, tarama, yerleştirme, perspektif ve kompozisyon konusunda Besim Bey adeta bizleri Akademiye hazırladı. Mustafa Çerşi hocamdan sanat tarihini çok güzel öğrendik.

Akademinin açtığı sınavlarda Yüksek Resim ve Dekoratif Sanatlar bölümlerinin yazılı ve uygulamalı sınavlarına girdim ve iki bölümü de başarı ile kazandım ama çocukluktan beri hayalim olan resim bölümünü tercih ettim. Böylelikle Ekim 1974’te İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Resim Bölümünde okuyan öğrencisi oldum. İki öğrenci yurdu değiştirerek temel sanat öğrenimine iki belediye otobüsü değiştirerek devam ettim.

İkinci sınıfa geçtiğim yazın hem tedavi hem de ziyaret için Almanya’ya gittim. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin anlattığı adeta masal ülkesi gibi hayal ettiğim Almanya’nın gerçek yüzünü gördüm. Oradaki Türk işçilerinin ne kadar zor şartlarda çalışıp ne kadar garip olduklarını içlerinde yaşayarak yüreğimde hissettim. Elbette Almanya’nın artıları eksilerden fazlaydı. Düzen ve disiplini yılların birikimi ile kendilerine has bir sistem oluşturulmuştu.

İki erkek kardeşim burada okula gidiyordu. Onlar bir şey soracak olsa ne babam ne de anam yardım edebilmesi mümkün değildi. Türklerin oturdukları evler, semtler her şehirde genellikle Almanların oturmadıkları yerlerdi. Ailelerini Almanya’ya getirmeden önce genellikle Türkler, işçi yurtlarında (Arbeiterheim) ranzalı odalarda dört beş kişi kalıyordu.

Alman basın yayınında ve resmi ağızlarda da her türlü yerde bu işçilere Türk, İtalyan, İspanyol, Yugoslav, Yunan, Portekiz ve Faslı’ya Misafir İşçi (Gastarbeiter) diyorlardı. Misafir İşçi kimliği üzerine bir de yabancı Ausländer) diyorlardı. Bu iki kimlik o zamanlar esas kimlikleri örtüyordu. Almanlar ve Misafir İşçiler, belli bir zaman sonra ayrılıp herkes ülkesine dönecek gözüyle bakıyorlardı. Genellikle Türk basın yayını ile resmi ağızlar ve halk kendisine “Gurbetçi - Alamancı - Almanyalı” diye kimlik yakıştırıyordu.

İlk on beş senede Almanya’da ve Türklerin anavatanında işler pek iyi gitmedi. Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği Batı bloku ile ona rakip olan ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Bloku ülkeleri arasında müthiş bir çekişme vardı. Her iki emperyalist ülke de kendi ideolojilerini dayatarak, yoksul ve zayıf ülkeleri sömürmek için ellerinden geleni yapıp, ülkeleri terör yoluyla kaosa sürüklüyorlardı. Türkiye’de bu durumdan en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyordu. Her şey sağ ve sol olarak bölünmüştü. Batı, Doğu ve Tarafsızlar diye dünya ülkeleri birbirine rakip olarak bölünmüştü.

Türkler ve Türkiye üzerinde, özellikle eski Rus emperyalizminin üstünü Sosyalizm maskesiyle örterek; işgali altındaki Türk yurtlarını parça parça bölmüşlerdi. Onların lehçesini o bölgenin insanına Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Türkmence, Tatarca gibi daha birçok küçük zümrelere ayırıp Türkçeden ve Türk kimliğinden uzaklaşmasını, ayrışmasını sağlamak için on sekiz ayrı Kiril alfabesi uydurmuşlar ve bunların dil olarak birlik içinde olmasını engellemişlerdir. Mesela Yaşar veya Yusuf adı, Azerbaycan’da ve Özbekistan da ayrı yazılıyordu. Taşkent kelimesindeki “a” harfini “o” ile değiştirip Toşkent olarak yazıp okuttuğu için Türkçenin ses birliğini de bozmuş oluyorlardı. Türklere uygulanan on sekiz ayrı alfabeyi öğrendiğim için rahatça okuyup yazıyordum. Mesela Arap harfleriyle Kazakistan’dan gelen gazeteyi ses ve yazılım kuralları aynı olduğu için dil birliği daha çok yakındı. Bu baskıya ve zulme karşı çıkanları ya öldürerek ya da Sibirya’ya yani Gulag Takımadalarına sürgün ederek (A. Soljenitsin) susturuyorlardı.

Türkiye, bir yandan ülkede cirit atan Amerikan misyonerlerinin faaliyetleri altında ya da Kızıl Emperyalistlerin sözüm ona sosyalist ajanların elinde çok büyük sıkıntılar çekiyordu. Avrupa’nın birçok ülkesinde alın teriyle ekmeklerini kazanan temiz Yürekli işçiler; bu ideolojik çatışmada gayet savunmasızdı ve büyük bir tehlike altındaydı.

Doğu Bloku ülkeleri, Moskova’nın yönlendirmesiyle Priştine, Budapeşte, Bükreş, Bizim Radyo gibi daha birçok komünizm propagandasını yapan merkezlerden her gün Türkiye ve Türklük hakkında yalan haberler ile sinir bozucu yayınlar yapıyorlardı. Bu merkezlerin yaptığı propaganda amaçlı yayınların arasına koydukları türküleri ve mesajları dinlemek için Türkçeye hasret vatandaşlar dinliyorlardı. Adeta psikolojik bir savaş sürdüren bu radyolara karşı Hıristiyan kiliselerinin misyoner teşkilatlarının bu alanda Wetzlar’dan yayın yapan Mutlu Kaynak ve diğer Hıristiyan mezhep ve grupları evleri, hastaneleri ziyaret edip yardım edeceğiz diye birçok kuruluşlar Yehova, Marmonen, Baptist, Evangelist ve Katolik cemaatlerini da oluşturmuşlardı. Bu konuda Türk işçileri dini ve milli konularda yeterli bilgileri yoktu ve adeta salıverdim çayıra Mevla’m kayıra gibi her türlü tehlikeye açıktı.

Okul, ibadet ve ibadethane, sosyal ve idari konularda ne güçleri vardı ne de önderlik yapacak insanları. Yetmişli yılların başında ramazan ayını ve diğer ibadetlerini yapabilmek için küçük gruplar halinde birleşerek, sağlıksız yerlerde mescitler açılmış. Buralarda önce fahri görev yapanların yanında bazı tarikat, cemaatler ve Türkiye’deki siyasi partiler işçilerin dini ve milli duygularını kullanarak ekonomik sahada güçlenip bu ihtiyaçları gidermeye çalıştılar. Avrupa Türkleri, yıllarca benimsedikleri partilere, paravan kuruluşlarına, tarikat ve cemaatler oluk oluk para akıttılar. Özellikle Ramazan ayında ve Noel ve yılbaşı tatillerinde birçok tarikat, dini kuruluşlar, hata radikal gruplar Propagandist yazar ve uzmanlarını gönderirler; işçilerin ellerindeki birikimlerini dershane, yurt, Kur’an kursu yeri, medrese diye toplayıp giderlerdi. Doksanlı yılların sonuna doğru sözüm ona bazı holdingler, yüksek kâr payı veriyoruz diye milyonlarca dövizi topladılar. İlk taksitleri ödedikten sonra da teker teker iflas ettiler. Bir de bankalar attı bu tırpanı… Her yönden buradaki garibanlar, her yönden aldatılıp, dolandırıldılar.

Dini konuda Diyanet İşleri hizmet için bu kervana katıldığı zaman adı sanı duyulmayan bazı radikal gruplar burada palazlandı. Bu cemaatler ve tarikatlar, en küçük dini meselelerde farklı yorumlar yaparak Türk işçilerini ayrı ayrı alt kimliklere ayırdılar. Bunların birçoğu Türk ve Türküm ifadesini ırkçılık gibi yorumlayıp; dini tercihe göre kimlik kurdular. Türkiye’den gelen işçileri, Türk kimliğini etkisiz hale getirmek için dini tercihlerini, alt kimlikleri, ya da etnik - bölgesel ayrılıklarını körüklediler. Bazıları Anadolu ya da Türkiyeli Müslümanları diye sözler ederek; Türk Milletini yok sayan bir zihniyeti yerleştirmek istiyorlardı. Türk kimliğini zayıflatmak için Türk büyüklerini belgesi olmayan yalan yanlış söylentiler yayıp, o kişi hakkında belden aşağı şeyler anlatarak itibarsızlaştırmaya çalıştılar.

1980 ihtilalinden önce siyasi, ya da bölgesel etnisiteyi kullanarak işsiz olanlar, ya da daha rahat yaşamak isteyenler -sığınmacı- kisvesiyle akın akın Almanya’ya gelmişti. İhtilal ile birlikte sağ ve soldan binlerce insanımız, tutuklanıp işkence görmemek için buraya geldi. Bunlar, Türkiye’de kalan ve ihtilalden dolayı sıkıntı çeken arkadaşlarının seslerini dünyaya duyurabilmek için etkili faaliyetlerde bulunarak Türk işçilerinin hem politize hem de daha fazla ayrışmasına kadar gittiler. Bunların içinden bir dini cemaat, güya Anadolu Federe İslam Devletini kurarak anayasasını bile yayınladı. Artık camilerdeki her hocanın arkasında namaz kılmayan ve birbirine kafir diyen tipler de ortaya çıktı.

Almanlar uzun müddet Almanya göç ülkesi değildir diye direndi ve onun için “Misafir İşçi” ya da “Yabancı” kimliğiyle öteki olduğumuzu gösterdiler. Eşit haklar gibi kavramları kullanıp doksanlı yıllardan itibaren “Göçmen - Migranten” tabirini kullanmaya başladılar. Bizleri göçmen olarak görüp; göçmeleri bir potaya atarak tek kimlik altında Almanlaştırmaya çalıştılar. Hatta bir siyasi, “Polonya’dan işçi getirdik. Bir nesil sonra Almanca konuşup buraya uydular, ama Türkler ikinci üçüncü kuşaktan sonra bile hala Türkçe konuşuyorlar” (A. Dregger) diye demeçler verdi ve basın yayında yayınlandı.

Türk solcularının bazıları ve radikal siyasal İslamcılar; “Türk” dememek için “Türkiyeli” kimlik adını kullanıyordu. Onlara göre “Türkiyeli Ahmet, Türkiyeli Müslüman” kavramlarını on cümlenin dokuzunda kullanmak gayet normaldi. Halbuki anadili olan bir topluluğa, millet denir ve -li iyelik ekiyle bu toplumlara isim verilmesi dil ve kültürel kimlik olarak çok yanlıştır Ohne. Türklerin, Türkçe adıyla anadilleri vardı ve coğrafyaya göre kimlik verilmesi çok yanlıştı. Mısırlı, Suriyeli, Arjantinli, Kanadalı diyebilirsiniz; bu coğrafyada oturanların kendilerine has yani Mısırca, Suriyece, Kanadaca, Arjantince gibi anadilleri yoktur. Mısırlılar, Suriyeliler, Iraklılar, Yemenliler, Tunuslular ve daha birçok bölge insanının dili Arapçadır ve milliyetine de Arap denir. Mısırlı denildiği zaman dilinin Arapça ve milliyetinin Arap olduğu anlaşılır. Mısır coğrafi bir terimdir ve Mısır Devletinin kimliğini taşıyana Mısırlı denir. Aynı şekilde Arjantin de yaşayanların dili İspanyolcadır ve kimlikleri coğrafyaya göre verilir.

Biz Türkler hem dil bakımından hem coğrafya ve siyasi bağımsızlık olarak Türklerin yaşadığı ve devleti olan Türkiye’den olduğumuz için bir de kendine has anadilimizin var olmasından dolayı bize, “Türk” denir. Farklı coğrafyalarda yaşayanlara ise Batı Trakya - Yunanistan Türkü, Irak, Suriye Türkü, Azerbaycan Türkü, Özbek, Kazak Türkü denmelidir. Avrupa’da işçi veya başka bir nedenle gelip buralarda yaşayan, hatta buraların vatandaşlığını almış bile olsalar; onlara Almanya Türkü, Fransa, İsviçre, Belçika, Hollanda, Avusturya, Danimarka, İsveç, Norveç, İngiltere Türkü demek; bu kimlik kavramını doğru ve yerinde kullanmak anlamına gelir ki bu son yazdığım coğrafyalarda yaşayan Türklere Batı Avrupa Türkleri de denmesi kısaca işin en doğrusu ve kapsayıcı tarzıdır.

Misafir İşçi, yabancılar, göçmenler, gurbetçiler, Alamancılar, Müslümanlar, Türkiyeliler gibi daha birçok uydurulmuş kimliklere karşı; dini, ideolojik ve siyasi tercihlerine göre zorla Türklere giydirilmek istenen yanlış kimliğin doğrusunu izah etmek için 1992’de TÜRK KÜLTÜRÜ VE BATI AVRUPA TÜRKLÜĞÜ diye bir tez kitabı yazdım. Kültür nedir, Türk Kültürü nedir ve Türk Kimliği kavramlarını açarak izah ettim.

Bu kitabı yazdığım yıllarda halka veya ilgili kişilere “Kimsiniz?” diye sorduğumda bazılarından; “Sosyal demokratım, komünistim, milliyetçiyim” gibi siyasi yönlerini sormama rağmen, bazıları da; “Elhamdülillah Müslümanım, Aleviyim, Bektaşiyim, Nakşiyim, Nurcuyum, Süleymancıyım” gibi dini tercihlerini öne çıkarıyorlardı. Eski Fransa cumhurbaşkanı Mitterand gibi “Sosyalistim, Katoliğim Fransız’ım” demişti; yani “Solcuyum - milliyetçiyim, Müslümanım, Türküm” deselerdi ana kimliklerinin yanında tercih ettikleri alt kimlikleri de belirtirlerdi.

Bu kitaptan sonra aydınlar arasında ve basın yayın organlarında Euro Türken olarak alıştıra alıştıra Avrupa Türkleri tabiri yerleştirildi. Artık Batı Avrupa Türkleri oluyorduk. Bütün bunların kökünde Türklerin kurduğu birçok devlette mesela Büyük Selçuklu devletinde; esas kurucu unsur Türk olmasına rağmen Farsçayı resmi dil yapılmış, bir nevi Türkçenin gelişmesi kesintiye uğramıştır. Osmanlılar’da medreselerde bilim dili Arapça kabul edilmiş, Tanzimat döneminde üniversitelerde (tıp gibi) Fransızca kullanılmış, Safeviler de dini temayüller gibi tercihler yüzünden farklı kimlikleri geliştirmişler. Hatta Osmanlı İmparatorluğunu kuran asli unsur olan Türkler; bi idraki Etrak yani “akılsız Türkler” diye kimlik verilip hakaret edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacib, Karamanoğlu Mehmet Bey, Gaspıralı İsmail gibi birçok düşünür, yazar, şair ve siyasiler bu yolun yanlış olduğunu söylemişlerdir.

Yüksek bir Türk Kültürü ve dili nakış nakış işlenip geliştirilmesi gerekirken; büyük hayallere kapılınca aslını unutan siyasi ve devlet adamlarının, dönmelerin, açık gizli Türk düşmanlarının, cehalet içinde yüzenlerin elinde zayıflamıştır. Bereket ki halk şairleri, bazı aydınlar ve kırsal kesimde yaşayan halk Türkçeye sahip çıkmıştır. İşte ben de şiirde Türk Hece ölçüsünü inceleyip geliştirerek eserlerimi yazdım. Serbest ve Aruz vezni ile de şiir yazabilirim ama milletimin ölçüsünü geliştirip bu konuda eser vermek birinci görevimdir. Düz yazıda da halkın konuştuğu yalın Türkçe ile yazdım, süslemeler ve hangi dilden olursa olsun milletin bilmediği kelime kullanmamaya özen gösterdim. İki dilli yetişen çocuklarımızın en az seviyede de olsa Türkçe konuşup yazmasına önem verdim.

Kendi öz dilimle şiir yazmak, hikâye, roman ve makale yazmak bana bir nevi ağrılarımı unutmam için tedavi gibi geliyor. Bir yazar hangi dil ile yazıyorsa; yazdığı dilin edebiyatını geliştirip ona hizmet etmiş olur. Almanca yazarsam yazdıklarım Türk edebiyatına dil olarak katkı katmış sayılmaz. Mesela Mevlâna, Farsça yazmıştır ve o eserler Fars edebiyatına dahil edilmiştir.

Bu ödülün benim için heyecanlandırıcı noktaları; kendi geldiğim ülkede pek kabul görmeme rağmen; Azerbaycan Beynelhalk Kuruluşu tarafından diploma ile taltif edilmek ve Batı Avrupa Türklerinin, TÜRKÇEYE KATKI EDEBİYAT ödülü hayatımı verdiğim üç ayrı hedefime ulaşmamı gerçekleştirdim.

İlki 1962’de Almanya’ya gelen babama ve o Türk işçilerine, ailelerine vefa duygumu göstermiş oldum. Almanya’da yaşıyorum ama dilim ve milletim ile bağlarımı çok şükür koparmadım.

Engelli birisi olarak güzel sanatların resim, şiir ve edebiyat dallarında damla damla olsa da çalışarak birçok kitabım değerli okuyucularıma ulaştı ve BATI AVRUPA TÜRK kimliği yerleşti, edebiyatı oluştu ki bize de yaşarken ödülü verildi. Artık büyük çoğunluk eski uydurma bilimsel olmayan kimlikleri bırakıp 1992’de yazıp TÜRK kimliği tezimin yerine oturmuş olduğunu görmek beni çok mutlu etti.

Kırk yıl Almanya’da öğretmenlik yaparak Türkçe ve resim dersleri verdim. Her iki sahada da birçok öğrenci yetiştirdim. Türkçenin gürül gürül aktığı yerde değil, ders verdiğim okulda gözümün önünde; sınıf arkadaşı veya Alman öğretmenler tarafından, “Burası Türkiye değil Türkçe konuşma” diye hem öğrencilere hem de şahsıma saldırılar altında Türkçe öğrettim ve Türkçe yazdım. Bunun sıkıntısını, ızdırabını gönüllerde açtığı yarayı hiçbir maddi varlık ve Euro’larla kapatamaz.

Bu ödülü, Avrupa’da milletimin zihnine, beynine tam yerleşen TÜRK KİMLİĞİ adına, yılların çilesini çeken rahmetli babam Osman Gülel, anam Hatice Gülel ile demirin su gibi aktığı yerlerde çalışıp terini döken, madenlerde kömür karası karanlıkta ekmeğini arayan, akarbantlarda hayallerini yitiren bütün işçiler adına ve bilhassa minicik kalpleri sevgi dolu ama Türkçe konuşma diye azarlanan boynu bükük çocuklarımızın gözyaşlarını yüreğimde hissederek; bu ödül ve töreni konuda hizmeti geçenlere teşekkür ederek alıyorum. Bahtiyarım Batı Avrupa’da Türkçe ve Türk Edebiyatı adına manevi değeri yüksek olan bu ödülü aldığım için.

Sevgi ve saygılarımla hepinizi yürekten selamlıyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI