?>

Bu Şiir Neden Yazıldı

Halil GÜLEL

3 gün önce

Bir Haziran akşamında, bizim evde kardeşim ve arkadaşlarıyla sohbet ettik. Hanımı ve çocukları memlekete izine göndermiştim. Anam, konuklarımıza ve bize yardımcı olup ikramlarda bulunuyordu.

Kardeşim ve arkadaşları bilimsel, kültürel, siyasî, edebî, sanat üzerine bilgi alışverişi yaparken; özellikle de dini ve felsefi konularda değişik sorular soruyorlardı. Bildiğim ve fikrettiğim kadarıyla onların sorularına cevaplar veriyordum. Her konuya geniş bir perspektiften bakıp; ideolojik ve taraflı bir cevap vermemeye dikkat ediyordum.

Sohbetimiz Doğu ve Batı kültürleri üzerine yoğunlaştı. Batı Kültürü bugünkü duruma gelinceye kadar birçok evreler geçirmişti. Batılı düşünürler, kendi kültürlerini kadim Yunan mitoloji ve sanatına, eski Roma hukukuna ve onların üzerine gelen Hıristiyanlık taassubuna dayandırıyorlardı. Kendi uygarlıklarının temelini bu üç nokta üzerine kurup, “Aydınlanma” döneminden itibaren gelinen her türlü özgürlük ile kişisel gelişimi hedeflediler. Kimisi bunu, kişiyi yüceltip tanrısallaştırılması olarak görebilir. Nitekim birçok düşünür, hayatın merkezine değişik felsefi ekolleri koymuşlardır.

Hatta dini yorumlar, tefsirler, mezhep ve tarikat görüşleri; bu felsefi ekoller yoluyla değişik

Bir misal olarak Epikürcü felsefi görüşü, dünya çapında en iyi temsil edenlerin başında Diyojen gelir. Herkes Diyojen ile Büyük İskender'in konuşmasını bilir. Genç ve kuvvetli olan, aynı zamanda hakim gücü temsil eden Büyük İskender, "Dile benden ne dilersen" gibi bir cümle ile haşmetini, yukarıdan bakışını ve iktidarının gücünü, boş bir fıçı içinde yaşayan Diyojen'e empoze ederken; aldığı şu cevap yüzüne bir tokat gibi yapışmıştı.

"Gölge etme! Başka ihsan istemem!" Bu cümle yorumlanacak olursa ciltler dolusu kitap yazılabilir. İnsanın, dünyaya gelişi, geliş nedeni, neler yapması, nasıl yaşaması, hayatın asıl gayesi, mutluluk nedir? nasıl mutlu olunur ... gibi daha bir çok fikri ve hikmeti bu kısa cümle ifade edip, geniş bir mana içermektedir.

Her medeniyette, her dini toplulukta Diyojen’in bu düsturunu açıktan veya gizliden benimseyip; kendi inanç ve düşünüşünü bu bedene giydirip ortaya çıkan çoktur. Yoksullara, mazlumlara yardım edebilmek, onlarla aynı seviyede yaşamak için, Hristiyanlıkta Frans von Assisi ve bizdeki kalenderi dervişleri ile Nasreddin Hocayı dahil edebiliriz.

Minimalizmde mutlu olmayı arzulayan, mutluluğu ve huzuru azlıkta ve az şeylerde gören bu hikmet okuluna Nasreddin Hoca'dan bir fıkra ile süsleyelim. Her fıkrasında çalışmayı bilgiyi ve erdemi ortaya koyan Nasreddin Hoca; bir gün Akşehir sokaklarında dolaşırken birisi ona;

''Hoca bir tepsi baklava gidiyor'' der. Hoca, istifini bozmadan;

''Bana ne!'' der.

Meraklı adam bu cevapla yetinmeyerek ikinci cümlesini söyler.

'Amma 'Hocam, bu bir tepsi baklava sizin eve gidiyor'' der demez Hoca da;

''O zaman sana ne,” der.

Bütün medeniyetlerin ortak olduğu merkezi nokta bu felsefi ekollerin temelleridir. Eldekiyle, ulaştıklarıyla, başardıklarıyla, bilgisi ve gücü karşılığında kazandıklarıyla yetinmeyi sağlayanlar mutlu ve huzurlu olmuşlardır. Daha fazlasını kendisine ait olmayanları da isteyenler; yani enaniyetleri ve nefislerine esir olanlar; kendilerinin dışındakileri “ötekileştirir” ya da “düşman” olarak görür. Kendi kültür ve kimliğini ''ötekileştirdiği” insanlara empoze eder, ''ya benim gibi olacaksın ya da çekip gideceksin” mantığıyla mevzuya bakar. İşte burada Almanya yani Avrupa ülkelerinde Türkler olarak, durumumuz bu mantık doğrultusunda çözümlenmek istenmektedir.

Batı Avrupa ve diğer ülkelerde Türklerin durumları üzerine birkaç saat daha sohbet ettik. Anam bize çay, bisküvi, börek getirip ikram ediyordu, aslında anam, bu tür kültürel, sosyolojik ve özellikle tarihi sohbetleri seviyordu. Hele hamasi bir tarzda Türk tarihinden bahsedilirse; onun keyfine diyecek olmazdı. Benim çocuklar ve hanım izinde olduğu için anam ve misafirlerle böyle uzun sohbet edip, güneşin doğmasına kadar konuştuk. Anam yanıma gelerek;

''Beni işyerime götürebilir misin?'' dedi.

''Sözü mü olur ana, tabii ki götürebilirim” diyerek dışarıya çıktık. Arabaya binerek Düsseldorf Üniversitesinin yolunu tuttuk.

Henüz güneş doğmamıştı. Sokaklarda insanlarda görünmüyordu. Tramvaylarda insan doluydu ama herkes bir yana bakıyordu. Karşılıklı konuşanlar bir elin sayısı kadar yoktu. Özellikle tramvayda orta yaşın üzerinde, başörtülü ve kırsal kesimden gelen kadınlar vardı. Üniversite durağına sapmadan tramvay durakta durmuştu. Trafik lambası bana kırmızıydı, tramvaydan inenlere bir göz attım. Dediğim gibi ekseriyeti kırk yaşlarını çoktan geçmiş, geleneksel çevreden geldikleri belli olan baş örtülü kadınlar, uzun pardösülerinin eteklerini yellendire yellendire sol ellerinde tuttukları çantalarını sallayarak adeta derse yetişmek için koşturan öğrenciler, öğretim görevlileri gibi hızla üniversitenin değişik binalarına gidiyorlardı.

Trafik lambası yeşil yandı Mooren caddesine döndüm. O zamanlar daracık bir kapıdan araba ile giriliyordu. O kapıdan geçer geçmez; üniversitenin görkemli binalarına doğru koşturanlar daha fazla oldu. Bazen annem, üniversitenin değişik bölümlerinde temizlik işlerinde çalışanların nasıl zorluk çektiğini, sıkıntı ve eziyetlerini anlatırdı. Eskiden sekiz katlı kız öğrenci yurdunda her katını bir temizlik işçisi temizlerken sekiz katı binayı, sekiz temizlik işçisi temizlerken; önce dört işçiye, sonra ikiye ve şimdi bütün binayı tek bir temizlik işçisine temizletiyorlarmış. İşçiler ''yetiştiremiyoruz” dedikleri zaman da ''güle güle memleketinize''diyerek, dış kapıyı gösteriyorlarmış.

​Sabaha kadar konuşmuş olduğumuz konular gözümün önünden film şeridi gibi geçti... Derin bir düşünceye daldım. Bir gün önce bir Türk öğrenci velisi, Almanca, Matematik ve İngilizce derslerinde zayıf olan oğlu için, ders verip bu arayı kapatacak birini aradığını söyledi.

Emekli bir öğretmen arkadaşa sordum; öğretmen arkadaş ders saati olarak otuz Alman Markı talep etti. Ders saati 45 dakikadır. O çocuğun annesi bir temizlik işçisiydi onun çalışma saati 60 dakika ve ücreti ise 10 Alman Markı’nın altındaydı zavallı temizlik işçisi olan kadın, oğluna 45 dakikalık tamamlayıcı ders alabilmesi için yaklaşık 180 dakikadan fazla çalışırsa bu ücreti karşılayabilecek durumdaydı. Arada çok büyük bir uçurum vardı.

Dar çerçevede Almanya, geniş çerçevede bütün dünyadaki Türkler olarak; kaliteli, onurlu, kimliğine sahip, kendi ve dünya kültürünü tanıyan, aranan eleman, yani bilim insanı, politikacı, tüccar, zanaatkar, sanatkâr, insanlar yetiştirip; Türklerin aydın ve kişilikli bir seviyeye çıkarılması için derin bir fikir deryasına daldım. Eve geldiğimde bir çeyrek saatte ‘'Batı Avrupada Türk Kimliğini'' adlı 21 kıtalık şiiri yazdım. Fikirlerimi güzel Türkçemiz ile özlü bir söz haline getirip kafalarda soru işaretlerini açarak; yarının nesillerinin vasıflarını yazdım. Kimlik bilincine sahip, bir işin ehli olan ve güzel ahlak ile anadilini ve iletişim dilini çok iyi ve güzel öğrenmiş bir toplum olabilmemiz için bu saydıklarımın üzerine bu şiirde tüccar sınıfı, zanaatkar sınıfı, sanat ehli, bilim insanları ve her türlü şartlara uygun kültürlü ve dürüst politikacılar yetiştirmemiz gerekiyor. Eğer kimlik ve dil bilinci, insani değerleri göz önüne almayan bir toplum olarak bencil ve kişisel çıkarlarımızla burada yer edinmek istersek; birkaç yıl içinde tıpkı hasretlerini kaybetmiş Hun, Avar, Kuman, Kıpçak, Peçenek, Bulgar ve daha niceleri gibi önce dilimizi yitirip; dilini öğrendiğimiz kültür dairelerine girerek başka bir milletlerin içine dahil olup; onların içinde eriyerek asimile olmuş oluruz. Bu konuda en önemli nokta elbette ki ana dilimiz olan Türkçedir.

Yazdığım bu şiirle yola çıkarak; bu uzun yolda görüş ve fikirlerimi izah etmeye çalışacağım. Bu yazmış olduğum şiirde, sorunlarımızı ve yapmamız gerekenleri bölüm bölüm açıklayıp bir devamlı yazı akışı içinde sizlere gelecek günlerde sunacağım. 1962 yılından itibaren çocukluğumla birlikte şahit olduğum olayları kültürel ve sosyolojik yönünden izah ederek; şu anda çok zayıf bir durumda olan Batı Avrupa Türklerine ışık olmaya gayret edeceğim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI