Daha dün gibi hatırlarım: Ramazan ayı yaklaştı mı, evlerde sokaklarda tatlı bir telaş göze çarpardı. Babalarımız karınca kararınca filelerini çarşıdan pazardan doldurarak evlere döner, annelerimiz komşularla birlikte sırf Ramazana özel olmak üzere kadayıf keser, hatta bayramda ikram edilecek sarmalarını, baklavalarını bile yapmaya başlardı.
İlk teravihle birlikte çocuklar için de şenlik başlardı gönülleri cennete çeviren. Biz çocuklar canımız isterse teravihlere gider, istemezsek onun yerine mutlak hâkimi bulunduğumuz sokaklarda futbol, çanak çömlek, topaç, misket, saklambaç oynardık geç saatlere kadar. Annelerimizle aramızda sürekli tartışmalara neden olan “Nerede kaldın?” tarzı hesap sormalara bile bu barış ayında son verilir, geç saatlere dek doyumsuz oyunlara gark olurduk.
Kimi zaman, küçük yaşımızın verdiği heyecan ve sahip olma duyumuzun da etkisiyle hangi komşunun bahçesinde ne tür erik, kayısı, kiraz var; önceden bilir, sezer; geç vaktin ve karanlığın da verdiği rahatlıkla ceplerimizi doldurduğumuz bu yemişlerle ziyafet çekerdik kendimize… Günümüzün beton işgaline uğrayan dünyasında nasıl olduysa kesilmediği için şanslı, ancak “Babam manavdan daha iyisini alıyor.” düşüncesiyle verdiği meyveleri çocuklarca toplanmadığı için yerle yeksan olan ya da dallarında kuruyan boynu bükük, bahtsız ağaçları yoktu henüz.
Kız kaçıran, torpil, çatapat değişmeyen Ramazan eğlencelerimizdi. Aramızdan kimler bunları alacak kadar şanslı ise, parası varsa alıp getirir, patlatırdı; ancak yaşanan heyecan ve keyif yine de ortak olurdu.
Teravihlerimizin değişmeyen adetlerinden biriydi lokum, baklava ve limonata. Şimdilerde olduğu gibi şekerin ve baklavanın adeta karaborsaya düştüğü, cepleri yakan bir dönem olmadığı için bunlara da doyardı hem gözümüz hem midemiz. “Sütçü Osman” lakaplı komşumuz, her yıl ve her teravih çıkışı bir gelenek halinde cami cemaatini tepsi tepsi baklava, limonata, lokuma doyururdu. Teravihi kılmasak da mutlaka cami çıkışında orada biter, büyüklerin arasından sıyrılarak payımıza düşeni, hadi itiraf edelim, düşmeyeni de çocuk açgözlülüğüyle alırdık.
Ramazanların belki de en olumsuz yanı şuydu: Ya içimizden geldiği için ya da büyüklerimiz tembihlediği için ara sıra teravihe gittiğimizde, o dönem imamlarının “Teravih çabuk bitsin!..” düşüncesiyle ayetleri hızlı hızlı okumaları, o çocuk halimizle bize çok komik gelirdi. Hızla okuyuş, aynı hızla yatıp kalkış nedeniyle adeta bir vücut egzersizine dönen bu hareketlere bakar, kahkahalarla gülerdik. En büyüğümüzün ancak dokuz yaşında olduğunu farz edersek bu tavrımızın çok da yakışıksız olmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerekti.
Ancak camimizin iki yaşlı müdavimi vardı. Her daim aynı yere geçer, adeta parselledikleri yerde başkalarını, hele çocukları görünce “Çekil oradan, benim yerim!..” azarıyla parseline gönül rahatlığıyla kurulur, sonra “Bir itirazı olan mı var yoksa?!..” edasıyla bu hareketinden sonra tüm cemaati şöyle bir süzerlerdi.
Bizler, çocukluğun verdiği heyecanla, içimiz kıpır kıpır, camiye gittiğimiz süreçte, yerimizde duramaz, birbirimizi dürter, şakalaşır, bazen koşuşur ve ille de kıkır kıkır gülerdik. Fakat her selam verişte bu iki yaşlı müdavimin azarlarına maruz kalır, camiden kovulurduk.
İnatla tekrar gelirsek, bu kez “Ben size gelmeyin demedim mi eşşek sıpaları!..” azarıyla kafamıza kafamıza bastonları yer, o anki çocuklukla bunun acısını pek hissedemez, ancak o gece başlarımızdaki şişlikle, acıyla başımızı yastığa rahat koyamazdık.
Zamanla bunlar eğlenceye değil de tamamen bir sözlü ve fiziksel şiddete döndüğünde teravihlere uğramaz olduk. Ara sıra gittiğimizde biz çocukları gören başta o iki müdavim olmak üzere diğer cemaat, adeta aforoz edercesine camilerden atmaya başladı bizi. İşin üzücü yanı, namaz kıldırmakla olduğu kadar çocuklara camileri sevdirmekle de yükümlü olan imam da onlarla birlik olup istemez olmuştu camilere bizi.
Demek, camiler yaşlıların, orta yaşlıların, en fazla gençlerin malıydı. Çocuklar eğer gelirlerse büyüklerin olgunluk ve vakarını göstermek, teravih gibi onlara belki de uzun gelen bir namazı asla sıkılmadan, kendileri gibi huşu içerisinde, çıt çıkarmadan kılmak zorundaydılar. Çocuksak çocukluğumuzu bilecek, dizimizi kırıp oturacak, efendi efendi duracaktık.
İlerleyen yıllarda çok sevdiğim bir büyüğümüz ve komşumuz olan, okul müstahdemliğinden emekli Ali Rıza Amca, ömründe bir iki kez heveslenip camiye gideyim dediğinde, aynı zihniyete sahip kimi yaşlılar, “Sen filanca mezheptensin, ne işin var camide?!..” diyecek kadar bağnaz, yobaz, ötekileştirici bir tutum sergileyecekti. Ali Rıza Amca da bu dinin barış ve hoşgörü dini olduğunu bal gibi bilse de kendini istemeyenleri bir daha kızdırmamak için camiye bir daha adımını atmayacaktı…
Bugün aslında çok farklı bir konuyu işlemeyi, eğitimle ilgili seri sunumları başlatmayı düşünüyordum. Ancak, bu akşam, tanık olmasam da birebir gözlemleyenler tarafından anlatılan benzer bir olaya çok içerlediğim için yazıldı bu satırlar: Beş yaşlarında bir çocuk teravihe geliyor, çocuk olduğu için haliyle diğerleri namaz kılarken koşup eğleniyor, kendince gülüyor. Öteden yaşlı bir dini bütün (!) hanım teyzemiz tarafından yediği sopayla cezası anında kesiliyor. Haddini bilmediği, kutsal bir mekânın kurallarını ihlal ettiği için namaz bitene kadar ağlıyor!.. Yani, aradan onlarca yıl geçmesine karşın, dini ve ibadethaneleri kişisel malıymışçasına tekeline alma düşüncesi tüm canlılığıyla sürüyor!..
Sormak gerekmiyor mu şimdi bu zihniyetin temsilcilerine? Siz kim oluyorsunuz, hangi hak ve yetkiyle, camiye gelmiş/getirilmiş bulunan henüz küçücük çocukları gürültü ediyor, koşuyor, gülüyor gerekçesiyle dövme, azarlama; o da yetmezse kovup dışarı atma tavrını gösterebiliyorsunuz?..
Hemen her cumada ya da kutsal gün ve geceler çıkışında bir gelenek halinde milletten para toplanıp da yaptırılan; ancak dışarıda insan ve cami sayısı arttıkça onunla ters orantılı olarak içeride sayısı hızla azalan, bilhassa artık çocuk ve gençlerin pek de rağbet etmediği cemaatin içler acısı hali, bomboş camilerin adeta yetim halleri de mi sizlere bir fikir veremiyor?
Uyguladığınız şiddetin, “Ben de teravihe gidiyorum!..” deyip bir hevesle oraya gelen miniklerin körpe beyinlerine, billur yüreklerine, asla silinmeyecek hafızalarına ne yaralar açacağını, ağız dolusu azarlarınızın kulaklarında yıllar yılı yankılanacağını, hele bir de kovuyorsanız dinî duygu ve inançlardan belki de hepten soğuyacağını hiç mi düşünemiyorsunuz?..
Her seferinde örnek aldığınızı iddia ettiğiniz Peygamberimiz (SAV)’in biricik torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in, namaz kılan dedelerinin sırtına çıktığını, bazen sağını solunu çekiştirerek onunla oynamaya çalıştıklarını, buna karşın dedelerinin namaz bitiminde onlara sımsıcak bir tebessümle sarılarak karşılık verdiğini düşünürsek bu nobran tavrınızı nereye koyacağız?
İyi ki başlangıçta bu dini yaymakla mükellef olan kişi ve kurumlar bu denli acımasız ve katı değildi, insanlara ve özellikle çocuklara karşı. Kâinatın yaradılışının bile sevgiye dayalı olduğu düşüncesine rağmen “Allah yakar!” fikrini o körpe beyinlere enjekte etseler, ibadetlerin sevgi değil görev ciddiyetiyle yapılan rutin işler olduğunu hissettirseler, “Verdiğim sayfaları niçin tam olarak ezberlemedin?!..” gerekçesiyle bir zamanların eğitim aracı olarak kullanılan falakayı o zaman keşfetselerdi, kim bilir din adına daha başka nerelere savrulurduk?
Çocuklar, çocuk değil aslında. Onlar küçük yaşta olsalar da, her şeyin farkında; siz anlamasanız, düşünemeseniz, göremeseniz de… Sevgiyle nefreti, öfkeyle sıcaklığı, şiddetle barışı, sevdirmeyle bezdirmeyi ayrımsayacak kadar zekî varlıklar. Kurumaya yüz tutmuş vicdanlarınızda bir parça nem, nasır bağlamakta olan kalplerinizde birazcık merhamet kaldıysa, camiler ileride çocuk sesi ve kahkahasına hasret kalmasın deyin, açın yavrularımıza kucaklarınızı ve camileri ardına kadar. Daha fazla geç kalmadan…