Cebrullah abi telefon açıp, son günlerde çok hayran olduğu zeki ve hünerli bir arkadaşını tanıştıracağını söyledi. Söyledi söylemesine bir de temiz giyinmemi, elbiseye uygun güzel bir kravat takmamı tembihledi.
Giyim kuşamın üzerine bu kadar önem verdiğine göre çok değerli ve mevki makam sahibi birisiyle tanıştıracak diye onun ricasını dikkate aldım, acele edip yüzümü kestirmeden traşımı olup, kokularımı sürdüm. Yakaları dimdik duran çok açık mavi gömleğimi giydim. Aynanın karşısında çenemi havaya kaldırıp koyu mavi ve bordo çizgili kravatımı taktım. Gömleğimin dimdik duran yakalarımı düzelterek kravatımın bağını güzelce yerleştirdim. Saçlarımı taradıktan sonra aynaya bakıp kendi kendime “Maşallah!” dedim. Neme lazım canım; bazen insan kendisini de nazar edebiliyormuş. Üstüne lacivert ceketimi giydim, koyu renkli ayakkabımı rahatça ayaklarıma geçirip hemen dışarıya fırladım. Kapıyı çekmeden bereket ki evin anahtarı aklıma geldi ve dönüp her zamanki yerinde asılı duran evin anahtarlarını alıp sağ cebime koydum. Kapıyı yavaşça kapattıktan sonra giriş kapısına yöneldim.
Cebrullah abi, beni kiminle tanıştıracak diye yolda düşünüp giderken birden, karşı kaldırımdan ismimin yüksek sesle çağrıldığını işittim. Karşıya bakınca bana nerede kaldın der gibi el kol sallayan Cebrullah abiyi gördüm. Sağıma soluma bisikletli veya herhangi bir taşıt geliyor mu diye baktıktan sonra; yol boş olunca hızlı adımlarla karşıya geçip selam verdim. Selamımı çok acele aldı ve şöyle beni bir süzdü. “Acele etmemiz lazım!” deyip boş bir arsaya yürüdük. Hiç konuşmadan arsayı geçince önümüze Marien Kilisesinin geniş avlusuna bitişik Kolping Oyun parkına girdik. Hızlı adımlarla parkta ilerlerken yaşlı bir kadın sesi duyduk. Hem ağlıyor, hem de yüksek sesle konuşuyordu…
Cebrullah abi ile birbirimize bakakaldık. İster istemez yaşlı kadının sesinin geldiği tarafa yöneldik. Bodur çit ağaçlarını geçince bir bank üzerinde oturan ve dövünüp ağlayan yaşlı kadını gördük. Yanına yaklaşıp niçin ağladığını sorduk. O da kızarmış gözleri ile bize bakarak;
“Hayattaki en çok sevdiğim Billy’yi kaybettim deyince; üstümüzü başımızı düzeltip, kadına teselli vermeye başladık. Cebrullah abi eğilip, kadının omuzundan tutarak;
“Üzülme! Ölenle ölünmez. Başınız sağolsun!” dedi. Aslında ben ne diyeceğimi bilemedim. Gülümseyen gözlerime hüzün takarak;
“Çok mu yaşlıydı?” diye sordum.
Benim bu sorumu yersiz gören Cebrullah abi, gayet sert olarak;
“Onbeş yaşında olacak değil ya! En az bu kadın kadar yaşlı olabilir” diye açıklama yaptı. Bunun ardından da yaşlı kadın, ağlamasına ara verip;
“O kadar yaşlı değildi, ondört onbeş yaşında vardı” deyince; Cebrullah abi;
“Çüş! Ondört, onbeş yaşında mı?”
Kadın başını “evet” der gibi salladı.
“Ne zaman kaybettiniz Billy beyi?” diye korka korka sordum. Bu sefer Cebrullah abi beni fırçalamadan önce kadın cevap verdi.
“Bu sabah evden beraber çıktık.”
İçimden desene adam ya trafik kazasında, ya da karşıdan karşıya yoldan geçmek için adımını atar atmaz biri çarptı diye düşünüp geçirirken, yaşlı kadın;
“Pek uyumluydu. Yanımdan hiç ayrılmazdı, onsuz ben nasıl yaşarım!” diye hem söyleniyordu, hem de kalın bir sesle ağlıyordu.
Cebrullah abi, bana bakıp;
“Galiba adam senin gibi kılıbık biriymiş, dizinin dibinden hiç ayrılmazmış” deyip benimle dalga geçince aklım tepemden gitti. Yaşlı kadının ağlamasına çok üzüldüm zaten, bir de böyle alaylı sözler kafamın tasını attırdı. Daha ben cevap veremeden; yaşlı kadın;
“Sevgili Billy, biraz da kiloluydu. Bu yüzden pek uzaklara gidemez. Ah! Billy ah!” der demez;
“Cebrullah abi, şu yakında bir hastane var. Sen oraya gidip bir sor, ben de şu yakındaki karakola gidip sorayım” diye teklif de bulundum.
Bu fikri Cebrullah abi çok beğendi. Hemen kadına dönüp;
“Üzülmeyiniz. Sizin Billy’i bulacağız. Bir fotoğrafı var mı?” diye sorunca;
“Geçen ay Billy’m ile beraber çekilmiştik. Dur bir bakayım” deyip oldukça iri çantasını karıştırmaya başladı.
Biz, ağlayan kadınla uğraşıp, onu teselli edeceğiz derken vakitte hızla geçiyordu. Cebrullah abi, telefonunu açtı ve bir yere telefon açtı. Yüksek sesle konuşuyordu.
“Ramiz, Jilet Şakir geldi mi? İyi biraz bizi beklesin. Bir işimiz çıktı… Biraz geç geleceğiz. Gitti ha! O zaman yapacak bir şey yok!” deyip telefonu kapatıp bana;
“Jilet gitmiş artık Billy’i rahat arayabiliriz.” der demez yaşlı kadın çantasından bir konserve kutusu çıkarıp;
“Billy’m, parkta acıkırsa bunu yer diye yanıma almıştım” dedi. Bunun üzerine Cebrullah abi;
“Şu kadındaki sevgiye bak! Parkta Billy’nin şekeri düşüp başı döner diye yanına yiyecek de almış. İnsan olarak ona yardım etmeliyiz!” Ben de “doğru söylüyorsun” der gibi başımı salladım.
Bu arada parkın North Caddesi tarafından başka bir yaşlı kadın iki köpek ile bize doğru geliyordu. Köpeklerden birisi nazlı nazlı mini mini adım atıyordu ammavelakin irice olanı adeta yaşlı kadını sürüklüyordu. Manzarayı bana gösteren Cebrullah abi;
“Şu köpek peşinde koşturan yaşlı kadınlardan hiçbirisi, şu Billy’nin hanımı olan bu yaşlı kadın kadar olamaz! Billy’m kayboldu diye nasıl ağlıyor zavallı.” diyerek bana baktı.
Ben de yarım saattir Billy’nin fotoğrafı için kocaman çantasını kurcalayan kadını izliyordum. Diğer yaşlı kadın da sürüklene sürüklene parkın ortasına doğru geliyordu. Sanki sinyal veriyormuş gibi irice olan köpek, “Haaavvv!” diye havladı.
Zar zor olsa da köpeğin havlamasını duyan ağlayan yaşlı kadın, çanta karıştırmayı bırakarak kendi ekseninde yaşından beklenmeyen bir tarzda yüzseksen derece döndü ve heyecanla;
“Canım Billy!” diye bağırdı. Ağzımız bir karış açık kaldı. Kayboldu diye saatlerce ağladığı meğer kocası değil, can yoldaşı bu köpekmiş. Şaşırdık kaldık. Cebrullah abi, kadına;
“Kocanızın ardından da böyle ağladınız mı?” der demez; yaşlı kadın;
“Helmut öldüğünde, ben, iş arkadaşım ile beraber Miami’de tatildeydim. Haberim bile olmadı. Beni beklemeden kız kardeşi hemen gömdürmüş. Kız kardeşi ile dargın olduğumuz için nereye gömüldüğünü bana söylemedi. Mezarının nerede olduğunu dahi bilmiyordum.” deyince bizim gözler fal taşı gibi açıldı.
“Allah Allah! Bir itin peşinden saatlerce ağlayan kadın, kocası için aynı hüznü yaşamamış. Vay anasına yahu!”
Cebrullah abi bayağı dertlenmişti. Bu arada öteki yaşlı kadın da yanımıza geldi. Ağlayan yaşlı kadın Billy’ye büyük bir sevgiyle sarıldı. İtte ona sarıldı. Adeta marul yaprağı gibi dilini çıkarıp ağlayan kadının yüzünü yalıyordu. Diğer yaşlı kadın;
“Sizin dünya tatlısı Billy, benim Maggi’yi çok beğenmiş. Koklaşa koklaşa peşimden eve kadar geldiler. Birlikte oynaşıp, sarmaştılar. Boyun tasmadaki yazı ve adresi okudum. Adının Billy olduğunu öğrendim. Adresi tam okuyamadım. Beni sürükleye sürükleye buraya getirdi” dedi.
Ağlayan yaşlı kadın, bin çeşit teşekkür etti. Billy’nın sırtını sıvazlayarak;
“Maggi kızımızı çok mu beğendin?” der demez, hemen;
“Sizin Billy, adı verilen gibi hovarda herhalde” deyince, yaşlı kadın Billy’nin boynuna sarılıp, yanaklarını koyu kırmızılı rujlu dudaklarıyla öpücüğe boğdu. Ardından da bana;
“Billy’m hovarda değil, çapkındır çapkın deyip” köpeklerini alan iki yaşlı kadın konuşa konuşa North Caddesine doğru yöneldiler. Suratı öfkeden kıpkırmızı olan Cebrullah abi;
“Birleşmiş Milletler Teşkilatına kimse köpeğine insan adı vermesin diye bir dilekçe vereceğim” dedikten sonra biz de karşı tarafa yürüdük. Ağzımızı bıçak açmıyordu; çünkü, ikibuçuk saatimiz Çapkın Billy yüzünden boşa geçmiş ve randevumuza da yetişememiştik.