Yukarıdaki kelimeleri alfabetik sıraya göre dizmiş olsam da hayatımdaki yerleri birbirleriyle yarışır. Bazen biri, bazen diğeri öne geçer. Herkesin ortak paydasıdır bu kelimeler. Azıcık sevgi ve merhamet duyuyorsa içinde insan; çiçekleri, çocukları ve fırından yeni çıkmış bir çöreği sever. İfrat ve tefrit sınırlarında dolaşmadan ben de seviyorum bunları sevebileceğim kadar.
Çiçeklerden en çok kırlarda kendiliğinden çıkan, minik, rastgele dağılmış olanları severim. Saksı çiçekleri bana göre değil. Bakıp görmek, sonra yanından ayrılmak… Çiçeklere sevgim böyle biraz mesafeli. Araba camına yaslanıp yol boyu sıralanmış çiçeklere yazı yazmayı severim. Çocukluğumdan beri çok şeyler yazdım onlara. Papatyalara, kuşburnu çiçeklerine, çördük ağaçlarına, mor dikenlere süslü süslü cümleler kurdum içimden, yanlarından geçerken. Geçip gitmemiş oldum aslında o zaman. Bu, selam vermek gibi onlara. Sizi gördüm demek gibi, yolumu güzelleştirdiniz diye sevinmek gibi.
Yoksa nasıl çekilir yol? Otobüstekiler genelde geçim derdinde erkekler ve gelininden, eltisinden yakınan kadınlarla dolu oluyor. Gençlerin ise hiç derdi yokmuşçasına sessizliği dolduruyor koltukları. Kulaklıkları ve telefonları varsa tamam. Dünyanın geri kalanı umurlarında değil gibi. Bana öyle geliyor da olabilir.
Son binişimde kekeme bir yaşlıya denk geldim. Felç geçirdiğinden öyle bir hasar kalmış dilinde. O anlatıyor, etraftakiler de bir gayret tercüme ediyorlar onu. Tarla mı almış, ev mi satmış; hararetle anlatıyor olup biteni. Şoför de bu gayretliler arasında. Tüm anlaşılmazlığı ile epey bir şeyler anlattı yaşlı adam. Etraftakiler de dinledi, ben de dahil. “Bundan sonra ne yapacaksın?” dedi şoför. “Daha ne yapacan, ölüvercen gari!” dedi bir çırpıda. Kekelemeden, biraz sitemli ve aniden deyiverdi. Çok şaşırdım. Deminden beri hayata dair planlarını anlatmak için çırpınan adam, sıra ölüme gelince takır takır döktü kelimeleri dilinden.
Mesele ölümse, mesele sonlanmaksa, mesele bitişse bir çırpıda oluveriyor demek ki dedim içimden. Hem sözde hem de fiilde bu böyle demek ki…
Çiçeklere çevirmek istedim kafamı. En az su isteyen, kuraklığa son derece dayanıklı olduğu bilinen kaktüslerden almıştım geçen yaz saksıda. Çok nazlı, çok istekli ve kaprisli değildir diye aldım. Hakikaten de öyleler. Nasıl yaptım bilmem ama ben o mütevazı çiçeği de soldurdum. Susuzluğa dayanır demek hiç susuz da yaşar demek değildi. İhmalkârlık işte. Ben de zaten beceremiyordum, iyiden iyiye vazgeçtim saksı çiçeklerinden, onları evde beslemekten. Bakacağım dediğim çiçeği kendi ellerimle soldurmak canımı sıktı.
Kuruyan kaktüse bakarak, nasıl oldu bu diye düşünürken; tüm soldurduğum duygularım, önemsemediğim sevgilerim, içime tıktığım sevinçlerim, akmayan gözyaşlarım, yarım kalan mutluluklarım, ne var ne yoksa sıralandılar içimde. Ne çiçekler kurusun, ne benim heveslerim yarım kalsın, ne de zaten yarım kalmış olanlar baş göstersin… Herkes durduğu yerde dursun. Yoksa daha sırada gereksiz yere sinirlendiğim öğrencilerim, dinliyor görünüp duymadığım kardeşlerim, aramayı ihmal ettiğim akrabalarım, yapmadıklarım, etmediklerim var. Daha onlara üzülmem, hayıflanmam gerek. En iyisi ne ben çiçekleri kurutayım ne de tüm bunlar açığa çıksın. Uzaktan seveyim çiçekleri. Bir selam verip geçip gideyim. Etrafımdakilere ise daha ilgili olayım, olabildiğim kadar. Yoksa böyle zincirleme pişmanlığa maruz kalacağım her defasında.
Yazının ÇİÇEK kısmı bu kadar olsun. Devamı yarına inşallah…