Eugene Delacroix, Sakız Adası Katliamı, 1824, Boyutu : 419 x 354 cm, Musée du Louvre, Paris. (1)
Bu dünyadaki tarihin akışına bakarsak; bazı milletler ve dini gruplar, kendi gelecekleri için, kendilerini tarihte güçlü tutabilmek uğruna; bazı halklar, inanç gruplarını nefret söylemleriyle tahrik ederek “ötekileştirerek” düşman ilan etmişlerdir. Kendi yaptıkları zulümlerin tarihe geçmemesi için düşman ilan ettikleri milletler içinde yaşayan dindaş ve yandaşlarını devamlı zulme uğrayan, ezilen ve acı çeken bir azınlık gösterip onların hamisi geçinirler ve çok abartılı bir biçimde edebiyatı, sanatı, ticareti, dini ve bilimi kullanırlar.
Bu emperyalist milletler, kendilerine hiçbir başka milleti, özellikle rakiplerini, sömürdüklerini emsal görmezler. Gittikleri Afrika, Amerika ve Avustralya ülkelerin; adeta sömürülmeye layık, sanki taş devrini yaşayan ilkeler gibi görürler. Onların hiçbir medeniyeti yoktur ve onlara uygarlık götürmüşlerdir. Halbuki o Afrikalı, Amerikalı ve Okyanusyalı Zenciler, Kızı derilirler ve avuercinler dili olmayan, çıplak ve vahşi bir şekilde yaşayan topluluklardır. Onların anadillerini yok edip; sömürgecinin anadilini resmi dil olarak dikte ettirmişlerdir.?
1821’de bir Osmanlı toprağı olan Peleponnes yarımadası yani Mora ve adalarda yaşayan ve yüzyıllarca iyi komşuluk ilişkilerinde ve beraber yaşama kültürü geliştiren Türkler, adı geçen Mora İsyanı neticesinde toptan katledilip öldürülmüşlerdir. Çok az Türk, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarına gelebilmişlerdir. Balkanlar, Anadolu ve Mısır’a geçenler çok azdır. Bu geçenlere Moravi, Moralı, Moracalı gibi isimlerle anılmışlardır.
Müslümanların dışında kalan halklar ve inanç grupları, Müslümanlığın, insanlara uygun; mutlu ve barış içindeki yaşamanın tek gerçek çözüm reçetesi olduğu için; genellikle emperyalistler, bu engeli yıkmak, yok etmek istiyorlar ama bunu başaramadıkları için de parça parça edip sömürüyorlar. Mesela Fransa aynı tarihte Afrika’da 800 bin kişinin ölümüne sebep oldu ama bu dünya basınında görülmedi, gözlerden saklandı.
İkinci noktada; birbirini hep çok küçük inanç farklılığından dolayı ötekileştirerek; onlara karşı düşmanlarıyla ittifak yapıyorlar. Hafıza zayıf, belgelemiyorlar. Katledilen müslümanları önce kendileri unutuyorlar. Bir misal olarak 1821’de meydana gelen Mora İsyanında neredeyse bütün Türkler öldürüldüğü halde, onlara ait evler, çiftlikler, cami ve türbelerle ibadet yerleri yağmalanıp, tahrip edilerek yok edildiği halde; Avrupa’da yazarlar, sanatkârlar, şairler, politikacılar hep bir ağızdan “Türkler, Hıristiyanları katlediyor” diye bağırmış, yazarlar, şairler ve sanatçılar da olmayan “Yunan Katliamı” olmuş gibi abartarak eserler vermişlerdir.
Evet, bir katliam olmuştur ama bu Yunan Katliamı değildir. Biraz internette dolaşarak şu bilgilere ulaşabiliriz. O dönemden kalan bir yazılı belgeye göre; “Olayların başlamasından önce ,1828'de yapılan nüfus tahminlerine göre, Mora ve Orta Yunanistan'da 63.615'i Türk olmak üzere toplam 938.765 insan yaşamaktaydı. 1821 yazına gelindiğinde Türklerin tamamı öldürülmüş veya yaşadıkları topraklardan kaçmak zorunda bırakılmışlardı.”
Yine bir başka belgede William St Clair bu katliamlara şöyle işaret etmiştir;
Yunanistan Türkleri kendilerinden sonra çok az iz bıraktılar. Onlar ansızın ve tamamen 1821 yazında yok oldular. Bu yok oluş tüm dünyanın gözlerinden uzak oldu ve arkalarınca ağlanmadı. 20 binden fazla yaşlı, erkek, kadın, çocuk Türk; kendi komşuları Yunanlar tarafından birkaç hafta içinde öldürüldüler. Bu katliam acımasızca ve tereddütsüz hayata geçirildi... Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. Olaylar başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki kente sığınmaya çalışanlar da, Yunan güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kentlerde, Türkler, evlerine kapanarak kendilerini korumaya çalıştılar, ama pek azı kurtulabildi. Bazı yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağına dair onlara söz veren âsilere teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak âsilere dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı. (2)
William St. Clair katliam sırasında Tripoliçe'de bulunan yabancı subayların gördüklerini böyle anlatmıştır: (3)
« "10 bin üzerinde Türk öldürüldü. Paralarını sakladığı şüphe edilen tutsaklar işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile olan kadınların karınları kesildi, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Cuma’dan pazara kadar hava cığlık sesleriyle doluydu.... Bir Yunan 90 kişiyi öldürdüm diye övünüyordu. Yahudi topluluğu sistemli bir şekilde işkenceden geçirildi.... Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çaresiz yıkıntıların arasında koşarken Yunanlar tarafından yere atıldılar. (3)
Rum Ortodoks Kilisesi’nin tarihini yazan İngiliz yazar Steven Runciman ise bu katliamlara şu şekilde dikkat çekmiştir. (4)
Kilisenin Basil (Vasili) gibi büyük babaları, 1821’de Mora’da isyan bayrağını çeken piskoposların bu saldırgan eylemlerini görseydi dehşete düşerdi. Bu, Yunanların bağımsızlık veya kurtuluş savaşı değildi; Türklere ve öteki Müslüman azınlıklara karşı başlatılmış olan bir yok etme savaşıydı ve başlıca kışkırtıcılar Rum Ortodoks Hıristiyanlardı.
Şehirlerdeki katliamlara verilen tepkileri de şöyle özetlemiştir;
Ayaklanma başlar başlamaz, Yunan haydut Petros Mavromihalis, öteki adıyla Petrobey, çapulcularıyla birlikte dağlardan inerek, liman kenti olan Kalamata’ya giriyor ve Patras’taki güruhu gölgede bırakacak bir şekilde bütün Müslüman erkekleri öldürüyor; genç kadın ve çocukları köle olarak satıyordu. Bu “zaferi” kutlamak için kentteki ırmağın kenarında 24 papaz ayin düzenliyordu. Kalamata felâketini, Patras ve Livatya’daki bütün Müslümanların katli izliyordu.
Ancak olanlar bunlarla sınırlı değildi Yunanlar karşı tarafın bulunduğu çaresiz durum üzerine sadece bunları yapmadı garnizonları ateşe verdi. Denizcileri yakaladı bazılarını diri diri yakmak üzere çoğu öldürüldü. İngiliz tarihçi Salâhi R. Sonyel ise ünlü Yunan ve Orta Çağ tarihçisi William Miller'a da dayanarak bu olayları şöyle özetledi. (5)
“Nisan ayında Hidra, Spetsa ve İpsara adalarının Yunan sakinleri âsilere katılıyor; Osmanlı bayrağını taşıyan gemilere saldırıyor; gemicileri yakalayarak öldürüyor veya denize atıyorlardı. Mekke’ye Hacca gitmekte olan birçok Müslümanları da yakalayarak öldürüyorlardı. St. Clair, Howarth ve Miller gibi İngiliz yazarların anlattıklarına göre, bir Türk gemisinin 57 tayfası yakalanarak, zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülüyor ve orada, sahilde, diri olarak ateşte yakılıyorlardı.” (6)
1821’deki Mora İsyanının öncesinde ve sonrasında yapılan bu katliamları unutturmak için Fransız, Rus ve İngiliz şair, yazar, ressam ve bestecileri, katliama Türkler değil Yunanlılar uğradı diyerek şiirler, romanlar, hikayeler yazıp, tablolar, heykeller yaptılar ve musiki eserleri, operalar bestelediler. Yazar Victor Hugo, şair Lord Byron ve ressam Eugene Delacroix en önde gelmektedir. Rus, İngiliz ve Fransız gönüllü askerlerinin yanında Lord Byron’da bizzat İsyana katılmıştır ve Türklere karşı sıcak çatışmanın içinde bulunmuştur.
Sakız Katliamı adlı büyük tablo, Eugéne Delacroix tarafından yapılmıştır. Dünyanın en büyük müzelerinde sergilenen bu tabloda, yaralı çıplak vaziyette bir Yunan, çaresiz yarı çıplak genç kadın, onun sağ omuzuna adeta başını koymuş. Özellikle Türkleri vahşi ve barbar göstermek için tablonun önünde kadın ve çocuklar resmedilmiştir. Ağır bir tecavüze uğramış yarı çıplak kadının üzerinde çırılçıplak çocuk, adeta ölmek üzere olan annesine ağlarken, karnını doyurmak için son hamlesini yapmaktadır.
Resmin sol köşesinde karanlık zihniyetli bir Osmanlı Sipahisi, koyu ve siyah renklere gömülerek evladını kurtarmak isteyen bir erkeğe öldürücü darbeyi indirmek için kılıcını kınından çıkarmaktadır. Bu sipahinin atının terkisinde bir yere bağlı olarak çıplak vaziyette bir genç kız sürükleniyor. Bu genç kız, sağ eli ile de sol kolundaki ipleri çözmek için uğraşmaktadır. Çıplak adamla ölmek üzere olan çocuklu kadının arasında yaşlı bir kadın oturmuş vaziyette durmaktadır. Bu yaşlı kadının bağrı açık ve korkudan adeta gözleri yerinden parlamış gibi inancına göre göksel bir yardım için biçare olarak ya gökyüzüne ya da ufukta bekledikleri Rus, İngiliz ve Fransız yardımı geliyor mu diye bakmaktadır.
Yine Sipahi ile aynı tonlarda karanlık içine gömülmüş bir Osmanlı elinde tüfeği ile bu resmin sağ ortasına doğru gelmektedir. Resmin sağ köşesindeki bir isyancı figürünün yanında hanımı, o yaralı asiye sarılmış ve çaresizliği ifade etmektedir. Bu yaralı isyancının ayakları yanında birbirine sarılmış ve akıbetlerini bekleyen çocuklarda merhamet etkisi meydana getirilmiştir.
Sipahi ile tüfekli Osmanlı figürü arasında bulunan, karı koca bu katledilişi güya birbirlerine sarılarak karşılamaktadırlar. İki karanlık bölgenin arasında öndeki yaşlı kadın ve birbirine sarılmış olan karı koca gayet aydınlık olarak resmedilmiş ve zulümle kötülük koyu renklerle, haklı olanlarla mazlumlar ışık ve açık renklerle sembolize edilmiştir.
Resim adeta beş yatay bölümle planlanmış ve beşte ikisi derinlik hissi vermek için bulutlarla gökyüzüne ayrılmıştır. Akşam olmak üzeredir ve bulutlar da beyaz değildir. Öndeki figürlere gelinceye kadar açık koyu renkler ile bazı çizgiler etkisiyle derinlik verilerek gökyüzünün derinliğine yansıma yapılmış ve bir ada görüntüsü verilmiştir.
Yukarıda bu isyanın haberini bizlere ulaştıran yazarların verdiği bilgiler ile bugün Paris Louvre Müzesinde sergilenen SAKIZ KATLİAMI verileri arasında büyük itham ve iftiralar vardır. “20 bin Yunanlının insanlık düşmanı ve soykırımı uygulayan Türkler tarafından öldürülmesi (7) üzerine 1824 yılında bu tabloyu yapmıştır. 1826’da da MESOLONGİON HAREBELERİ ARASINDA ÖLEN YUNANİSTAN tablosunu yapmıştır. (8)
Eugéne Delacroix’nın aile yapısı hakkında bir şeyler yazmayacağım. Onun o şekilde dünyaya gelişini kendisi tercih etmemiştir. Bizim için yetenekli bir ressam olan Eugéne Delacroix, neoklasik tarz ile başlayıp, Orient (Doğu) konularını Victor Hugo ve Lord Byron ile romantik bir akımda çalışması olarak özellikle Sakız Katliamı eserinde görüyoruz.
Onlar, Doğu halklarına ve Türklere karşı yalanları dahi adeta devlet, siyaset, kilise ve kendi uygarlıklarının amacı haline getirmişlerdir. Biz hala savunmaktayız ve geri çekiliyoruz. Mora ve Adalarda öldürülen Türkler ve Müslümanların hakkında bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar ne edebi eser ne de resim heykel vardır.
Resim ve heykel konusunu çözememiş ve kavram kargaşasında boğulan ve bu konuda fikri menfi olan önyargılı insanlara ne anlatabilirsiniz. Resim ve heykel, insanların merak ve hayal duygusuyla belgeleyerek kuşaktan kuşağa hatıraları ve bazı düşünceleri aktarır. Resim ve heykel, “put” kavramı ile karıştırılmış; adeta işin kolayına gidilerek; kültürümüzün eşsiz güzellikte olan sahneleri resmedilerek belgelenmemiştir. Halbuki “put” Allah sevgisinin yerine her şeydir. Bir insan, Allah sevgisinin yerine; eşini, kendini, çocuğunu, fikrini, partisini, parti başkanını, parayı, pulu, makamı, şeyhini v. d. koyarsa; işte o kiş için koyduğu her şey bir puttur. Resmi ve heykeli de bu amaçla yaparsa, yaptırırsa o da put olur.
Mesela İstanbul’un fethi, bizler için çok önemlidir. O fethi anlatan, gösteren o gün yaşamış olanlardan ne bir şiir ne bir yazı, ne bir resim, ne de bir heykel vardır. Büyük devlet adamı Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra İtalya’dan Gentille Bellini’yi davet etmiş ve portresini yaptırmış. Bu yolu açmak istemiş ama devrin zihniyeti ve tutucu bazı kesimler tarafından sabote edilmiştir.
Daha sonra Sultan Abdülaziz adlı olarak kendisinin heykelini yaptırmış ama heykel bugün imparatorluk başkenti olan İstanbul’un bir meydanına konulamamıştır.
1876’da tahta geçen Sultan II. Abdülhamit, sanatkâr bir devlet adamıydı. İyi bir marangoz olan Sultan, kızının karakalem resmini yapacak kadar iyi bir ressamdır. SANAYİİ NEFİSE adıyla eski İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisini kurmuş ve eğitim hizmetine açmış. Aynı zamanda İtalya’dan ressam Fausto Zonaro’yu getirtmiş ve İstanbul Fethine dair birçok eser yaptırmıştır. Fatih’in İstanbul’a girişi, atını denize sürmesi ve gemilerin Tophane sırtlarından Haliç’e indirilmesi onun eseridir. Sanat ve edebi eserlerle desteklenmeyen her şey, gün gelir unutulur gider. Kavramları karıştırmadan, demagoji yapmadan güzel ve nefretsiz eserler verilirse; haklı dava ve kültürel durumlar kuşaktan kuşağa doğruca nakledilir ve yalana, iftiraya tenezzül etmeden, algı yanılması ve aldatma yapmadan güzellikler çoğaltılarak insanlığın kültürel ve medeni gelişmesine katkıda bulunabiliriz.
Kaynakçalar:
(1). Eugene Delacroix, Sakız Adası Katliamı, 1824, Boyutu: 419 x 354 cm, Musée du Louvre, Paris.
(2). William St Clair. ("That Greece Might Still Be Free: The Philhellenes in the War of Independence". Open Book Publishers. ss. 1-12. 16 Haziran 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Mayıs 2021.)
(3). William St. Clair. That Greece Might Still Be Free The Philhellenes in the War of Independence. London: Oxford University Press, 1972. ISBN 0-19-215194-0, p. 43.)
(4). Steven Runciman - (Miller, William; Miller, William (1923). The Ottoman Empire and its successors, 1801-1922. Being a rev. and enl. ed. of The Ottoman Empire, 1801-1913. Preservation Department UCLA Library. Cambridge [Eng.] : The University Press.)
(5). (Howarth, David Armine (1976). The Greek Adventure: Lord Byron and Other Eccentrics in the War of Independence (İngilizce). Collins. ISBN 978-0-00-216058-2.
(6). Sonyel, Salahi Ramadan (2011). İngiliz gizli belgelerinde Türk-Yunan ilişkileri: (1821-1923). Remzi Kitabevi. ISBN 978-975-14-1457-1.
(7). Giller Neret, Delacroix, Taschen Verlag, Köln - London, 1999, sayfa 14-16.
(8). Giller Neret, Delacroix, Taschen Verlag, Köln - London, 1999, sayfa 6-7.