Liselerde eskiden yönetmelik gereği alan seçimi yapılırdı. Sayısal (Fen), Eşit Ağırlık (TM) ve Sözel (Sosyal) şeklinde üç alan vardı. Her lise, Anadolu lisesi türüne dönüştürüldükten sonra güya alan seçimi kalktı ve ders seçimi gelmişti. O gün bugündür alan değil, ders seçiliyor şeklinde gerçekleşen liselerdeki seçmeli ders uygulaması, aslında yine bal gibi alan seçimi yapılarak uygulanmaktaydı. Bu durum da, herkesin bildiği sırlar(!) dandı!
Alan seçiminden ders seçimine geçilmesindeki maksat, öğrencilerin alan programı içerisindeki paket dersler yerine istediği dersleri seçmesine olanak sağlayarak üniversitede seçeceği bölümlerde kısıtlamanın kaldırılması ve katsayı mağduriyeti ile karşılaşmaması idi. Fakat bu defa uygulamada yaşanan sorunlar ortaya çıktı. Sınıf, ders ve öğretmen dağılımları okul yönetimlerini sıkıntıya düşürdüğü için ders seçimleri yine paket programlar halinde seçilerek uygulanır oldu. Öyle de devam etmektedir.
Meslek liselerindeki öğrenciler de zorunlu olarak sadece Sözel alan karşılığında kabul görmekten güya kurtarılmış olunuyordu. Biz veli ve öğrencilere, Anadolu lisesinde başarılı olamayacak öğrencilerin Meslek liselerine yönlendirilmesi yönünde rehberlik yaparken, olaya siyasetin girmesiyle karar verici mercide olanlar, popülist yaklaşımla suları tersine akıtma pahasına, Meslek Lisesi öğrencilerini Anadolu Lisesi öğrencisi yaptıklarını kağıt üzerinde ispatlamış oluyorlardı!
Evet Meslek liselerindeki öğrenciler de Fen ve TM alanlarını seçebilmekte idiler ama bünyeleri kaldırabiliyor muydu? Ne mümkün! Deneme ıkınmaları yapılmış olsa da, asla başarılı olunamamıştı!
Tüm liselerin ilk iki yılı, ortak dersler üzerinden bir müfredatla yürümektedir. Bu da aslında Anadolu lisesini kaldıramayacak olan bir öğrenci için Meslek lisesine geçiş imkanı sağlayan bir olgu ve imkan olmasına rağmen ne hikmetse ne velilerin, ne de öğrencilerin pek çoğu bu fırsattan yararlanmamaktaydı. Lakin sınıfta kalma olmadığı için bir şekilde liseyi bitirecek olan genç, iş işten geçtikten sonra ah vah edecekti ama nafile…
Buna göre liselerde öğrenciler, fiilen 11. Sınıftan itibaren alan seçimi üzerinden eğitimlerini yürütmektedirler! Burada ister istemez öğrencilerin zihninde, alan seçimi ile zeka ilişkili ya da okulda gözde öğrenci olup olmama algısına dayalı bir problem ortaya çıkmaktadır.
Şöyle ki; güya en iyiler Fen alanını, orta iyiler TM alanını, en geride kalanlar da Sözel alanını seçer gibi bir algı üzerinden kategori oluştuğu için öğrencilerin çoğu, başarılı oldukları derslere göre değil, bu algıya göre seçim yapıyor. O da sınavda sorunlar doğuruyor. Bakıyorsunuz Fizik, Kimya ve Biyoloji dersleri öğrenciyi Fen alanını seçmeye taşıyacak boyutta olmasa bile öğrenci Fen alanını seçmiş! Nedeni öncelikle ben iyi bir öğrenciyim havasını yaratmak, ikinci bir sebep de üniversitede seçeceği alanların sayısı Fen alanında daha fazla diye o alanı seçmektir. İyi de sonuçta iyi bir bölüm ve iyi bir üniversite kazanamadıktan sonra sonuç fiyasko!
TM alanını seçen bir öğrenci, sınavlarda Fen alanındaki öğrenci kadar Matematik net yapabilmeli iken, bakıyorsunuz o da 4-5 net yaparak TM alanını seçebiliyor! Neden, çünkü kafasında Sözeli seçersem, işe yaramaz bir öğrenci konuma düşeceğim algısı var! Oysa o 4-5 net, o öğrenciye TM’de hiçbir getiri sağlamayacakken, Sözel alanında çok büyük bir getiri sağlayacaktır. Çünkü Sözel alandaki sıralamada sözel sorularını genelde pek çok öğrenci yaptığı için sayısal sorularındaki fark, onları üst sıralara taşımaktadır. Yani alan seçimlerinde de sıkıntı yaşanmaktadır.
Liselerdeki bir diğer önemli sorun da şu; gerek zorunlu, gerekse seçmeli derslerden bazıları halen branş öğretmenleri tarafından işlenmemektedir! Ve büyük bir olasılıkla bu sorun, Ortaokullarda da yaşanmaktadır diye tahmin ediyorum! Kaldı ki o kadar atanmamış öğretmen varken, o derslerde öğrencilerin öğretmenleriyle buluşturulamamış, daha doğrusu buluşturulmamış olması yönetici erkin en büyük ayıbıdır. Eğitim camiası olarak bizlerin utanç kaynağıdır. Öğrencilerin ise heba edilen geleceğidir…
Bu derslere zorunlu olanlarından İkinci Yabancı Dil olarak programlarda kendisine yer bulan dersi örnek vereyim. Bir kere herkesin anlayacağı üzere, okullarda okutulan birinci yabancı dil olan İngilizce’nin yanında okutulması planlanan bir ders bu!
Ne hikmetse sürekli olarak Almanca dersi okutulur. Daha doğrusu pek çok okulda okutulur gözükür! Tüh ya, yine ayıp ettim ve herkesin bildiği bir sırrı(!) daha deşifre ettim değil mi?
Öncelikle şu saçmalığa dikkat çekeyim ki;
-Neden sadece Almanca? Eğer bilinçli olarak Almanca okutulması gerekiyorsa dersin adı niye İngilizce dersinde olduğu gibi Almanca değil de, İkinci Yabancı Dil diye geçiyor?
-Yok gerçekten sadece Almanca dersi okutulmayacaksa, o zaman neden gereği yapılıp Fransızca ya da çağın gereklerine göre belki Rusça, Çince vs okutulmuyor?
Kaldı ki bizim Lise dönemlerimizde Almanca ve Fransızca seçerek okuyan arkadaşlarımız ve okullarda o derslerin branş öğretmenleri olabiliyordu. En azından ilçede birer tane bulunur ve seçen öğrencilerin derslerine o hocalar girerdi! O kadar Fransızca mezunu öğretmen adayı genç var ve hatırlayın lütfen, geçen yıl seksen küsur puanla Türkiye birincisi olmuş bir gencimiz kadro alamamış, ‘Ücretli Öğretmen’ olarak bir okulda derslere girmeye başlatılmıştı! Ne kadar acı bir tablo ve bir kez daha utanç vesilemiz değil mi?
Daha vahim bir problem de şu! Neredeyse her okulda Almanca dersi olarak okutulan, o İkinci Yabancı Dil dersi dahi pek çok okulda branş öğretmeni tarafından doldurulamayan bir ders olarak geçer. Başka branşların öğretmenleri o derse ücret karşılığı girer. Almanca biliyormuş ya da bilmiyormuş, çocuklara o dersin gereği hakkıyla öğretilecekmiş ya da öğretilmeyecekmiş! … O konular kimin umurunda? Nasıl olsa üniversite sınavında soru da çıkmayacağı için veli ve öğrenci açısından da problem edinilmeyecek. Oh ne ala Mualla! Ne hikmetse kimse bu sorunu önemsemez ve ‘battı balık yan gider’ mantığı ile haftalık ders saati doldurulur, çocukların dersinin boş geçmesi okul yönetimlerince alınan o palyatif tedbirlerle aşılır!..
Ondan sonra şu tespit neden kabul gören bir tez olmasın?
“Öğrencilerin okul hayatındaki dersler, birinci öncelik olarak eğitim ve öğretim amaçlı olarak düzenlenmemekte; çocukların anne babaları ile aynı saate evlerine gitmeleri için düzenlenmektedir!”
Haydi çıksın bir babayiğit bu tezin doğru olmadığını ispatlasın da göreyim…
Öte yandan seçmeli din dersleri türevleri ile neredeyse her okulu İHL gibi bir pozisyona kavuşturdular. Fakat o derslere girecek branş öğretmeni sıkıntısı hiç yaşanmıyor ne hikmetse!
Eskiden her lisede bir tane Din Kültürü öğretmeni olur, o ders ve öğretmeni çocukların sınav kaygısı ve stresinden uzak tutularak bir nevi rahatlama ve rehabilitasyon uzmanı ve dersi gibi işlev görürdü. Ne hikmetse siyasal İslamcı bu iktidarlar çok büyük bir iş yapmayı başarmış gibi, dinci Din Kültürcülerin baskısı ile “Bizim dersimizden de üniversite sınavlarında soru çıksın fetişizmi” ile güya derslerinin çok önemsenmesini sağlayacak adım atmış oldular. Ve Din Kültürü dersi, üniversite sınavlarında soru çıkar pozisyonuna gelmiş oldu!
Oysa tartışılır bir pozisyona oturmuş oldu. Acaba Din Kültürü öğretmeni olsaydım olaya yine böyle bakar mıydım? Sorusunu kendime sorarak cevaplıyorum ve yine aynı kanaatte olurdum, diyorum. Bence Din Kültüründen soru çıkmamalıdır. Kaldı ki, farklı dinlere mensup ya da din sorularını cevaplamak istemeyenlere yönelik felsefe grubu soruları sorulmaktadır. Bu ayrımcı yaklaşım bile olayın tartışmalı pozisyonundaki değirmenine su taşımaktadır! Yani sorularda eşitliği ortadan kaldırmaktadır…
Haftalık tek ders ve okulda tek Din Kültürü öğretmeni olduğu zamanlarda, her sınıfın dersine giren o öğretmenler, okulun bütün mevcudunun sınav kağıtlarını elden geçirir ve okurdu! İşte bu noktada, Din Kültürü öğretmeni arkadaşların iş yükü fazlalığı bir problem olarak dile getirilebilirdi. Fakat o sorunu arkadaşlarımız her sınavı test yaparak aşıyordu!
Tanrının buyruğu gereği dinde zorlama olmaması cihetiyle olaya yaklaşıldığı için Din Kültürü öğretmenleri de nefret ettirme değil, sevdirme metodunu kullanarak öğrencileri sınav kaygısından uzak tutarak gönül fethini gerçekleştirirdi.
Ne zaman ki, zihinler “Güç bende artık, istediğimi bu dönemde yapamayacağım da ne zaman yapacağım?” zafer sarhoşluğuna yenik düştü! İşte ondan bu yana, zorlama ve dayatmalar ardı ardına gelmeye başladı.
Önce haftalık ders saati arttırıldı! Bir okula bir Din Kültürcü yetmez oldu. Sonra seçmeli din dersleri açıldı derken, biz Mars’ın yüzeyinde su keşfetmeye başlamıştık Allah’ın izniyle! Sanki yeni vahiyler gelerek var olan dinin kapasitesi artmış ya da diğer dinlerin kültürel hacmi genişlemişti! Okulların İlahiyatçı kadroları yetmez olmuştu! Doğal olarak öğretmen alımlarında aslan payını İlahiyat mezunları almaya başlamıştı. Tepkiler artınca, suyun başında oturan çok akıllı(!) arkadaşlar, Mars’a giden dört şeritli yolu da keşfetmiş oldular!
İlahiyat mezunu atama sayısı yerine; İlköğretim Din Kültürü, Lise Din Kültürü, İHL kadrosundaki Meslek dersi diye geçen İlahiyat alanlarını da Siyer, Fıkıh, Tefsir diye parçalayınca şark kurnazlığıyla güya eşit alım yapıldığı imajı verilmeye çalışıldı! Dolayısıyla sözüm ona, dindar insanların yaptığı ve yaşattığı kul hakkına tecavüzdeki sınır tanımamazlık, tutarsızlık ve ilkesizlik eğitim alanında da almış başını gitmekteydi.
Oldu olacak ben de bir öneride bulunarak “Balığın kulağına kar suyu kaçırayım” ve iş tamamına ersin bari! Aslında burada kullanmam gereken atasözü, içinde eşşek ve karpuz kabuğu ifadeleri geçen bir atasözü idi. Ama artık insan, mecaz ve esprili sözleri dahi kullanmaktan çekinir oldu! Zira George Orwell’ın 1984 adlı distopya romanında olduğu gibi kullandığımız cümleler ve kelimeler budanmalıydı! Orada “Çift Düşün” kuralı gereği Büyük Birader’in propaganda akıl danesi, kullanılan bazı kelimeleri ihanet ve suç unsuru olarak göstermekte ve insanların kelime hazinesini daraltmakta idi! Günümüz Türkiye’sinden söz etmiyorum, aman ha yanlış anlaşılmasın…
Peki nedir önerim? Az önce yukarıda zikrettiğim İkinci Yabancı Dil dersine de Arapça öğretmenleri atasınlar da, Ortadoğu bataklığına çekilmiş ve kendi ülkemizde yabancılaşmaya doğru sürüklenen halkımızın Suriyelilerle, Afganlılarla, Iraklılarla, Pakistanlılarla ve gelmesi planlanan Suudlularla entegrasyonu sağlansın. Sonuçta Arapça da yabancı dil nasıl olsa!
Ülkemizde yabancı olarak onların entegrasyonu sağlanacağına her yerde Arapça yazılı bildirimlerle onlara hizmet sunulduğuna göre bari garip milletimizin evlatlarına o kadarcık bir hizmet sunulmuş olsun! Hatta bizzat ülkemizde yer edindirilmiş anadilde Arapça bilen ümmet kardeşlerimiz(!)olan yabancılar, Arapça öğretmeni olarak tercih edilirse daha verimli olur. Onların istihdamına katkı sağlanarak Batı’nın ve ABD’nin de övgüsüne mazhar oluruz. Belki bize üç beş sıcak döviz girişi de yaparlar hah! Ne dersiniz? Bir taşla kaç kuş vuruluyor bakın?
Kaçmaz bu fırsat bence…