?>

Dertli Ne Ağlayıp Gezersin Burda

Halil GÜLEL

11 ay önce

Hayatımın baharında henüz on dokuz yaşındayken; kitaplardan, şiirlerden, hikayelerden, romanlardan, görsel olan fotoğraflardan, tebrik kartlarından ve özellikle siyah beyaz filmlerden tanıdığım İstanbul’a ilk gelişimde; beni getiren Denizlerli gurbetçi İbrahim abi, gece yarısını geçmesine rağmen, Üsküdar meydanında bırakıp, oradan Kabataş’a geçip Almanya yollarına düştüler.

Üsküdar meydanında sap gibi kala kaldım. Bereket ki daha önce düzenli kitap okuyordum. Özellikle de Kemalettin Tuğcu’nun “Köprü Altı Çocukları” gibi kitaplarını okuduğum için; bilmediğim bir yerde polis, bekçi veya güvenlik görevliler hakkında bilgi sahibi olmuştum. İlk yardımı o anda orada bulunan bir gece bekçisinden istedim. Dayımın adresini gösterdim ve oraya bir taksi ile bekçiyle birlikte gitmek istediğimi söyledim. Sağ olsun bekçi, koltuk değneğim ve bastonumla beni savunmasız gördü ve “Tamam, ben de geliyorum” deyip, Mavi Sakal dedikleri birinin taksisine bindik ve adrese beraber gittik.

O gece yaşadığım maceraları ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin yetenek sınavlarındaki hatıralarımı bir başka yazıma bırakarak; çok şükür Akademinin İç Mimarlık ve Yüksek Resim Bölümü sınavlarını kazandım. Tercihimi çocukluğumdan beri hayalim olan Yüksek Resim Bölümü için yaptım. Akademideki ilk yılımda desen ve temel sanat eğitimi aldım. Dersler beni zorlamıyor fakat kalacak yer ve o yere gidiş gelişler, benim için dayanılmaz çile ve ızdırap oluyordu. Okumak ve sanat aşkı bu ızdırapları bir nevi bertaraf ediyordu.

Akademiye girmek ve orada eğitimime devam edebilmem beni mutlu ettiği gibi, o zamanlar; benim dışımdaki bütün aile fertleri Almanya’da yaşıyordu. Onlara mektupla verdiğim yüksek tahsil müjdemi, birkaç yüz kartallı Alman Markı göndererek ödüllendirdiler.

Bu arada babam, gelecek ilk yaz tatilinde Almanya’ya getirip tedavi ettireceğini yazdı. Nereden duyduysa bilmiyorum; birkaç ameliyat olursam; her şey yolunda giderse; bastonsuz yürüyeceğimi yazdıkça ben de çok seviniyordum. Bastonsuz olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Meclisi Mebusanı olan binadaki Akademi koridorlarında yürüdüğümü hayal ediyordum. Yandaki Molla Çelebi Camiine, bastonsuz gidip ibadet etmeyi, ilkbaharda Fındıklı Parkı'nda yürüyüş yapmayı her gece senaryolar yazarak yaşıyordum.

Ve beklenen günler geldi. Babamın gönderdiği uçak biletimi alıp, Vezneciler Site Yurdunda tanıştığım Pakistanlı Abdülgaffar Han abi ile Yeşilköy Havaalanına gittik. Beni yolcu etmeye başka akraba ve arkadaşlar gelmemesine rağmen; Abdülgaffar abi gurbette yaşadığı için gelmişti. Şair Nedim’in bestelenmiş olan “Eğlenelim raks edelim lale zamanı” şiirini söyleye söyleye çıra gibi güneşli bir haziran gününde kısa kollu tişört ile uçağa bindim.

Uçağa da ilk defa biniyordum. Uçakta yan yana oturduğum izinden dönen misafir işçiler ile sohbet ettik. Almanca bilmediğimi ya babamlar beni almaya gelmezlerse ya da ben, onları bulamazsam” diye endişemi belirttim. Hiç unutamam, sol yanımdaki işçi amca;

“Dert etme delikanlı. Ben Duisburg’ta çalışıyorum. Duisburg ile babangilin oturduğu Oberhausen komşudur. Elindeki adrese göre ben seni oraya götürürüm” der demez çok rahatladım. Artık uçak yolculuğunun tadını çıkarıp Düsseldorf havaalanına indik. Birden bir alkış tufanı koptu. “Bu ne?” der gibi yanımda oturanların yüzüne baktım. Onlarda beraberce;

“Maşallah, pilotlar, hiç sarsmadan ne güzel indirdiler uçağı” diye cevap verdiler. Bu konudaki cahilliğim ortaya çıkmasın diye ben de “Maşallah” deyip başımı sallayarak onları onayladım.

Neyse Düsseldorf havaalanında ailem ile çok rahat buluştuk. O zaman altı yaşında olan en küçük kardeşim, polislerin arasından geçip yanıma geldi. İlk müjdeyi, “Abi seni gelecek diye babam, radyolu teyp aldı. Artık bizim de siyah beyaz bir televizyonumuz var” dedi. Ben onlara kavuşmamın mutluluğunu yaşarken; o da radyolu teybin ve televizyonun sevincini paylaşmıştı…

Babamlar, Oberhausen’de oturan köylümüz Tekin amcanın arabası ile gelmiştiler. İstanbul’da çıra gibi olan güneşli hava, yerini, Almanya’da, elinden en çok sevdiği oyuncağı alınıp gözünün önüne kırılmasından dolayı yüzünü asmış ve adeta gözlerinden de sicim gibi inciler döken bir çocuk halindeydi. Yağmur altında Tekin amcanın arabaya adeta sıkışarak bindik.

Havaalanından ayrılır ayrılmaz babam sigarasını “cos” diye yaktı. Yağmurlu havada bir iki santim kapısının penceresini açtı. Kara tren gibi sigarasının dumanını pencereye doğru üfürdü. Arabanın hızından ötürü sigara dumanı olduğu gibi bana geldi. Hafif yollu serzenişte bulundum. Benim bu sözlerime karşı bir iki defa öksürüp sesine ayar veren babam;

“İmanımla dumanıma karışma!” deyip beni adeta uyardı. Sesimi kıstım ve sigara dumanına rağmen yağmurlu havada pencereden dışarıyı izledim. Babamın bu ikazından sonra; Almanya’da işlerin zor olacağını anlamış oldum. İkinci şoku da eve gelince yaşadım. Hepsi arabadan indikten sonra yukarı çıkıp giderken;

“Açık kapı görünceye kadar yavaş yavaş çık gel. Kendini yorma” dediler. Birinci katı çıktım; açık kapı yoktu. İkinci, üçüncü, dördüncü derken soluk soluğa beşinci kata çıktım. Kapı açıktı. Gelen sesler ve gürültü bize benziyordu. İçeriye girdim. Diğer kardeşlerimde sarılıp “hoşgeldin” dediler. Bizimkiler sofrayı hazırlıyorlardı. Çıktığım kat, çatı katıymış. Tavan insanın başına değiyordu. Bu zamana kadar hiç bu kadar yükseğe merdiven ile çıkmamıştım. Bir daha çıksam neredeyse aya varacaktım diye sessizce içimden geçirdim. Almanya’da yaşayan ilk gelenlerin, bu kadar mağdur ve yoksul bir halde; adeta en alttakiler gibi yaşadıklarını görüp şahit oluyordum.

Kasım ayına kadar babam, değişik makam ve büroları benimle birlikte dolaşıp, ameliyatımın olacağı yeri buldu. Trabzonlu Ahmet abi ile Hertendeki Katolik Elizabeth hastanesine yatırdılar. O zamanki hastane ve tedavi şartları şu andaki ile karşılaştırılamaz bile… Babamın ehliyeti yoktu. Yanıma ziyarete geldikleri zaman bir komşunun, ya da akrabalarımızın arabalarıyla geliyorlardı. Özellikle bazı çok yakın akrabalar, babamları benim yanıma getirirken; önce benzin istasyonunda depoyu doldurup; sonra da doğal olarak ücretini babam ödüyormuş.

Babamların gelirlerinin az olması, sürdükleri hayat şartları; Türkiye’de hayal ettiğim gibi değildi…Türkiye’ye tüylü fötr şapkası, sırtında ütülü takım elbisesi, naylon gömleğe kravatı taktıktan sonra sivri uçlu İtalyan ayakkabısını da giyip, filtreli sigara içenleri gördüğümde sanki milletvekili, bakan veya vali gelmiş sanıyordum. Hele ilk gidenler; Türkiye’de ve Almanya’da doktorlar tarafından özenle seçildikleri için Türkmen alka atları gibi çok zarif ve yakışıklıydılar. Halamın kocası Muammer Cingit dayım ile pabuşçu Hasan Hüseyin Ağan’a ne giyse yakışıyordu.

Ve hastaneye yattım. Doktorlar başımda birçok şeyi konuştular ama ben, bir şey anlamıyordum. Çünkü, Almanca bilmiyordum. Sanki kurbanlık bir koç gibi kasaplarımın emrindeydim. Yemekte gelen etleri dahi; hep domuz eti sanıp yemiyordum. Peynir yiye yiye bıkmıştım ama kimseye bir şey diyemiyordum, diyecek Almancam da yoktu.

Ameliyat oldum. Hastane odasında önce yalnız kaldım. Ameliyatın ikinci haftası ağzımdan burnumdan kan gelmeye başladı. Dudağımın derisi de ızdıraplardan dolayı dökülmüştü. Acıları kimseye söyleyemiyor ve acıları unutmak için kısa dalga Türkiye’nin Sesi radyosunu dinlemek ve temin ettiğim kitapları okumaktan ve en basit kartonlara kara kalem resim çizmekten başka lüksüm yoktu.

Birgün birçok doktor odama geldiler. Tercüman olarak, bugüne kadar hiç görmediğim, hastanenin başka bölümünde çalışan Türk doktoru da gelmişti. Diğer doktorlar, uzun uzun bir şeyler konuştular. Sonra o Türk doktoruna; en yaşlı olanı, “haydi söyle” der gibi el işareti yaptı. Türk doktoru yanıma gelip;

“Delikanlı” dedi “ameliyat iyi geçmiş ama nereden kaptığın bilinmiyor; vücudun mikrop kapmış ve sizi zehirliyormuş. Bu yüzden diz üstünden ayağın kesilmesi lazım; yoksa…” der demez artık hiçbir şeyi işitmez oldum. Her şey başımda aşağı dönüyordu.

Denen sözleri anlayamıyordum. Artık bütün doktorlar, gözümün önünde sessiz gölgeler gibi bir halde sadece hareket ediyorlardı. Bir süre daha kaldılar. Başka çıkar yolu olmadığını söyledi Türk doktoru acele etmemi, aileme de haber vermemi istediler. O zamanlar telefonumuzda yoktu. Komşumuz Şevket Aktaş abilere telefon açıp, ayağımı keseceklerini ağlayarak söyledim.

Odada yalnızdım. Tek dostum Türkiye’nin Sesi radyosu yayına başladı. Münir Nurettin Selçuk, önce “Aşığa Bağdat Sorulmaz” şarkısını o kadar içten söyledi ki “Ümit yolcusu yorulmaz” dediği ikinci mısrası adeta yüreğime işledi. Umut ve umut etmek; eğer ucunda bir ışık varsa ne güzel diye düşünürken; birden odanın kapısı açıldı. Babam Şevket abi ile birlikte Yavuz Sultan Selim Mısır’a girişi gibi içeriye daldılar. Babam, çok öfkeliydi. “Deli misin sen! Allah’tan umut kesilmez! Neden ayağını kestiriyorsun?” diye bağırdı. Ne diyeceğimi bilemedim ama babamın “Allah’tan umut kesilmez!” cümlesi, renkli ışık dalgasıyla beynime yerleşip beni rahatlattığını hissettim.

Babama, doktorlar, o halde yapılacak tedaviyi söylemişler. Babam, benim cesur olduğumu belirtmiş. “Ameliyatındaki çürümüş yerleri narkozsuz temizleyeceğiz. Dayanması lazım” demişler. Babam da benim adıma söz vermiş. Ben de babamı mahcup edemezdim. Bir gün sonra dedikleri gibi acı veren tedavi başladı. İki üç gün sonra beyaz önlüklü kimi gördümse elimde olmayarak bütün vücudum titriyordu.

Gün geçtikçe ayağımın kesilme tehlikesi geçiyordu. Yine bir gün Türkiye’nin Sesi radyosunda, Zeki Müren, berrak sesiyle “Dertli ne ağlayıp gezersin burda? Ağlatırsa Mevlam yine güldürür” diye şarkı söylüyordu. Bu şarkının her sözü ufukta beliren umut ışığını günbegün daha da parlattı ve bana yaklaştırdı.

Koca Yunus Emre’nin yazdığı şiiri bestelenmiş ve Zeki Müren, ruhlara işleyen o güzel diksiyonu ile çok anlaşılır bir tarzda tane tane söylüyordu. Yunus Emre, bu şiiri, Bakara Süresi 286.cı ayetinin etkisiyle yazmış. Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayeti Türkçeye, “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir” diye çevirmiş.

Buradan şu sonucu çıkardım. Demek ki alemi ervahta verdiğimiz söze göre hepimiz bir türlü imtihan oluyoruz. Yani aşkla iman edip, güzel amellerle doğruyu söylemek ile yükümlüyüz. Sonuca tevekkül edip sabır edersek; kısacası tam teslim olursak; Yunus Emre’nin şiirini şarkı olarak seslendiren Zeki Müren’nin dediği gibi “Ağlatırsa Mevlam yine güldürür” tesellisi beni rahatlattı. Şimdi o günleri hatırlamıyorum bile. Hayatı yaşadığınız günün şartlarına göre görürseniz ve Allah’a teslim olursanız umudunuzun güneşi sönmez. Umudunuzu yitirmeyiniz ki hayat güneşiniz sönmesin: Çünkü, bir şekilde hayat devam ediyor.

 

Halil GÜLEL

Düsseldorf / 04.02.2023

(Herkesin Anlatacak Bir Hikayesi Vardır)

 

DERTLİ NE AĞLAYIP GEZERSİN BURDA

 

Dertli ne ağlayıp gezersin burda

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

Nice dertli kondu göçtü burada

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

 

Bu dert benim munisimdir yarimdir

Arşa çıkan benim ah ü zarımdır

Seni ağlatan lutf ıssı kerimdir

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

 

Daim Hakk'a cemalini dile dur

Zikr ile mevlayı dilden anadur

Kahrı kime ise lütfu onadır

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

 

Sevdaya salma şu garib başını

Akıtır gözünden kanlı yaşını

Kerimdir onarır kulun işini

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

 

Yunus senin gözlerinde çok hal var

Önünde uğrayıp geçecek yol var

Gece gündüz dur da mevlaya yalvar

Ağlatırsa mevlam yine güldürür

 

Yunus EMRE

 

Resim : Halil GÜLEL, Kalbimdeki Umut Yaprakları, yağlı boya, 50x60 cm, tuval, 1982, Özel Koleksiyonda.

YAZARIN DİĞER YAZILARI