دل … "dil"… Farsçada "gönül, yürek" demek. Türkçede kullandığımız, konuşma organı olan ve ondan yola çıkarak türetilmiş anlaşma aracı anlamına gelen "dil" sözcüğüyle alâkasız gibi görünüyor başlangıçta. Fakat öyle mi acaba?
Biraz düşünürseniz, bu, iki ayrı millette de "dil" şeklinde telaffuz edilen sözcüklerin birbirleriyle çağlar öncesinde buluşup kenetlendiğini; hatta binlerce yıllık kültür dünyamızda etle tırnak gibi olduğunu fark etmeniz uzun sürmeyecek.
Kâinat yaradılalı beri gördüğümüz ve göremediğimiz her şey insan türünün emrine verilmiş. Ya da insan öyle olduğunu sanmış. İnsanı ise diğer canlılardan ayıran en büyük hasletler; akıl, irade ve duygularla donatılmış olması. Sevgi, şefkat, özlem, hırs, hüzün, mutluluk, acı, korku... Türlü çeşit duygular, birbirine ayaklarını altlı üstlü uzatmış iki gökkuşağı gibi çepeçevre kuşatmış yüreğimizi...
Orada doğan duygular birçok formda vücut bulmuş insanın bedeninde... Gün gelmiş, bir meydan muharebesini kazanma ereğiyle dolu bir avuçta yalaz yalaz bir kılıca kenetlenmiş parmaklar.
Kiminde bitmiş bir sevdadan arta kalan yanık yüreğin kül ve dumanı olarak uçuşup ya bir şiire ya bir türküye dönüşmüş tebessüme hasret kupkuru dudaklarında.
Sırasında, yeryüzüne merhaba diyeli daha birkaç hafta olmuş bir yavrunun, kara toprağın bağrına bırakılan körpe bedenine ağıt...
Ocağına bir lokma rızık kazanma peşinde yaban ellere savrulan, yüreğinin yarısını sılasında bırakmış bir gurbetçiyi inşaat iskelesinde avutan ıslık…
Umarsız bir derde tutulan sayrı kişinin kör karanlık gecede, göğe açılan ellerinde ferahlık, daralmış yüreğinde felahlık omuş...
Şahit olduğu olaylarla kocamış; karası, denizi, göğü kırış kırış olmuş şu fâni dünyaya konuk olan her insan, gönül fırınında pişirip taşırıp kotardığı şeyleri, kimi zaman hâl diliyle; kiminde yazıp çizdiği eliyle; en çok da diliyle paylaşmış.
Dil, bu bakımdan gönülle doğrudan bağlantılı. Birinin varlığı, diğerini gerektirir. Ağlayan bir gözden damla damla süzülen de… Tezgâh başına kurulmuş al yanaklı bir köylü kızının hüner dolu parmaklarında ilmek ilmek örülen de… Mektebe yeni başlayan afacan bir çocuğun size dünyalar bahşeden gözlerinde ışıl ışıl gülümseyen de yine gönül aslında...
Ve tam da bu nedenle, "dile gelmek", sadece dil ile söylemek değil. Dudaklardan çok daha önce yüreğin söylediğini, bir kez de söz ile paylaşmak aslında...
Ve kulak... Yüreğin tercümanı olan ağızdan, dilden dökülenler de yine sadece işitme organında kalmaz ki... Oradan koşturarak geçer; önce beyne, sonra da bir daha çıkmayacağı asıl meskenine, yine yüreğe bağdaş kurar işitilen kelamlar ve onların tattırdığı duygular.
Bu yüzden dilden dile kurulan iletişim aslında gönülden gönüle kuruluyor demektir.
Hay Allah... Oysa her gün onlarca kelam duyuyoruz her yanda... Dikkatsizce, özensizce söylenmiş, dudaklardan iğretice dökülen bir yığın lafın geldiği kaynak da mı iğreti o halde?!...
Hele hele, günümüzde en ufak bir olumsuzlukta, küçük bir can yangısında karşıdakilere sayılan onca alçak söz de alçak yüreklerden kopmuyor mu, bu açıdan bakılınca?!...
Örneğin, daha birkaç gün öncesinde sizin saf kulaklarınıza sevda sözleri fısıldayan dudaklar, bugün en küçük bir olayda en çirkin küfürleri püskürebiliyorsa... Yaralanan sadece bahtsız kulaklarınız mı, yoksa o sözcüklerin asıl muhatabı olan gönlünüz mü?
Anlaşılan o ki, namlusundan fişek misali fırlayan yaralayıcı sözler, sadece kendi dilimizi kanatıp kirletmekle kalmıyor... Muhatabımızın yüzüne, gözüne, kulağına.... En çok da yüreğine işliyor, orada onulmaz yaralar açıyor.
Hele hele edepsizce sözler, hatta küfürler, tarih boyunca güzelliğin, zarafetin, sevginin, şefkatin her toplumda biricik sembolü olan bir kadının ağzından saçılmaya başlamışsa… Çehresi ne derece büyüleyici olursa olsun, yüreğindeki zehiri önce gözlerinden, sonra da sözlerinden yudumlamışsanız... Durum daha bir vahimleşecek, gözünüzde melekleştirdiğiniz o nurdan varlık, sizin nezdinizde yüceldiği kadar irtifa kaybedecektir.
Baldan tatlı öfkeyi tadan her kim olursa olsun, hırsının atına binecek, Orhan Gencebay'ın deyimiyle “yürekten kalbe sevgi ve şefkatten ilmek ilmek ördüğü yolları”, sırf içini ferahlatma uğruna düşüncesizce sarf ettiği birkaç sözcükle acımasızca dinamitleyecektir.
Evet, artık siz de bir "dilzede"siniz. Ağulu sözlerle gönlünüz, anbean yanmakta. Farsça tabirle "dilhûn"sunuz. / خون دل : gönlü kanayan / Üstelik bu öyle derin atılmış bir kesik ki, ne sargı tutuyor ne de sağaltıcı merhemi var. Zamanla daha da derine işleyen tabire gelmez bir sancı...
Ancak yine de unutmayın: Dil yarasına tutulmuş olsanız da karşıdakine aynı silahla cevap vermek, o naif ruhunuza yakışmayacak, önce kendi gönlünüzü sonra da dilinizi kirletecek, özü ve sözüne pas değmiş biri olarak sizi de karşıdakinin derekesine yuvarlayacaktır. Üstelik onursuzca bir davranış olduğu su götürmez bir hakikatken…
Size yakışan, içiniz yansa, öfke ruhunuzu kemirse de… Sükûnetle sabretmek… Çünkü bazı sözlerin cevabı, asıl söz sahibi tarafından verilmek üzere, mahşere ertelenir.