?>

DOMBİLİ KIZ!..

Adem KURUN

3 yıl önce

(Bu dizideki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi vardır! Asla hayal ürünü değildir. Sadece kişi ve yer adları değiştirilmiştir.)

Öyle varlıklı bir eve doğmamıştı Elif. Bilindik hikâyelerin başında kimimize edebiyat paralatan, birkaç paragraf tutacak görkemli bir bahçeleri, dubleks evleri, pembe panjurları da yoktu. Tek kat, müstakil, tuvaleti de dışarıda olan (Iyyy mi dediniz!) kendi halinde, eski bir evdi hayata katlandıkları. O kadar.

Babası ilkokul mezunuydu falan da demeyeceğim. Gerek yok. Liseyi bitirmişti pekâlâ. Endüstri Meslek Lisesi... “Sanat Okulu” dediklerinden... Hani sanat falan öğrendiği de pek söylenemezdi. Torna Tesviye’den çıkmıştı.  Çıkmıştı çıkmasına ya… Çayıralan küçücük bir ilçe olduğundan ne tornada ne de tesviyede iş bulabilmiş, yine dönüp dolaşıp babasının inşaatına kapıkulu olmuştu. Allahtan yaz tatillerinde inşaat işlerinde babasına çıraklık etmişti de, liseden sonra pek zorlanmamıştı.

Aha gördün mü demişti Elif’in dedesi, o zamanlar on yedilik delikanlı olan babası Necati’ye… Hani liseyi bitirip üniversite ohuyordun?!..  N’oldun yavrum! Ohuyacah yerlerine ağrı mı girdi yoğsa?..

Diplomayı aldıktan sonra üniversite okumayı aklı kesmeyen, kendi alanına göre de bir iş bulamayan Necati, birkaç yıldır kullandığı ve çivileri koyduğu kirli kalıpçı önlüğünü ustalığa özenir tarzda beline kuşanıp… Babasının çalıştığı inşaatın üçüncü katına çıkınca, bu sözle karşılanmıştı. Olsun, dedi Necati. Sonuçta babam. Kızar da kafa da bulur bal gibi. Adam haklı. Evvelleri okulu bahane edip az kaçmadım yanından. Yalan yok. İşte şimdi tilki gibi, kuyruğumu kıstırdım da gene geldim. El mahkûm… Ne derse baş göz üstüne…

Okumayan hemen her Anadolu delikanlısı gibi inşaat işçiliği yapan… İş sonrası eve gelip alelacele karnını doyuran… Vakti kalırsa kahvede arkadaşlarıyla birkaç el batak veya okey atan… Arada bir de halı sahaya gidip maç yaparsa “yaşıyorum” diyebilen bir gençti Necati. 

Askerlik sonrası, ailesi ve toplum da öyle uygun gördüğü için, helal süt emmiş (?!) bir kız bulunup çarçabuk baş göz edildi. Aslına bakarsanız, Necati’nin hayali bu değildi. Okuyup bir memur çıkmak, üzerine şöyle güzel bir lacivert takım elbise çekmek… (Beyaz çizgili olanından…) Kravatı da taktım mı, kebap!..  Sekiz-beş mesaisi sonrası iyi bir maaşla hayatın tadına ben de varayım!.. İsterdi tabii. Kim bilir, belki de o zaman kendi gibi memur, güzel, alımlı, maaşlı, çıtı pıtı sarışın bir hatun bile alabilirdi. 

Yok, hiç de öyle değildi Zuhal. Ne saçlarını açık sarıya boyar, ne alımlı alımlı yürüyüp koyu kırmızı dudaklarıyla kibarca konuşabilirdi. Maaş falan hak getire!..  Necati ve Zuhal, sıradan bir evlilikle yetinip bir de çocuk sahibi olunca, iyice herkesleştiler.

Böyle bir ailenin eline doğdu Elif. Çarçabuk da büyüyüp okula başladı. Ne zaman büyüyüp okula başladığını gözlemleyemediler bile. 

Zuhal, pek becerikli bir kadın değildi. Evin işini akşama dek anca yapıyor, üç kişiye bir kap yemek zar zor çıkartabiliyordu. Elif’le ilgilenecek ne fazla vakti ne de bilgisi vardı doğrusu. Birkaç konu komşu, o da olmadı berbat bir dizi, tüm vaktini alıyordu. Çocuk yetiştirmekten bütün anladığı ise, çocukların, hele de kız çocuklarının dışarıya, sokağa pek gönderilmemesi gerektiğiydi. 

Necati, gün kararana dek inşaatta, ateşin alnında yedinci katta keser sallıyor, haliyle işten yorgun argın geliyor… Yemeğini yiyip çayını içince de Elif’le ilgilenmeye pek zamanı ve fırsatı kalmıyordu. Buna rağmen, az da olsa onunla oyunlar oynar, sohbetler eder, biricik kızını bütün bütün ihmal etmezdi.

Elifi anası da severdi sevmesine ya... Zuhal’in sevgisi biraz örtülü, perdeli cinstendi. Zuhal, sevginin öyle ulu orta, sere serpe gösterildiği bir evin kızı değildi. Onun, insanı görünmeyecek kadar içten, epeyce de derinden seven bir ailesi vardı. Böyle olunca insanın karşıdakine muhabbetini göstermenin ayıp, sarılıp öpmenin günah görüldüğü, şen bir kahkahanın ilaç için olsun bulunmadığı bir kız olarak yetişmişti. Haliyle Elif’i el bebek gül bebek büyütmedi. Biricik kızının pek çok talebine farkında olmadan engel oldu, ket vurdu. Elif’in ruhuyla dış dünya arasına, kendi gibi, soğuk, mesafeli, biraz da uyumsuz bir duvar ördü.

Babası Necati, karısına nispetle açık, billur bir yüreğe, kafaya sahipti. Duygularını bayrak gibi elinde sallar, yüreğini avuçlarında sergilerdi… İkinci bir ajandası olmayan, alabildiğine düz bir adamdı. Sevilecek yerde sever, sövülecek yerde söverdi. 

Elif’e olan tutkusu ise bir başkaydı. Akşama kadar inşaatta imanı gevrerdi. Sarı sıcakta yevmiye karşılığı kalıp çatar, kolon dikerken kızı Elif’i karısı Zuhal’i aklına getirir, bu çileler onlar için, der… Bir de bismillah’ını tazelerse zaman, onluk çivinin bir kalasa saplanmasından daha tez geçerdi.

Akşamı dar eder, kendini eve atınca kızını kapıda kucaklardı. Babasının kucağına çıkan Elif, artık ilkokula başladığı için mi, yoksa sevginin bu kadarının fazlalığından mıdır bilinmez… Mahcup bir eda ile anasına önce bakar, baba kucağında daha bir utanarak saklanır, gözlerini Zuhal’den kaçırarak Necati’ye sıkar, sıkardı..

Elif büyüdükçe anasına benziyordu. İlk bakışta çok hissedilmese de çoğu yeri oydu. İşte siyah iri çatık kaşlar… Esmer, değirmi, tombulcana çehre… Basık bir burun… İlle de iri kemikler ve dolgun vücut… Büyüdüğünde Zuhal’in birörneği olacaktı. Oldum olası aynalara düşman Zuhal, Elifin kendini andırmasına bir yandan seviniyor, yalnız başına kaldığında ise içten içe üzülüyor; bazen öfkeleniyordu. 

Neden o da kendisi gibi olacaktı ki?!.. Şişman ve biçimsiz bir beden… Seyrek ve küçük dişler… Kanatları genişçe yassı bir burun… Geniş basenler, kalın bacaklarla karşısında badi badi yürüyecek bir eşini daha görmeye asla tahammül edemeyecekti. Bunu kendine itiraf edemese de hisleri böyleydi.

Kimi zaman altı, yedi yıl öncesini düşünen Zuhal, Necati ve ailesinin görücü geldiği günü aynıyla izliyordu zihninin aynasında: “Kara yağız, dal boylu, iri kara gözlü Necati işte kapı aralığından görünüyor. Kanepeye iğretice oturmuş. Sağ ve solunda ana babası. Bu ikinci gelişleri. Kesin beğenmeyecek!.. Buyurun, kahveniz… Allah’ın emriyle… Rabbim öyle uygun görmüşse hayırlısı olsun…. Aaaaaa.. Bu oğlan aptal mı ne? Beni, beni nasıl beğenir canım! Ya deli, ya kör… Kendi bayağı yakışık… Eh, tamam; uzatmıyorum, kabûl o zaman!...”

Necati, hanımını seviyordu. Görücü usulü aldığı eşinin kaşı gözü, boyu bosu onca pek önemli değildi. Anlaşalım da gerisi mühim değil, demişti garibim. Ondan sonra, hanımını fiziğiyle hiç değerlendirmemişti.

Şimdi, kızı Elif’in anasına benzerliği hoşuna gidiyor, hatta bazen karısına “Bak Zuhal, nasıl da tombulluğu sana benziyor!” yollu takılıyor, ondan bir ton azar işitip buna gülüyordu. Maksadı onunla yarenlikti

İlk ve ortaokulu iyiye yakın bir dereceyle bitiren Elif, başta nasılsa hep öyleydi. Ürkek, çekingen, narin, kırılgan… Özgüveni düşük.  Fakat zeki… Ancak bunu saklayan… 

Epey iri bir çocuk olduğu için birinci sınıftan itibaren arkadaşları ona hep “şişko, dombili, ayı”  benzeri sözlerle hitap etmiş; bunlarla örselenen Elif, gururunu korumak için hemen pusmamış, cevap vermişti. Saldırgan sözler sonrasında çaresiz kalınca da anasına haber etmişti. Zuhal, o çocukları bir güzel haşlamış; yetmemiş, velilerle konuşmuş; hızını alamamış, idare ve öğretmenlere sarıp adeta okulun altını üstüne getirmişti. Her söylenen söz, Eliften önce çınlıyordu yüreğinin derinliklerinde. Edilen her alayın asıl muhatabı yine kendiydi kızından evvel. Kilosuyla ilgili en ufak bir ima, ruhuna saplanan ucu zehirli bir oktu. 

Arkadaşlarının takılmaları azalsa da bitmedi. Zamanla etrafına küsen Elif, iyice içine kapandı ve derslerinde aldığı notlar, eskiye nispetle düştü. Kozasını örerek kendini iç dünyasına iyice kilitleyen Elif, bu kabuğun ardında ortaokulu bitirdi. Fakat o kozayı çatlatıp acemi kanatlarıyla hayata yeniden merhaba diyebilecek ne takati vardı artık, ne de cesareti…

Üzerine konacağı umut çiçekleri çoktan solmuştu. Kırık dökük hayalleriyle liseye başlayan Elif’in resim, müzik gibi yetenekleri de hiçbir zaman olmadı. Hele Beden Eğitimi dersleri onun can düşmanıydı. Üstelik yerine göre öğretmeninin ve arkadaşlarının kendisine acımasına kahroluyordu. Atamadığı taklaları, kalkamadığı amutları yaptı sayan öğretmeninin kendine beleşten iyi not verilmesi onu büsbütün çıldırtıyor, kör talihine ve kahrolası geniş bedenine kapalı kapılar ardında gizli gizli ağlıyordu.

Düşündü: Bu kör olası hayata tutunmasını sağlayacak tek şey, “beden”den gayrı şeylerdi. Ancak, hırs yapıp çalışsa da başarısızlık korkusu ona her seferinde kaybettiriyordu. Onca emeğe karşın yazılılardan gelen vasat notlar, tüm şevkini tuzla buz ediyordu.

Beri yandan, anası Elif’le ilgili karmaşık düşüncelere sahipti. Kızı olduğu için onu elbette seviyordu. Diğer yandansa uzaktan baktıkça ona acıyordu. Şimdi alıcı bir el gözüyle incelediği bu kişi; iri yarı görünümü, heybetli vücudu ile bırak lise öğrencisi olmayı, iki üç çocuk anası zannedilebilirdi. Bu, onu kahreden bir durumdu. Yüreğinde kopan fırtınalar gözünü karartırsa kendini iyice kaybedip basküldeki yüksek rakamların faturasını konuyla hiç ilgisi olmayan yavrusuna, tekrar kızına kesiyor; “Pis şişko, şu haline bak. Büyüdüğünde sana koca bile bulamayız. Bu yaşta benden bile irisin.” sözleriyle öz kızını, özünü, kötülüyordu.

İyi de Elif çaresine baksaydı, demeyin hemen!.. Kaç kere doktora gitti, diyet listeleriyle yatıp kalktı, spor yapmaya bile çalıştı. Ancak pek de faydasını göremedi. Sahip oldukları sosyo-ekonomik şartların kilolarından kurtulmaya yeterli olmadığını o da biliyordu. Sınıfta, baban ne iş yapıyor, sorusuna “İnşaatta taşeronluk yapıyor.” cevabıyla kıvırıp bir müteahhit çocuğuymuşçasına birkaç dakika tadılan o yalancı övünce hiç de benzemiyordu gerçeklerin lezzeti.

Bir inşaat işçisinin kızı olarak ne fitness salonuna gidebilirdi ne de hoca tutabilirdi bu kilolardan kurtulmak için. Devlet hastanesinin doktoruyla çözüm olmuyordu işte. Özeller ise ateş pahasıydı.  Kendi derdi yetmezmiş gibi anasının ruhunu dişleyerek akıttığı zehrini, “Öz anam bana böyle derse ben ne yaparım?!..” sözleriyle geri kusuyor, yangısıyla gözyaşlarını ancak yastıklara akıtıyordu.

Yaşadıklarını kısmen fark eden Necati, hanımının huyunu bildiğinden ona bir şey demiyor, evin huzuru kaçsın istemiyordu. Tek bildiği, kızını çok sevdiğiydi. Onu her haliyle çok sevimli buluyor, tatlı sözlerle gönlünü şenlendiriyordu. İltifatları, özellikle kızını mutlu etmek için değil, tamamen öyle hissettiği içindi.

Bütün dünyası TV ve dizilerden ibaret olan Zuhal’in ufku ne yazık ki çok dardı. Okumak, bir meslek sahibi olmak… Kültürlü ve aydın bir birey haline gelmek… Yurt ve dünyadaki gelişmeleri takip etmek… Ona yerle gök kadar uzaktı. Liseden sonra okul hayatını sonlandıran Necati ise, inşaatta öğle molalarında, akşamları vakit bulursa, yarımşar saat olsun, kitap okur, gündemi elinden geldiğince takip ederdi. Hanımıyla yurttan, dünyadan konuşmak ister, karısı bunalıp kaçınca veya anlatılanları anlamayıp yüzüne bön bön bakınca tüm keyfi kaçardı. Kızının mutlak surette okumasını, üniversiteye gidip, eğer kısmet olursa, doktor veya bir hemşire çıkmasını biraz da bu yüzden istiyordu. 

Zuhal’le Elifin tahsili üzerine bazen tartışırlar, ondan “Valla Necati, boş heveslere kapılma. Senin kızın doktor hemşire olamaz. Kafası kalın. Basmıyor işte, zorla mı? Ben ona liseden sonra ev işlerini öğretirim. İnşallah, biraz da zayıflarsa bir kısmeti çıkar, hayırlısıyla baş göz ederiz.” derdi. Bu sözler Necati’nin sabrını taşırır, kavga başlardı. Tartışmaları duyan Elif, aynaya bakar, suretine tükürür, kaderine lanet okur… Çözdüğü, çözmediği testleri yırtıp tüm hevesiyle birlikte çöpe atar… Hırsı geçince çıkarıp yapıştırır, tekrar çözerdi.

Aslında, kendi hamurunu biliyordu Elif. Özü, mayası, anasındandı. Okuyamazsa bu hayatta işi bitikti. Bir ömür boyu anasının laf sokmasına, babasının sırtında yük olmaya tahammül edemezdi. Bütün bu gerçekler, onu her seferinde tekrardan hırslandırıyor, çalışıyor, çalışıyordu.

Liseyi bitiren Elif, ilk yıl hayallerine demir atamadı. Anasının ilk ve son sözü, “Şaşırmadım ki!..” oldu. Babası Necati, kızını teselli için ne diller döktü. Bir daha kitap yüzü açmayacağım diyen, yeminler eden, gece gündüz feryat figan olan kızıyla dersleri tekrar barıştırmak için ne çabalar sarf etti. Hatta imkânı olmamasına rağmen, Elifi dershaneye yazdırmayı bile istedi. Anası, “Ne gerek var. Çalışan evde de çalışır. Paran çoksa bana yemek takımı al. Misafirlere çıkarmaya doğru dürüst tabaklarım yok.” sözleriyle evde çıngar çıkardı. 

Dershane hevesi balon gibi fıslayan Elif, o an ahdetti. Evde de olsa çalışıp, kazanacak; önce anasına, sonra da onun gibi kendine inanmayan, güvenmeyen kim varsa herkese esaslı bir ders verecekti. Bu kez teselli etme sırası ondaydı. Babasının kulağına çiviledi şu iki sözü: “Üzülme, başaracağım!” Bunu derken içten içe duyumsadığı başarısızlık kaygısı, onu bir anda, tabiri caizse, korkunç bir uçurumun kenarına sürükleyip bacaklarını silkeledi. Baktığı yükseklikten başı döndü ve tutunduğu soru bankalarıyla birkaç haftada ancak kendine gelebildi. Kader, yüzüne hiç mi gülmeyecekti zavallının?..

Gelmek ister misin, diye kendine tenezzül edip de fikri sorulmayan şu dünyada madem bir şekilde bulunmuştu. O halde yaşamak için kendine bir neden yaratacak, tıbbın hayaliyle oyalanmadan, hemşire olacaktı. Böylelikle şu lanet olası hayatta kendine belki de inanan, güvenen, candan seven biricik babasını mutlu edecek, diğer insanların tamamından, (şşşşt, sessiz olun!), intikam alacaktı. 

Bir zamanlar aklını kurcalayan intihar düşüncesini bile koluna, dalına kondurmuyordu artık. Günler ve gecelerce dirsek çürüttü, çalıştı… Testler, sorular, konu tekrarları… 

Sınava girip çıktıktan sonra büyük bir boşluktaydı sanki… Aklı ve mantığı, bu sefer iş tamam, dese de kalbi emin olamıyordu işte. O gün işe gitmeyen ve sınavın yapıldığı kurumun bahçesinde bekleyen babasına sevinç gözyaşlarıyla sarıldı. Nemli gözlerle konuştular uzun uzun. Galiba şeytanın bacağını kırdım, ha baba?

Aldığı puan mütevazıydı. Fakat öyle de olsa, bulunduğu şehrin, Yozgat’ın hemşirelik bölümünü tutuyordu işte. Herkese, her şeye inat; rüyalarını süsleyen o beyaz önlüğü sırtına takacaktı ya!.. Daha ne!.. Kendi evinde okumanın rahatlığını yaşayacak, eller üç çalışırsa o beş çalışacak, babasına da fazla masraf ettirmeden hemşire çıkacak, insanlara yararlı olup bir işe yaradığını ispat edecekti ya, ne gam!.. 

Vızır vızır geçiyordu yıllar… Ne anasının “Evde hazır yemek yiyorsun, başka bir halta yaradığın yok!” türünden laf sokmaları; ne konu komşunun, akrabaların meraklı sataşmaları… Hiçbiri mani olamadı Elif’e… Onun için varını yoğunu sarf eden Necati, Evciler köyündeki babadan kalma birkaç bölük tarlayı da satıverip harcadı kızı uğruna. Çok şükür; o da, hayırlısıyla okuyup bitirdi hemşireliği alnının akıyla. 

Nihayet o beyaz önlüğü giyme vakti gelmiş, tazecik bir hemşire olarak bir kasaba sağlık ocağına atanmıştı. Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde bir hastaneye atandı Elif. Mutluluğuna ölçü, hudut yoktu. Eskiye oranla daha bir şendi sanki. Babasıyla ufak bir ev tutup birkaç ikinci el eşya ayarlamaları zor olmadı ilkin. Mesaiye başladığında arkadaşları, şimdi Allah var, sıcak karşıladılar onu. Fiziğini büsbütün unutmuştu sanki...

Başlangıçta acemice davransa da, kısa sürede alıştı hastanenin havasına, Sarıoğlan’ın suyuna... Sabahları eller gibi dokuzda gelmedi. Saat sekizde görev başındaydı, meslektaşlarının alay ve şaşkınlıklarına rağmen. 

Mesai arkadaşlarına da çabuk alışmıştı. İlle Nuri, ne şen, eğlenceli bir laboranttı. Eskisi kadar olmasa da bazen karamsar, bazen bunalmış hallerinde bile kendini neşelendiriyor, efkârını dağıtıyordu.

Bir akşam aniden çalan bir telefon sesi, evceğizinde daldığı uykusundan uyandırdı. Akşam yemeğini yemiş, TV izlerken yorgunluktan sızmıştı. Baktı çağrıya, Nuri’ydi. Saat çok geç değildi belki, fakat bu saatte ne istiyordu acaba? 

Aradı. Kapısının önüne gelmişti. Yanlış anlamazsa, kahve içmeye bir kafeye gitmek istiyordu. Bir süredir hemşire arkadaşlarının uyarılarına aldırmamış, “Kendinden rütbece düşük mevkidekilerle de arkadaş olabilirsin, önemli olan insanlık değil mi!” felsefesiyle Nuri’yle sohbetten daha bir keyif alır olmuştu. Hatta kimi zaman Nuriye dair çeşitli hayallere dalıyor… Yok yok, kalsın; dalmasın!..

Çekine çekine arabaya bindi. Selamlaştılar. Nuri sıkılmış, birlikte bir kafede otursalar ne iyi olurmuş. Bir hemşireyle bir laborant bir şeyler yiyip içemezler miymiş? Etraftan çekinmeye de ne gerek varmış, canım. Burası ne Yozgat’mış, ne Çayıralan. Hem, millete de ne oluyormuş. İkisi de koskoca yetişkin insan değiller miymiş? Allah Allah, millete hesap verecek değillermiş ya!..

Sözler bitmeden kafede yerlerini almışlardı. Kahvelerini yudumlarken sağdan soldan lafladılar. Nuri’nin bakışları bu akşam bir başkaydı sanki. Sözlerini daha bir tartarak konuşuyor, heyecanını yenmeye çalışıyor gibi bir hali vardı. Bunu fark etmesi zor olmadı Elif’in. İlk kez üniversiteyle birlikte yabancı olduğu dünyanın kapılarını aralayan, mesleğe başladıktan sonra insanlara yeni yeni alışan, hayallerine ulaşmanın rahatlığıyla bu hayat yolunda düştüğü yerden tekrar kalkan biri için bu kadarı da fazla değil miydi?

Ne de olsa eski çekingen ruh halini, sırtından kirli bir çamaşır gibi sıyırıp atamamıştı. Haliyle bir şeyler sezinlese de soramadı. Hoş Nuri’ye konduramadı da…

Sessizliği bozan Nuri oldu: Onu kaç zamandır beğeniyordu. Hali, tavrı, hanımefendiliği, meslek aşkı, insancıllığı, çalışk… “İyi de, nasıl olur!” dememeliydi Elif! Hemşire ille de makamca kendi denginde biriyle mi evlenecekti sanki. Ne vardı taliplisi laborant olmuşsa?.. İnsan değiller miydi onlar da. Etrafın lafına sözüne ne bakacaklardı ki. Hem, kimseyi de ilgilendirmezdi!..

Duydukları karşısında Elif’in başı döndü, kendini kaybetti. Şu yirmi üç yıllık hayatında bırakın herhangi bir erkek tarafından beğenilmeyi, bir kadın tarafından beğenilmek bile her zaman lüks olmuştu onun için. Ömrü boyunca baktığı aynalarda gördüğü yüz ve vücuda tükürmüş, lanet okumuş, bu yüzden defalarca intiharın eşiğinden kaç kez dönmüştü. 

Şimdilerde kendisinden her ay para isteyen öz anası bile zamanında en acımasız lafları etmiş, kendi doğurduğu yavrusunu hoyratça hırpalamıştı. Talih son anda yüzüne gülmüş, babasının destekleriyle hemşireliği kazanıp beyaz önlüklü olmuştu işte. Ama bu kadarı da fazlaydı. Pek yakışıklı olmasa da, düzgün denebilecek fiziğe sahip bir genç şimdi karşısına geçmiş, onu ne kadar beğendiğini, ona nasıl ilgi duyduğunu anlatıyordu?! Hayat bu kadar garip olmak zorunda mıydı?

Kendine geldiğinde, akan gözyaşlarını ancak hissetti Elif. Ne diyeceğini bilemedi. Sadece kalkmak istediğini söyledi. Bu duruma epey bozulan Nuri’nin yüzünde şaşkınlık, gözlerinde bir parça sitem vardı Elif’in fark etmediği. Döndüler.

Ertesi birkaç gün Elif, sessizleşti. Hep bu konuyu düşündü. Aynaya baktı, bir daha baktı: Yine o bildik, eski, biraz da unutulmuş görüntü. Eskiye göre ancak birkaç kilo verebilmiş hantal bir vücut, esmerce sivilceli bir yüz. (Şu kremler pahalı da olsalar niye faydasızlardı ki?...) Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar canı sıkıldı.  Nuri’nin ısrarlı bir şekilde attığı mesajlara pek de cevap vermedi. Onun duygularından emin olmak istiyordu. Yoksa, bir laboranta mı vardın, tarzında küçümseyici soruları bu saatten sonra takmayacaktı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI