?>

Eskimeyen Şehirler

Hümeyra Yıldırım YALÇIN

2 yıl önce

Bir şehri tanımanın en iyi yolu onu yürüyerek gezmektir diye okumuştum bir hikayede. Bu şehir de benim en iyi bildiğim, en iyi tanıdığım yer dünya üzerinde. Küçük bir köyden, yıllar önce göçüp gelmişiz buraya. Bizden önce gelenlerin varlığına güvenerek, bizden sonra geleceklere arka çıkmak için gelmişiz. Yaşımla bir bu hikaye.

Başta gurbetmiş buralar aileme. Yıllar geçtikçe memleket olmuş onlara ve memleket oldu bana. Çarşıya, pazara, okula, panayıra giden yolları ezbere bilirim. Yollardaki ağaçları, çalıları, otları da bilirim. Büyüdüler mi, budandılar mı, kurudular mı, kırılan dalları var mı onları da bilirim. Evlerin duvarlarını, duvardan yola sarkan meyveleri, bunları ikram eden ve etmeyen ev sahiplerini de bilirim.

Kaldırım taşlarını, eskiyenleri, yerinden sökülenleri, yosun tutanları da kayıt tutar gibi tutmuşumdur içimde. Burada, öyle çok katlı evler, gökyüzünü kapatan apartmanlar olmadığından; çizgiler, desenler, renkler hep bilindik, tanıdıktır. Çok az değişir ya da değişmez.

Bugün evden çıkıp biraz yürüyünce anladım ki yanılıyormuşum. Eski ve ezbere bildiğim görüntüler değişmiş. Bu çok ani ve keskin olmuş. Öyle olmasa değişmeye başlamış yazardım. Okulum yıkılmış. Yerine yenisi yapılmış bir çırpıda. Bazen gül de yetişen, genelde yoncalarla kaplı toprak zemine delikli beton taşlar döşemişler. Canını kurtaran otlar yine de fışkırmış o deliklerden. Diğerleri altta kalmış, yoncalardan da eser yok. Biz her teneffüs dört yapraklısını bulacağız diye yarışırdık. Neyse ki okul bahçesine inilen dört basamaklı merdivenler duruyordu yerinde. Yıllarca sınıf fotoğraflarının çekildiği mekan olmuştur orası. Siyah önlüklüler, mavi önlüklüler ve formalılar.

İki katlı bahçeli evler, yerini 4-5 katlı, çift daireli, yanındakilere tepeden bakan, iri pencereli apartmanlara bırakmış. Bu apartmanlar da ağaç, çiçek, çimen, sarmaşık yetişmesin diye zemine beton dökmüş. Bahçe duvarının yanlarına da çiçek deseni kondurmuş. Her şeyin yapayı daha makbul bu devirde.

Eskisi gibi kalmaya devam eden dükkanlar mutlu etti beni çarşıya doğru gidince. Yenilere de yer açılmıştı tabii. Yürüyerek gitmesem belki fark edemeyecektim bunca şeyi. Dükkanlar genelde küçük ve mütevazi olduğundan yeni gelenler onları ezmemiş de uyum sağlamış gibi. Evler daha mağdur, apartmanlar daha acımasız bu konuda. Yalnız uzun çarşıda neredeyse hiç değişim yoktu. Dükkan sahipleri sandalyeyi dışarı atmış müşteri bekliyordu.

Bir berber dükkanının yanından geçerken sigara içen bir genç dikkatimi çekti. Kafasına şapka şeklinde bir alüminyum folyo geçirmişti. Sorsan delikanlılığın kitabını yazacak gibiydi üflediği dumanla. O folyo; hem her şeye karşıyım, hem de her şeyden yanayım der gibiydi. Saçlarını boyatmış olmalı dedim. Biraz yürüdüm. Başka bir berber dükkanın önünde taburede oturan bir genç ayağa kalktı. Suratı bembeyazdı. Hastalık falan değil, beyaz bir maske vardı yüzünde. O haliyle oturmuş konuşuyordu yanındakilerle. Şaşırdım gördüklerime.

Bunlardan önce elinde telefon, kulaklıktan bir şeyler dinleyen biri geçmişti yanımdan. Saçları üç numaraya vurulmuş gibiydi. Sırtında polar bir hırka, ayaklarında gri naylon ayakkabı vardı. Eşofmanının paçalarını, siyah çoraplarının içine vermişti. Bir gariplik var bunda dedim. Biraz ileride biriyle konuşmasına şahit olunca ‘farklı’ olduğuna kanaat getirdim.

Farklı ve garip kelimelerini kullandım ama eskiler böyle davrananlara ‘deli’ der geçerdi. Hatta deli mi, veli mi belli olmaz da denirdi, iyi yanından söz etmek için. Yazın bağrında polar hırkayla gezinene deli derdi eskiler, evet. Peki bu berberin önündekileri görünce ne derlerdi acaba? Yeniler bir şey demiyor gördüğüm kadarıyla. Ondan o kadar rahatlar, sigara içip muhabbet edebiliyorlar. Ben böyle düşünürken içimdeki ses; “Hoş geldiniz efendim! Burası dünya. Burada böyle. İşinize gelirse!” deyiverdi.

Yok dedim ben de. İşime gelmiyor. İşime geldiği gibi davranmak, hissetmek istemem. Neyse o. Peki dedi. Öyleyse neyi arıyorsun, neyi özlüyorsun? dedi. Bu geçtiğim sokaklarda eskinin izlerini arıyorum. Bir dükkanın vitrininde, yerdeki parkelerde, çınar ağaçlarının heybetinde, yerinde yeller esen Saat Kulesi’nin saatinde, bir çinko kapta, bir bakır cezvede, nakışçılardan yükselen makine sesinde, tuhafiyelerdeki ip yumaklarında, artık pek olmayan yüncülerde arıyorum eskiyi. Merak etme, buluyorum da. Peşimden gelen çocukluğum, hiç susmuyor. Anlatıyor durmadan olup biteni.

Mesela diyor ki; anneme çarşıya gidersek dönüşte beni parkta sallayacaksın diye şart koşuyordum. O da kabul ediyordu. Yorgun argın bir de parkta benim gönlümü ediyordu. Şu dükkandan yemeni, şuradan ayakkabı, şuradan yün, şuradan yumak alıyorduk, diyor. Ben de oralara gidiyorum bir ihtiyaç olursa. Eğer yürürsem geliyor peşimden. Arabayla geldiysem yanaşmıyor yanıma. Sordum niye böyle yapıyorsun diye. Sen dedi, arabayla gidince hızlıca geçiyorsun bütün parkları. Ne beni hesaba katıyorsun, ne de arkada oturan çocuklarını.

YAZARIN DİĞER YAZILARI