?>

Gönül Gözüyle Sevmek

Adem KURUN

3 yıl önce

İki iki buçuk ay sonrasıydı… Bir sabah Necati ve Zuhal, Elif’in izinli olduğu bir günün sabahında son kez kızlarıyla kahvaltı yapıp yola çıktılar. Biraz daha kalın, dese de Elif, kalamazlardı. Biliyordu. Memlekette onların da yapacakları şeyler vardı. Hem, nereye kadar birlikte olabilirlerdi ki?.. Herkes kendine ayrı bir yol çizmişti zaten. Necati ve Zuhal, Elif’le vedalaşırlarken onun tombul ellerini tutup kara gözlerine baktılar. Bakışlarında eski ürkek, korkak, mutsuz Elif değildi gördükleri. “Belki öz güvenim tavan yapmış durumda değil; fakat düşe kalka ilerlemeyi ben de öğrendim. Merak etmeyin!” sözlerini okudular bakışlarında.

            Elif’in ruhundaki yaralar, yer yer iz bıraksa da geriye, kabuk bağlamıştı. Zaman, yine örtmüştü üzerini birçok şeyin. Hastanede kendi rutinine dönen Elif, yoğun günlerden birindeydi. Gemerek’ten Sarıoğlan’a seyir halindeki bir otomobil, şoförün direksiyon haki… Neyse, trafik kazasıydı! Gelen genç bir öğretmendi. Yaralıydı. Emniyet kemeri takılı olduğundan hayati tehlikesi yoktu; ancak birçok yerinde kırık ve kesikler vardı. Bacağındaki kırık çok kötü olduğundan acilen ameliyata alınması gerekiyordu.

            Ameliyattan çıkan Serdar’ın kendine gelmesi uzun sürmedi. Akşamdan beri hastane köşelerinde mahvolan anası Hacer, oğlunun ameliyattan çıkarılıp servise alınmasıyla yeniden doğmuşa döndü. Muayene öncesi Serdar’ın tansiyon, ateş gibi değerlerini ölçmek için gelen Elif’in eline ayağına düşen Hacer Ana, “Gızım, yavrum. Oğlum eyi olacah. Deel mi? Ne zaman çıharıh gurban olduğum?” sözleriyle yalvar yakar oldu. “Korkma teyze, çok şükür oğlun iyi. Birkaç güne çıkar inşallah. Merak etme sen!” cevabını veren Elif’i bakışlarıyla kucakladı yaşlı kadın.

            Yavaş yavaş kendine geldi Serdar. Ateş ve tansiyon ölçümü yapıldı. Serumun yenilenmesinin ardından Hacer Ana, oğluna sarılıp öptü. Geçmiş olsun guzum, sözlerine eşlik eden billur yaşlara “Sağ ol ana.” cevabını duyan kadının yüreği kuş gibi rahatladı. Dua ederken evde pişirip de getirdiği tarhana çorbasından oğluna kaşık kaşık vermeye başladı.

            Akşama doğru ağrı kesicilerin ve serumların da etkisiyle daha iyi hisseden Serdar’ın gözleri anasını aradı. Hemşire Elif’le konuşuyordu. Kızcağızı kapıda yakalayan anası, biteviye sorduğu sorularla onun hastasının yanına gelebilmesine bile fırsat vermemişti.

            Nihayet, Hacer Ana’nın kalabalık soru ve sözlerinden sıyrılan Elif Hemşire, Serdar’ın yanı başında bitti. Görev ve hasta, onca kutsaldı. Öncelikliydi. Serdarla ilk kez göz göze gelen Elif, inşallah daha iyisiniz ya Serdar Bey, dedi. Sağ olun Hemşire Hanım. Elleriniz dert görmesin. Daha iyiyim, cevabını verdi Serdar. Elif odadan çıkmadan önce, annenizi üzmeyin, kadının sözünü dinleyip yemeğinizi yerseniz çabuk iyileşirsiniz. Geçmiş olsun. Bir şey olursa butona basarsınız, sözlerini ilave etti.

            Bu Elif Hemşire, hiç de yabancı gelmemişti Serdar Öğretmene. Nasıl olurdu. Daha önce gördüğünü sanıyor, ancak bir türlü çıkaramıyordu. Hemen ilişikteki evraklara baktı. “Hemşire: Elif Varlı” İsim değil; ama cisim tanıdıktı. Ancak nereden? Sık sık bunu düşündü. Bir türlü anımsayamadı. Bu trafik kazası hafızasını mı zayıflatmıştı yoksa. Kendini yokladı: Üç yıldır icra ettiği öğretmenlik mesleğinde kullandığı bilgi sermayesi olan tüm tarih konuları zihnindeydi.

            Bir iş için eve gidip gelen Hacer Ana, oğlunu düşünceli buldu. Hayrola gurban, zabah daha iyiydin. Biraz keyifsizsin. Bir şeyim yok ana, sağ ol. Şu günlük uğrayan hemşireyi gözüm bir yerden ısırıyor. Çıkaramadım. Onu düşündüm. İnsan insana benzer guzum, dedi Hacer Ana. Biraz tombul, Allah’ın yarattığına kötü diyemem. Amma melek gibi bir kız. Allah sahibine bağışlasın, çoh iyice. Hatırlı, gönüllü…

Akşama doğru odaya uğradı Elif. Onu kapıda karşılayan Hacer Ana’yı, bir bahaneyle yanına çağırdı Serdar. Birkaç şey ısmarlayarak aşağı kantine gönderdi. Maksadı kızcağızı sıkıştırmasındı.

Rutin işlerden sonra Elif’e dönen Serdar, Elif Hocam, müsaade ederseniz size bir şey sormak istiyorum, dedi. Peki, dedi Elif. Şaşkındı. Ben sizi bir yerden hatırlıyorum, fakat çıkaramadım. Acaba daha önce karşılaştık mı? Hiç sanmıyorum, sözü yeterli olmadı Serdar’a. Acaba memleketiniz neresi, öğrenebilir miyim, sorusuna gayriihtiyari “Yozgat” cevabını verdi Elif. Şaşkınlığı had safhaya varan Serdar’ı görmedi bile. Bu diyaloğu hastanın can sıkıntısına yordu, üzerinde pek düşünmeden ayrıldı odadan.

Serdar, odadan çabucak çıkan Elifle konuşma fırsatı bulamamıştı. Serdar’ın üniversiteyi okuyup bitirdiği yerdi Yozgat. Yozgat, Yozgat… Düşündü… Tabi ya, dedi. Okul şenliklerinde görmüştü Elif’i. O zaman göre biraz kilo kaybı vardı, saç tarzı da başkalaşmıştı. Ancak o gün gördüğü yüz, hiç değişmemişti. Çoğu genç oynuyor, halay çekiyor, tabiri caizse, eğlencenin dibine vuruyordu. Bir kenarda oturup kahvesini yudumlayan Elif ise onlara katılmıyor, uzaktan izlemekle yetiniyordu.

Öteden beri, kendini etraftan dışlayan, bir kanadı kırık bu tarz insanlar hep dikkatini çekmişti Serdar’ın. Saatlerce oturup eğlenen arkadaşlarını yalnız başına bekleyen Elif’i acıyan gözlerle izlemişti Serdar o akşam. Arkadaşlarının halaya çağıran ısrarlarına aldırış etmeyen Serdar, sırf insanlık namına gidip onunla konuşmak istemiş, yanlış bir şey yapmaktan korktuğu için bu cesareti gösterememişti.

Talihe bak ki, o gün koskoca kampüste yalnız başına kaldığı için acıdığı kızcağız, bugün karşısına kapı gibi bir hemşire olarak çıkmıştı. Üstelik, yıllar öncesinde gördüğü o çekingen tavırlar, bugün Elif’te yoktu. Buna çok sevinmişti.

Bu konudan annesine bahsetmedi Serdar. Oğlunu yanlış anlayabilirdi. Elif’le konuşmayı kaç kere aklından geçirdi. Ancak “Herkesin oynayıp güldüğü o gün, sen bir kenarda oturmuş kahve yudumluyordun.” cümlesini söyledikten sonra başka ne konuşabilirlerdi ki… Kızcağız da evet, ne olmuş, derdi.  Gerisi?... Yok yok, saçma olurdu. En iyisi hiç açmamalıydı.

İyi de karşısında fiziksel özelliklerini bir kenara bırakıp hemşirelik gibi milyonlarca insanın hayal ettiği bir bölümü bitiren… Üstelik görevini büyük bir özveriyle yapan bir hemşire vardı. Helal olsun! Demekten başka ne demeliydi. Bu, ona yeterli gelmiyordu. Allah’ım, neydi bu?..

Onun yüzüne olmasa da içinden takdir etmek neden yeterli gelmiyordu ki Serdar’a. Anlayamıyordu kendini. Karmaşık duyguların içindeydi. Neydi hissettiği? İçsel konuşmalara dalıyordu: Hayrola oğlum? Yoksa âşık mı oldun? Hem de şişko bir hemşireye? Yok canım, bunu da nereden çıkardın? Hem ne olmuş şişkoysa. Sana ne!.. Bir kere çok dürüst ve çok çalışkan. Vaktinden önce geliyor işine. Hastalarının yanına tekrar tekrar uğruyor. Onlara “x, y…” değişkenleri gibi değil, insan gözüyle bakıyor. Fazlasıyla saygı gösteriyor.

Yürüyemeyen hastalarının kollarından tutup diğer eline de serumlarını alarak lavaboya kadar eşlik ediyor. Sorulara yeterli ve düzgün cevaplar veriyor. Bazılarında görülen azarlama, küçümseme gibi tavırları dalına bile kondurmuyor. Böyle hemşireler var mıymış, dedirtiyor her seferinde… Bu kadar yüce değerlerle donanmış bir insanın kilosu veya yüzünün yeterince güzel olmaması kusur mu? Değil, elbette… Tamam ya, yeter artık; kızma! Ben, şey, demiştim sadece... Ne, ne demiştin?!.. Yok bir şey, sustum.”

Sustu, susturdu iç sesini. Gelen anası Hacer idi. Sabaha taburcu olacağının müjdesini vermişti doktor. Çok sevinçliydi kadın. Bacak, bir süre daha alçıda kalacak, on gün sonra kontrole gelip çıkartılacaktı. Bu habere Serdar da çok sevinmişti elbette. Ancak… Elif Hemşire’yi düşündükçe üzülüyordu.

Merakını yenemedi. Orada gördüğü bir görevliye gizlice sordu. Hastabakıcı, bir zamanlar nişanlandığını, sonrasında ayrıldıklarını söyledi. Bekârdı Elif. Ya Serdar’ın duyguları?.. Seviyor muydu, acıyor mu; yoksa takdir mi ediyordu? Kafası allak bullaktı.

Ertesi sabah erken saatte uğrayan bir başka hemşire, Serdar’ın damar yolunu çıkarmak istedi. Serdar, hayır; kendimi iyi hissetmiyorum, diye reddetti. Hemşire, nasıl olur? Doktor bu sabah taburcu olacağınızı söyledi, deyince kendini kötü hissettiğini, ağrılarının yeniden arttığını, en azından bir miktar serumla ağrıları azalan kadar bir iki saat daha kalmak istediğini söyledi. Buna canı sıkılan ve not alan hemşire istemeyerek serumu yeniledi.

Kantinden bir koşu yeni terlik alarak telaşla içeri giren ve hadi guzum gidek, diyen annesine biraz daha kalacağını, ağrılarının olduğunu söyleyince kadını bir telaş aldı. Bu kez annesini teselli etmek gerekti. Hay Allah, hesapta annesi yoktu.

Aradan bir saat geçmeden tekrar uğrayan hemşire, Elif Hanım birazdan burada olur. Damar yolunuzu ona çıkartırsınız. Taburcu olup da gidin artık, dedi sertçe. Olur dedi Serdar, içini derin bir rahatlık kapladı.

Gözü yoldaydı Serdar’ın. Birazdan damlardı. Ahan da geldi. Epey şaşkındı Elif: “Hayrola Serdar Bey, burayı sevdiniz galiba. Gülçin Hanım’dan yeni serum istemişsiniz. Normalde böyle bir şey olmaz, ama… Şimdiye kadar çoktan taburcu olmanız gerekirdi. Birazdan yeni hasta gelir, hadi çıkaralım şunu!..” Ağrılarım var, şeklinde kekeledi Serdar. Telaşlanan anneyi teselli etmek yine Elif’e düştü. Onun “Doktorun yanına uğrayın, ilaç yazacak.” tembihini sadece Hacer Ana duydu. Serdar çok üzgündü. Tam giderken Elif Hemşire’ye, Biliyor musunuz, ben de üniversiteyi Yozgat’ta okudum. Çok güzel bir yer, deyiverdi. Şaşıran Elif, Yaa, ne güzel. İyidir bizim Yozgat, cevabını verdi sadece. Bu cevap içten mi, öylesine bir cevap mıydı; bilemedi Serdar. Geçmiş olsun, dedi çıkmadan önce Elif.

Doktorun yanından ayrıldıklarında sevinemiyordu Serdar. İçi buruktu. Yüreğine büyük bir taş gelip oturmuştu işte. Yıllar öncesinde üniversitenin ilk yılında Nergis’le tanıştığında oturan bir taş gibiydi. Nergis, güzel, çok güzel bir kızdı. Fakat ondaki uçarılığı, sorumsuzluğu, saygısızlığa varan laubaliliği, etrafındakileri küçümseyişi, bencilliği gören Serdar, kısa bir süre sonra yollarını ayırmıştı. Çok sevdiğini, onsuz yapamayacağını söyleyen Nergis ise bir öğretim yılına üç ayrı sevgili sığdırabilecek kadar sadık çıkmıştı aşklarına. O günden sonra aşka da kızlara da tövbe eden Serdar, yıllarca bir daha bu konu üzerinde düşünmemiş, anası Hacer’le; severek, gurur duyarak yaptığı Tarih Öğretmenliğiyle tüm hayatını doldurmayı tercih etmişti.

Şimdi kendine bile itiraf etmeye çekiniyordu: Yıllar öncesinde bir kez gördüğü, şimdiyse bir tesadüf eseri karşısına çıkan, bir haftadır az çok tanıdığı, hastanenin Şişko Hemşiresi Elif’e âşık mı olmuştu? Bunu iç sesiyle kendine söyleme cesaretini bulduktan sonra, biraz rahatladı. İyi de bundan sonra ne olacaktı? Hadi anasını razı etti diyelim. Etrafındakiler, arkadaşları, konu komşu, akraba ne diyecekti. Okuldan geçen sene tayin isteyen ve çoğu insanın güzel bulduğu, beğendiği Ebru Hanım’a bile yüz vermeyen Öğretmen Serdar Korkmaz, bula bula bu Şişko Elif’i mi bulmuş, demeyecekler miydi?

Karman çormandı her şey… Off, ne yapacağını bilemiyordu işte!.. Taksinin onu ne zaman eve getirdiğini, annesiyle bir şeyler atıştırdığını, ardından kıvrılıp yatağına sokulduğunu hayal meyal anımsadı. Daha on gün istirahatliydi. Telefona takıldı biraz, bir şeyler izledi, müzik dinledi. Olmadı. Sıkıldı, kahve istedi anacığından. İlerleyen saatlerde ancak uyuyabildi.

Elif’te değişen pek bir şey yoktu. Ara sıra İlknur’larla kafeye gitmek, bir şeyler yiyip içmek, bazı zamanlar onları eve yemeğe (Evet, yemek!.. Yaşasın internet!..)davet etmek, gün aşırı anne ve babasıyla telefonda görüşmek… Arada bir Davut Baba ve hanımını -Nuri’ye rağmen- yoklayıp ilaçlarını evlerine bırakmak… Yoksa, değişen çok şey vardı mı demeliydik?..

Serdar’ın o günkü Yozgat muhabbetinin üzerinde de pek durmadı Elif. Yozgat çok büyük bir yer değil. Demek ki bir yerde karşılaşmış olmalıyız, diye de düşünmedi galiba. Ondan ötesi mi?.. Artık öyle taraklarda bezi yoktu hiç! O sayfaları kapatalı uzun zaman olmuştu. Medenî durumunu soranlara “evliyim!”, eşini soranlara da “mesleğim!” derdi.

Gel gör ki, Serdar Öğretmen eskisi gibi değildi. Evet, duygularından artık emindi. Elif’in insancıl değerlerine ve hantal bedeninin asla sahip olamayacağı naif kişiliğine bağlanmıştı. Onunla bir ömür sürmeyi çok istiyordu. “Allah’ım, niçin başka bir ülkede değilim ki!.. Eğer farklı bir ülkede olsaydım, toplum medeniyeti içselleştirdiği için kimle evlendiğime karışmazdı. Eşimin fiziğine değil, fikirlerine bakarlardı. Bu ülkede doğmak benim kaderim mi?” kıvamındaydı hissiyatı.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI