Sırtı kırılmış bir sandalyeden daha iyi anlatan nesne yoktur herhalde ölümü. Dayanağın gitmiştir, sen hala oturduğun halde. Bir de yabani otlar anlatır. Domates, salatalık, biber yerine çıkmış, onları bastırmış otlar. Arıkların yeri bile bellidir de fideler salınmıyordur artık, dikenler rüzgara baş kaldırıyordur. Tazecik meyveler sarkarken dallardan yaşamla birlikte, ölüm silmiştir bu manzarayı. Sahipsiz toprağın nasibine dikenler, kuru dallar düşmüştür.
Ölüm gelmiştir ölenle başucumuza kadar ama kat kat perde vardır aramızda. Sessiz, kalın, soğuk perdeler. Bilinen bir uzağı yakın eder, yanı başımıza koyar ölüm. Susarak susturarak çok şey söyler ölüm.
Sorasım gelir ölene; nereden geldin, nereye gidiyorsun? Geldiğin gibi mi gidiyorsun; günahsız, masum, ak pak? Artarak mı gidiyorsun, yoksa eksildin mi burada kalırken? Bak şu yemek yediğin sofra, şu oturduğun koltuk, bu su içtiğin bardak, şu ev dediğin dört duvar. Onlar kaldı sen gittin. Şu çıkınlarda çeşit çeşit tohum var. Ekecektin bitecekti... Sen kendin tohum oluverdin, düştün toprağa. Kim inkar edebilir baharı beklediğini?
İnşallah bahar gelir sana, bana, bize. Çiçeklerle, kuşlarla, kelebeklerle gelir. Yoksa gitmenin ne anlamı var. Bu gidişe bir bahar yakışır ancak. Bir kuş kadar hafif, kelebek kadar naif. Bu gidiş böyle güzelleşir.