HEPSİ Mİ, HİÇBİRİ Mİ?
Allah varlığını aleme iki türlü hissettirir; somut ve soyut olarak. Somut biraz dolaylıdır. Yaratıcı beş duyuya direkt hitap etmez. O'nu var ettiklerine bakarak anlayabiliriz. Güneş nasıl yanar kendiliğinden? Ay'ı kim astı oraya? Neden her şey yere düşer? Yıldızları göğe kim serpiştirdi? Bu gibi sorular gelirse aklımıza cevaplar da bizi O'na götürür.
Bunlar görünenden yola çıkarak görünmeyeni buldurur. Bulmak için aramak, aramak için de merak etmek lazımdır. Dolaylı derken kast ettiğim buydu. Doğrudan olan ise iç huzuru şeklinde zuhur eder. Namaz kılınca, Kuran okuyunca, oruç tutarken, birine yardım ettikten sonra, dürüst davranınca, bir hayvana yemek verince, bir çocuğa sarılınca, hayır duası alınca, anne babayı razı edince, bir kuş havalanmasında, bir ceylan ürkmesinde, bir kaplumbağa adımında, denizi izlerken, çamların uğultusunda, fırından çıkmış taze ekmek kokusunda, dalında kızaran domateslere dokununca, yem taşıyan bir karıncayı izlerken, fırındaki keki beklerken, mezarlıktan geçerken, çocuklara Felak Nas okuyunca, Ay’ı seyrederken, yıldızları çizgilerle birleştirirken, yağmur tıpırtısında, kar düşerken lapa lapa; içe dolan, gönle doğan o minicik kıpırtı, o azıcık gülümseme, o tatlı huzur Allah’ın doğrudan varlığını hissettirmesidir. Tabi soyuttur bu. Bunu herkes az çok yasamışsa da adına belki başka bir şey demiştir. Ben O’nu görüyorum böyle zamanlarda ama gözümle değil. O’nu duyuyorum ama kulağımla değil. Ne oluyorsa içimde olup bitiyor. İçim içime sığmıyor da diyebilirim hissettiklerim karşısında.
Sonra istiyorum ki herkes böyle hissetsin, herkes böyle heyecanlansın, hep birlikte böyle şeyler konuşalım. Yanından geçip gitmeyelim kaldırım kenarında başını uzatmış turuncu çiçeklerin. Biraz izleyelim bir kediyi karşıdan karşıya geçerken. Biraz yağmurda ıslanalım. Bir ağaca dokunalım. Siz en son ne zaman dokundunuz bir ağaca? Ya da hiç sarıldınız mı ona bir evlat gibi?
Hayat, akış, bu hız, işler, planlar, sınavlar, asık yüzlü adamlar ve kadınlar, resmi işler buna engel oluyor çoğu zaman. Kalk gidelim diyen deniz kenarında alıyor soluğu. Kendi gökyüzüne bakmayan, denizinkinden medet umuyor. Tavuğun kümesinden sıcacık yumurta almamış eller, köy kahvaltısı için dört dönüyor. Mutluluk ve huzur hep uzakta kalıyor, hep başka diyarda.
Oysa her şey mucizedir. Biz güneş doğudan doğar, batıdan batar cümlesini ezberledik iyice. Doğması da mucize, batması da mucize. Tohumda koca bir ağacın saklı olması da bir mucize. Yağmurun yağması, karların erimesi, rüzgarın esmesi hep mucizedir. Biz lambadan cin çıkması gibi olağanüstü bir şey beklerken bu mucizeler akıp durmaktadır yanı başımızda.
Zamanın birinde talebeleri bir bilgeye; efendim bize bir keramet, bir mucize gösterin diye rica etmişler. O da ayağa kalkmış, bir adım atmış ve geri yerine oturmuş. Bundan âlâ mucize olur mu? demiş. Yürümek, ayağa kalkabilmek, oturmak vücutta yapılan onlarca karmaşık işlem sonucu meydana gelir. Bebekler bunu yapabilmek için bir yıl çabalar durur. Felç geçiren biri için bu saydıklarım ne kadar kıymetlidir. Bizler ise çoğu zaman yürüyüp geçiyoruz o kadar.
Görmek isteyene her şey mucizedir. Görebilmek için biraz Yunus Emre gibi bakmak lazım etrafa. Bir sarı çiçek bulup onunla konuşmak gerek. Annesini, babasını, kardeşlerini sormak gerek. Yeni görmüş gibi hem de. Yeni bir gezegene inmiş gibi bakmak gerek. O zaman sıradanlığı sıyrılır, bir mucizeye dönüşür hayat. Önüne gerili bir perdeden, puslu bir bakıştan kurtulur gözler. Kalp uyanır, hisler ayağa kalkar. Sonra kainat dile gelir, konuşmaya başlar. Annem babam topraktır diye cevap verir sarı çiçekler.
Bu Allah’ın varlığını somut yada soyut olarak algılamanın bir adım ötesine geçmektir. Yarattıklarıyla bir olmak, bütünleşmektir. Sonra dağlar ile, taşlar ile, seherdeki kuşlar ile O’nu çağırmak ve O’nu anmaktır. Şimdi bakın etrafa. Konuşan bir sarı çiçek var mı? Yada bir bulut, bir kaldırım taşı, bir kedi? Hepsi mi, hiçbiri mi?