?>

İlk Dört (4+...)

Adem KURUN

3 yıl önce

Eğitim gibi son derece karmaşık, birçok ayağı ve etkeni olan bir süreci ele almanın bu denli zor ve sorumluluk gerektiren bir durum olduğunu tahmin etmiştim aslında. Bu nedenle konuyla ilgili birçok kaynaktan, materyalden ve yazılmış makalelerden tekrar tekrar araştırma yaptım. Bunlara yakın çevremdeki çocuklar ve ailelerle ilgili yapmış olduğum gözlemler, duyduğum şikâyet ve olayların yanı sıra ve sahip olduğum üç çocuğun kişisel deneyimlerine birebir tanık oluşluğumu da ekleyerek genel bir çerçeve çıkarmaya çalıştım. Ancak, yine de ele alınan bu yazının eksikleri olacaktır doğal olarak. Bunu başlangıçta belirtirken affınıza ve hoşgörünüze sığınıyor, bu girişten sonra yazı dizimin “ilkokul dönemi”ne giriş yapıyorum.

Mini mini birlerin yaşadığı en büyük sorun, anaokulu gibi nispeten çok daha özgür bir ortamdan birdenbire çok daha fazla ve keskin kuralların uygulanmak durumunda kalındığı bir ortama geçiş yapmaları. Anaokulunun serbest ortamına alışan öğrencilerin çoğu, eski alışkanlıklarını bir anda terk edemiyorlar. Her istediklerinde tuvalete gitmek, canları sıkıldığında kalkıp oynamak, beraberinde oyuncak götürmek, kendi tuvalet temizliğini kimi zamanlarda kendisi yapamadığı için öğretmeninden yardım istemek ilk akla gelen sorunlar.

Bir kere ilkokulun bizim eğitim anlayışımız içindeki müfredatı oldukça yoğun. Temel düzeyde okuma ve yazma ile dört işlemi öğretmenin amaçlanması gerektiği bir süreçte henüz altı yaşındaki bir çocuğun bunun dışında ilave akademik bilgileri de üstelik günde 6 saat ve her ders saati de 40 dakika olmak üzere takip etmek zorunda kalması çocukların hemen alışıp uyum sağlayamadıkları bir gerçek olarak duruyor karşımızda.

Ders saati boyunca öğretmeni ve ders takibini yapmak zorunda kalan çocuk haliyle o dersin müfredat ya da konusu ne kadar ilgi çekici olursa olsun veya ne ölçüde ilgi çekici nitelikte işlenirse işlensin bir süre sonra birçok çocuğun dağılan dikkati öğretmen tarafından sık sık toparlanmak zorunda kalıyor. Ders saatinin bitmesini iple çeken çocuk kendini teneffüse zor atıyor. Ancak uygulanan eğitim sisteminde 10 dakikacık bir teneffüs o yaştaki küçük bir çocuğun oyun ve rahatlama açısından ihtiyacı olan doyumu sağlamaktan çok uzak. Bu nedenle çocuklar her fırsatta koşmak istiyor, sıra arkadaşının yanına bile giderken koşuyor. Ya da teneffüste tuvalet ihtiyacının olmasına rağmen bunu erteleyip oynamak istiyor, derste de altına kaçırmalar yaşanabiliyor bu kez.

İlkokulda sıra, ders saati, teneffüs gibi her şeyde bir zaman sınırlaması var. Çocuk kendini sınırlandırılmış hissediyor. Bu onun ruhuna ve yaşına haliyle ters bir durum. Buna alışması için sene başında uygulanan uyum süreçleri de çocuklar için pek yeterli olmayabiliyor. Tam anlamıyla uyum sağlayamayan çocuk, öğretmenini akademik beceri öğrettiği, daha kuralcı ve disiplinli buluyor. Bu disiplin de çocukların ilkokula alışmasını çok zorlaştırıyor.

Bütün bu nedenlerle çocukların çoğunda okulu sevmeme, okula gitmek istememe gibi sorunlar baş gösteriyor. Hatta psikosomatik rahatsızlık dediğimiz altını ıslatma, karın ağrısı gibi sorunlar baş gösteriyor. Aslında çocuğun istediği şey, hele hele birinci sınıfa başlandığında daha esnek kuralları olan, daha fazla figür ve materyallerle zenginleştirilmiş, bir anlamda anaokulunun devamı niteliğinde, kendini daha rahat hissedebileceği, oyunla karışık eğitim. Bu isteğinde son derece haklı olan çocukların ne yazık ki arzuları kursaklarında kalıyor.

Ana sınıflarındaki derslerden bazılarının en azından birinci sınıfa kaydırılması, birlerde sıra değil de farklı bir sistem oturtulması, buna uygun fiziki düzenlemelerin yapılması sanırım bu sorunları azaltabilir.

Kuralların daha yoğun hissedildiği bu dönemde kimi çocukların el, bilek ve parmak kasları ya da kalem tutuşları tam olarak gelişemediği için bazı sorunlar da yaşanmıyor değil. Kalem tutuşu deyince aklıma kısa bir süre öncesine kadar ilkokullarda zorunlu tutulan, ısrarla olumlu etkilerinin görüleceği savunulan bitişik yazı yazma zorunluluğu aklıma geldi. Bunun ne kadar sakıncalı ve zahmetli bir durum olduğu, çocuğun ilkokuldan sonra temel yazıya geçmekte zorlanacağı gibi nedenlerle ne kadar yakınmada bulunsa da öğretmen ve veliler, bu katı tutum bir süre devam etti. Hatta ben, kendi çocuklarımı dördüncü sınıfta bitişik yazıyı bırakma konusunda ikna etmiş ve kendi açımızdan bu işkenceyi sonlandırmıştım.

Birinci sınıfta ailelerin çocuğundan ve öğretmeninden üst düzey bir beklenti içinde olması, kişisel farklılıkları yok farz ederek kendi çocuğundan daha önce ve daha nitelikli okuyup yazan öğrencilerin varlığıyla kendini ve çocuğunu ezik hissetmesi ve o yavrunun üzerinde zaten var olan baskıyı artırması, kendini çocuğuyla fazla özdeşleştiren kimi velilerin hızını alamayıp çocuğunun yapması gereken ödevleri kendinin yapması çok fazla duyduğum, gördüğüm, birebir şahit olduğum olumsuz örnekler.

Bir başka sorun, ilkokulda Beden Eğitimi, Resim, Müzik gibi derslerin kendi branş öğretmenleri tarafından verilemeyişi. Çünkü sınıf öğretmeni olan meslektaşım bu derslerde her ne kadar temel düzeyde bir bilgi sahibi olsa da bu dersler çocukların ilgi ve beklentilerini karşılamaktan çok uzak. Kaldı ki, kendine göre son derece haklı olan öğretmen, müfredatı yetiştirmek ve Matematik, Türkçe, Hayat Bilgisi, Fen Bilimleri gibi dersleri takviye ederek çocukların bu derslerdeki eksiklerini kapatma için bu dersleri bazen fırsat olarak görüyor.

İşte en büyük sorun da burada başlıyor bence. İster altı yaşında olsun isterse on, tüm ilkokul çocukları Beden Eğitimi derslerini iple çekiyor. Çünkü o yaşta gereğinden fazla akademik bilgi yığınını kaldırmakta zorlanan beyni, hafızası, ruhu ve bedeninin rahatlamaya ihtiyacı var. Sanırım bu dersleri gereksiz ya da boş derslermiş gibi algılamaktan hem ulusça hem de eğitim sistemimizin tüm paydaşlarınca vazgeçtiğimizde bu sorun çözülmeye başlayacak.

Aynı şekilde Müzik, Görsel Sanatlar gibi derslerde de öğretmen ve müfredat çoğu zaman yeterli olamayabiliyor. Çocukların çoğunda sporun herhangi bir dalına olduğu gibi bu özel derslere de çok yetenekli öğrenciler olsa da bunların yetenekleri zaman içerisinde körelip gidiyor.

Okulların hemen hepsi daracık bahçelere sıkıştırılmış bir şekilde. Oyun alanları da çoğunlukla beton. Öğrencilerin sosyal bilgiler ve fen bilimleri gibi derslerinde doğa ile ilgili ünitelerde, oyun zamanlarında ve teneffüslerde doğa ile etkileşime geçebilme imkânları yok. Küçük şehirlerde belki doğada gezinti ya da köylere gitme imkânı var ancak büyük şehirlerde küçücük apartman dairelerinde büyüyen çocuklar okullarda da doğa ile etkileşime girmeyince doğa ve insan bağlantısını kuramıyorlar.

Öğretmenlerin özverisi, çabası ve davranışları dersin, okulun sevilmesi konuya yaklaşımda en belirleyici etmenlerden birisi. Öğretmeni seven öğrenci dersi de seviyor, okulu da. Bu da öğretmenlere hala oldukça önemli işler düştüğünün en bariz göstergesi aslında. Bu konuda öğretmen, söylem ve eylemleriyle öğrenciler arasında tam bir denge gözetmeli. Çünkü özellikle ilkokulda yapılan aynı hatalı davranışa farklı öğrenciler farklı tepkiler veren bir öğretmeni, daha sert tavır görmüş bir öğrenci gönlünden çarçabuk silebiliyor ve kendince haklı olarak ortada adaletsiz bir durum algısı oluşturuyor. Bu da çocuğun öğretmenden çarçabuk soğumasına neden olabiliyor.

İlköğretimde 2018 yılında yapılan program güncellemeleri ile de birçok derste kazanımlar azaltıldı. Bu hem iyi hem de kötü bir şey aslında. Kazanımların azaltılması ile öğrenciler doğaya, hayata yönlendirilerek Finlandiya ve diğer bazı ülkeler gibi okul dışı eğitim ortamları kullanılsa iyi bir gelişme sayılabilirdi. Ancak bizde bu tür imkânlar şu anda mevcut değil.

Çocuğun temel anlamda okuma yazma ve matematiksel becerisini kazanmış olmasının dışındaki tüm süreçlerin onun “doğaya saygılı, çevre bilinci gelişmiş, sanatsal yeteneğini keşfedebilecek deneyimler elde etmiş; en basitinden yüzme, tenis gibi Avrupa’da hemen her ülkede küçük yaşta öğretilen sporları yapabilen; kültürel faaliyetleri çok daha yakından takip imkânı kazanmış; insana, topluma saygı; hoşgörü, dürüstlük gibi son zamanlarda müfredata alınan ancak bir türlü tam anlamıyla benimsetemediğimiz değerler eğitimini özümsemiş; öz yeteneğinin farkına varabilmiş ve bunu zenginleştirme olanaklarına sahip olmuş” öğrenci niteliklerine ulaşabilmesi için harcanmasının çok daha iyi olacağı kanaatindeyim.

Kanada’da yaşayan ve bir ayağı da Türkiye’de olan bir tanıdığım, burada ilkokula başlamış olan çocuğunu Kanada’ya tekrar götürüp orada uygun bir sınıf düzeyinden başlatmak istediğinde şu çarpıcı gerçeği ifade etmişti bana: Bizim Türkiye’de ilk dört yılda verilen eğitim ve bilgi, orada ortaokul düzeyinde veriliyor. Kanada’da ilkokul çağındaki çocuklar eğitim konusunda hiç sıkılmıyor. Çocuklar hemen her gün ilk birkaç saatin dışında sürekli sosyal, kültürel, sportif aktivitelere yönlendiriliyor. Üstelik orada kendi ülkemizde olduğu gibi sürekli ödev ve testten başını kaldıramayan çocuklar yok. Aksine, ne yaparlarsa yapsınlar, okulda tamamlanıp bitiyor. Temel hedef, insani değerleri özümsemiş, doğaya ve çevreye saygılı, araştırmacı ruha sahip ve keşfetmeyi seven çocuk yetiştirmek. Bu amaçla, sahip oldukları ekonomik düzeylerinden de yararlanarak çocuklar için tüm imkânlarını seferber ediyorlar.

Bütün bunları duyunca, en basit araştırma yapabilecek donanımlı bir laboratuvarların bile zor bulunduğu, okul bahçesinin betonla kuşatıldığı; çocukların düşme, yaralanma korkusuyla doğru dürüst oynayamadığı ilkokulları daha konforlu hale getirmek gerekiyor kesinlikle. Elbette sahip olunan imkânlarla ilişkili bir durum olsa da bu, en azından “ilkokul” algımızı sil baştan değiştirmek, yaşanan sorunların çoğunu ortadan kaldıracak ve zorunlu eğitimin ilk dört yılında çok daha sağlam bir temel alan çocuklarımızın yaşam boyunca her anlamda daha mutlu bireyler olmalarının önünü açabilecektir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI