Babamın, Almanya’ya sözüm ona misafir işçi olarak 1962 yılında gitmesiyle; dünyayı ve başka milletleri, dilleri tanıma imkanını bularak adeta büyülü bir masal dünyasından uyandım. O güne kadar dedem Hüseyin Çavuşun anlattığı hatıralardan yola çıkarak; Yemen, İstanbul, Konstantiniyye, İngiliz, Arap, paşa, alay, bando takımı, seferberlik, Kuvayı Milliye gibi kelimelere bir anlam yükleyip, onları anamın anlattığı masallar içerisine yerleştiriyordum.
1960 yılının Şubat tatilinde köyümüze görev yapan genç öğretmen Orhan ERİŞEN, beni, Ankara’ya tedavi için götürmüştü. Genç öğretmen Orhan Bey’in ailesi Hacettepe üniversitesinin yakınında oturuyorlardı. Annesi, Halise ablası ve oğlu ile mütevazi bir evde kalıyorlardı. Halise abla bana bir anne gibi düşkün olarak bakıyordu. Her gün hastaneye gelip benim temizliğimi yapardı. Hatta bir gün beni yapılan bir ameliyattan sonra yatağımda bulamayınca hüngür hüngür ağlamış. Ona, ameliyatımın ağır geçtiği için henüz narkozun etkisinden uyanamadığımı söyleyip, öyle teselli etmişler.
Neyse bu ve benzeri olayları artık hayatımda daha çok yaşayacaktım. Fakat okuma arzuma ve ideallerime ulaşabilme yolunda bu gibi sorunlar ve engeller çıkarsa bile; yüce Rabbim bir çıkış yolu verir diye inanıyordum. 1974 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin yetenek sınavlarına girerek İç Mimarlık ve Yüksek Resim Bölümlerinde eğitim hakkını kazanmıştım. İki sömestre Resim Bölümünde okuduktan sonra Almanya’ya ailemin yanına tedavi maksadıyla gittim.
Tedavi bir yıl sürmüştü ama arzu edilen sonucu vermemişti. Sağ dizimin sol yanında olan ameliyattan dolayı üzerine düşeceğim diye beni, bilinçaltında büyük bir korku ve endişe kaplamıştı. Yürürken eskisinden daha dikkatli olarak yollara, kaldırımlara, merdivenlere bakıp; ondan sonra baston ve koltuk değneğimi kullanıyordum. Düşersem dizim yere ilk çarpan uzvum olacağı için daha taze olan ameliyatım zarar göreceği ve dayanılmaz acılara meydan vereceğinden dolayı korkuyordum. Bu korkuyu uzun zaman üzerimden atamadım.
Hele yağmurlu havalar en büyük korkum oluyordu. Akademi, Fındıklı’da tam Kız Kulesi’nin karşısında, neredeyse İstanbul Boğazının büyük bir kısmını gören en güzel bir yerindeydi. Sultan İkinci Abdülhamid'in kurduğu Sanayi-i Nefise mektebi, bu binaya gelmeden önce; burası Osmanlı İmparatorluğunun ilk Meşrutiyet Meclisi olmuş ve Akademinin önündeki caddenin ismi de Meclisi Mebusan Caddesi olarak isimlendirilmiştir.
Akademi bina olarak benim okuduğum zaman tavanlar yüksek ve ferahtı. İkibinli yılların başında Akademiyi ziyarete gittiğimde salonlara ve merdiven başlarına asma katlar ilave edilmiştir.
Akademi ve özellikle Resim Bölümünde okumak adeta küçüklüğümden beri hayalimdi. Bunun için Denizli Lisesinde okurken, Akademi mezunu resim öğretmenimiz Besim Yazıcı’dan desen, çizim, çizgi, yerleştirme, gölgeleme, perspektif ve kompozisyon konusu üzerine her hafta çarşamba günleri öğleden sonraki tatilde iki saat uygulamalı ders görüyorduk. Akademinin yetenek sınavlarında rahmetli Besim beyin öğütleri; özellikle ilk defa İstanbul’a gidip adeta kültür şoku yaşayan bana, hayati önemde yardımcı olmuştu.
Köyümüz Yukarıseyit ve ilçemiz Çal, adeta resim, müzik ve heykel sanatına ve sanatçılarına yakın duygular bağlayan bir yerleşim yeriydi. Ressam İbrahim Çallı, bestekar Selahattin Pınar ve heykeltıraş Osman Macunoğlu, çocukluğumuzdan beri aklımızın bir köşesine yerleşmiştir. Ressam İbrahim Çallı hakkında birçok söylenceyi yaşlılarımızdan işitmiştim. Bizim köy ile Çal arası üç dört kilometredir. Yürüyerek yarım saatte ulaşılabilir. Çallı İbrahim, gençliğinde köyümüze gelip; Çürük Dede namındaki adamın kara kalem ya da kömürle çok portresini çizmiş. Bizim oralarda demircilik çok meşhurdur ve Çal’ın da eski adı da Demirciköy imiş. Köyümüz Yukarıseyit’ten yetenek sınavlarını ilk girişte kazanan olmanın ayrı bir huzurunu ve mutluluğunu yaşıyordum.
Almanya’da ameliyat olup 1976 yılının sonbaharında İstanbul’a geldiğimde Vezneciler ‘deki bir yurtta kalıyordum. Sabah çok erken kalkıp saat yediden önce Laleli’deki otobüs durağına varırsam; otobüs ya da troleybüse binebiliyordum. Eğer biraz geç kalırsam; saat dokuzdaki atölyedeki yoklamaya yetişmem çok zor oluyordu. Atölyedeki yoklamada birkaç defa bulunamazsak; vize yani derse devamımız olmadığı için sömestr sınavına giremiyorduk.
Otobüslere binmek için iki üç basamağı tırmanmam gerekiyordu. Yeni ameliyat olduğumdan dolayı benim için bu akrobatik hareket çok zordu. Otobüse bindikten sonra oturmak için yer bulabilmek ise ayrı bir sıkıntıydı. Kaç kez bir koltuğa veya demire tutunarak inişli yokuşlu yolları geçip Galata Köprüsü üzerinde adeta dans eder gibi Akademi durağına kan ter içinde gelmiştim. Soğuk günlerde bile terlemiş olarak otobüsten inip Akademiye kadar yürürken üşütüyordum. Ya Fikret’in kantinde ya da Ahmet abinin Çay Ocağında bir simitle çay içip rahatlamaya çalışıyordum.
Yine böyle bir günde hava birden karardı. Gelişli gidişli olan Meclisi Mebusan caddesini, karşıdan karşıya geçip, kaldığım yurt istikametine gitmem gerekiyordu. Genellikle tek başıma bu yolu geçip otobüs durağına ulaşmam güçtü. Geçerken ayağım bir şeye takılır, ya da kurallara uymayan şoförlerin curcunaya çevirdikleri trafik yüzünden düşerim diye korkardım. Evet, hava gitgide iyice kararıyordu. Vakit varken herkes bir an önce evine gitmek istiyordu. Ben, otobüs durağın karşısına varıncaya kadar hiçbir kimse kalmamıştı. Başlıklı parke mi giyip önünün fermuarını iyice kapattım. Karşıya geçmek için yolun en dar ve kolay yerine geldim.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Karşıya geçmek için ayağımı yere basınca; ya düdük çalıyorlardı, ya da hızlarını hiç kesmeden yanımdan geçiyorlardı. Benim yanımdan geçerlerken de yolda biriken yağmur sularını, arabalarının tekerleri üzerime adeta kovayla su döker gibi başımdan aşağı beni yıkar gibi sıçratıyordu. O gün, bir saate yakın böyle bir çileyi yaşadım. Üzerimdeki parke de sırılsıklam olmuştu. Akademinin karşısında büyük iş hanları ve banka binaları vardı. Bu binalarda çalışan bir beyefendi, benim durumumu görmüş ve caddeye inerek yanıma geldi ve o sağanakta beni karşıya geçirdi. Bu olay bana o güne kadar zor bela geçtiğim engelleri daha da yükseltti.
Fakat azmim büyüktü. “Ya sabır Halil!” deyip mücadeleye devam diyordum. Kaldığım yurt ise sol görüşlü grupların elindeydi. Bu durum da ayrı bir sıkıntıydı. Otobüslere binip okula gidebilmek ayrı bir dertti. Okuldaki sol görüşlü fraksiyonların iç çatışması, onlara katılmayan farklı görüşte olanlara yaptıkları psikolojik baskı başka bir sorundu. Sağ ve sol olarak halk ve öğrenciler ayrılmış; siyasiler, iç ve dış güçler, sendikalar akan kanı; amaçları uğruna kullanarak halkı hegemonya altına alarak iktidar ve baskılarını sürdürüyorlardı.
Türk yurdunda, Türklüğün azılı düşmanlarının doğum günleri kutlanıp, Türk Kimliğine, kültürüne, tarihine düşmanlardan daha hırçın saldıran gruplar ortaya çıkmıştı. Kızıl Çin emperyalizmine karşı savaşmış ve Mao’nun kasapları tarafından ağır bir işkence ile öldürülmüş Osman Batur, öz kardeşleri Türkiye Türklerinin bazı gençleri tarafından bilinmiyordu ama kimileri Lenin’e, Stalin’e, Mao’ya, Che Guare’ye destanlar yazıyordu. Bu konuyu ileride daha geniş ele alacağım.
Kasım ayının ortasında akşam üzeri yine yağmur vardı. Tozdan dolayı yağmurla yollar kaygan bir vaziyet almıştı. Bir arkadaş yardımıyla karşıya geçtim ve otobüs bekliyorum. Arka arkaya birçok otobüs geliyordu. İnsanlar otobüse binebilmek için birbirini adeta iterek yer açmaya çalışıyorlardı. Otobüs şoförleri beni görsünler diye böylesi kalabalıklardan bir iki metre uzakta duruyordum.
Benim bineceğim otobüs geliyordu; birden, birisi beni sırtımdan iterek otobüse doğru koşunca; yüz üstü yola kapandım. Beni gören otobüs şoförü acı fren yaparak otobüsü zor durdurdu. Allah korudu. Eğer şoför otobüsü durdurmayı başaramasaydı; beni çiğneyip ezecekti. Düştüğüm yerden birkaç kişinin yardımıyla ayağa kalktım. Otobüse bindim. Şoför arkasındaki koltukta oturandan rica etti ve beni oraya oturttu.
Şoföre öğrenci pasomu gösterip, öğrenci ücretimi verdim. Fakat, ineceğim durağa kadar başımı hiç yerden kaldırmadan yere baktım. Ağlamak istedim ama ağlayamadım. Ağlamanın ne büyük bir rahatlama görevi üstlendiğini biliyordum; lakin beş yaşındayken hastanede yaşadığım iki tokattan dolayı ağlayamadığımı bir ben biliyordum. İneceğim durağa kadar çok sevdiğim sanat eğitimine son verip vermemeyi düşündüm.
Milyonluk İstanbul’da derdimi anlatacağım ve anlayacak birkaç arkadaşım, bir de Akademide çalışan hademelerle olan muhabbetimiz vardı. Yarın onlarla konuşup karar vermeliyim dedim ve erkenden yatağıma uzanıp uykuya dalmak için gayret sarf ettim.