Muhsin, dertli Davut Baba’yla derhal giderek bağın birçok fotoğrafını çekti. Yerel bir emlakçıyla görüşüp acilen satılması yönünde talimat verdi. Davut Babaya da kimseye renk vermemesi yönünde tembihte bulundu. Nuri çağrılarak dede yadigârı bağın satılığa çıkarıldığı, kumar çetesiyle görüşülüp kısa bir sürede borcunu kapatacağını söylemesi gerektiği anlatıldı.
Mesajı alan Nuri, malum şahıslara ulaştırdı. Bu sefer tekmil borcunu kapatacağını, bir daha bırak kumara el uzatmayı, semtine basmayacağını; ufak ufak başlayan ve şimdi boynuna dolanan, kanını iliğini sömüren bu illetten temelli kurtulacağını bin bir yeminle, yalvara yakara anlattı. Bu laflara karnı tok olan Tahsin ve Hilmi tehdidi sürdürdü.
Evde Nuri’nin yüzüne bile bakmadı Davut Baba. Tek kelime konuşmadı. Fakat hastaneye geldiğinde yüzler yine gülüyordu Nuri’ye. Oh be, şükür ki henüz kimsenin haberi yok, dedi. Fakat, onun da gözleri ister istemez Elif’i arıyordu. Kıvılcımlar saçan bakışlarına hedef olmamak için, karşılaştıklarında İlknur’un yüzüne bakamıyor, boyuna diğerleriyle laflıyordu. Ancak içi hiç rahat değildi artık. Ne düşünmüştü, ne amaçlamıştı;elinde avucunda ne kalmıştı?..
Üç yıl öncesi bir kahve köşesinde ufaktan alıştığı kumar epey tatlı gelmiş, giderek daha çok para kazanmaya başlamıştı. Bunun bir tuzak olduğunu ayıkmadan sazanlığa devam etmiş, daha da çok kazanma hırsıyla çok daha büyük paralar öne sürünce de, birinci sınıf profesyonel kumarbazların karşısında nal toplamıştı.
Hastanede bu yıl işe başlayan Elif’in saf, kandırılabilir yönüyle, pek de güzel olmayan fiziğini birleştirdiğinde kendine buradan sinsi ve pratik bir çözüm üretmesi hiç de zor olmamıştı. Fakat zavallı kızın çektiği krediyle çeteye olan borcunu başa baş kapatabilecekken bun yapmamıştı. Paranın bir kısmını bir başka arkadaşından aldığı borcu için kullanınca, geriye kalanı da çeteye yetmemişti. Bu kez iyice çuvallamıştı, işi gerçekten zordu. Hem de her yönden.
İlknur ve Muhsin’in yönlendirmesiyle şu darıdünyada son sığınağını elinden çıkaran, adeta oğlu yüzünden aldığı nefesi feda eden Davut Baba’ya kısa sürede birçok talip üşüştü. Bağ için piyasa değerinden biraz daha düşük bir fiyat belirlemişti Muhsin. Davut Baba her şeye razı idi. Yeter ki şu bela def olaydı başlarından. Taliplinin birinde karar kıldı ve de sattılar canım bağı.
İçindeki üzüm kütükleri kundak gibi olurdu bağın. Bir zamanlar oğlumun nişanlısı, “gelinim” diye baktığı Elif’e bir salkım üzüm olsun, kendi eliyle ikram etmeyi ne çok isterdi oysa. Şimdi oğlunun sahte nişanlısı olduğunu anlayan bu kız, Nuri’yle birlikte babasına da düşmanlık besliyor muydu acaba?..Tabii ya, haklıydı kız. Nuri, babasının kanını ve canını taşımıyor muydu? Ona doğru dürüst ahlâk ve terbiye verseydi, hiç bunlar yaşanır mıydı?.. Kendine olan öfkesi bir kat daha artan Davut Baba, babalık kim, ben kim, diyerek yaşaran gözlerini elinin tersiyle sildi. Düşük omuzlarını daha da büzerek bir taşaçöktü.
Beri yanda Elif, yaşadığı acılarla yüzleştikçe daha bir perçinleniyordu hayata karşı. Kendi de hayretler içindeydi kendine. Nasıl oldu da ben, hayatımı sonlandırmadım, mücadeleyi seçtim, diyordu ara ara. Rabbinden gelen her şeye, ister kahır olsun ister lütuf, “hoş gelmiş demek” dile kolaydı. Bu basireti göstermek epey güçtü. Gönül yaralarını sarma konusunda Doktor Gülsüm Hanım gerçekten de çok iyi iş çıkarmıştı. Kısa bir süre öncesinde servisten eve çıkan Elif’in ilaç tedavisi ve terapileri düzenli biçimde devam ediyordu. Şükür ki iştahı ve uykuları daha iyiydi. Geceleri artık pek ağlamıyor, boyuna kitap okuyor, bütün bunlara isyan değil imtihan penceresinden bakmayı tercih ediyordu. Bu noktada yine Doktor Gülsüm Hanım’ın telkinlerinden şaşmıyordu.
Evet, hayat yokuşunu yine yalnız çıkacaktı her zamanki gibi. Fakat, bu defa yenilgilerinin her birini destek ve silah olarak kuşanarak. Buna tam anlamıyla hazır olmasa da bunu yapabileceğini, en azından bu cesareti gösterebileceğini yüreğinde bir ses ona sık sık fısıldıyordu. En azından, şu andaki konumu ile geçmişini karşılaştırdığında az mı yol kat etmişti: Yolun bu başında yaralarını sarmaya çalışsa da “sevenleri, arkadaşları olan bir hemşire” vardı. Bu hemşire yolun aşağı tarafına baktığında “şişko bir bedene, fakat cılız bir ruha sahip; ürkek, yalnız, çaresiz, alabildiğine mutsuz bir kız çocuğu” görüyordu. Başını çevirdi, bakmamalıydı!
Aradan dört ay geçti. Ağır aksak mı desem, su gibi mi; bilemedim. Ne Nuri’nin çeteye borcu kalmıştı artık, ne Davut Baba’nın bağı. Elif, tekrar hastanede iş başı yapmış, bu kez dört değil sekiz elle sarılmıştı onu var eden mesleğine. Hiçbir şeyden taviz vermiyor, yerine göre erken gelip geç gidiyordu. Arkadaşlarıyla zaman zaman vakit geçirse de özel hayat diye bir şey tanımıyordu artık. Aşkmış, sevgiymiş, evlilikmiş… Eskiden okuyup da kaldırıp bir kenara attığı “Kibritçi Kız” gibi finali mutsuz masallardı.
Nuri, hastanede dikiş tutturamadı o günden sonra. Her ne kadar Elif, İlknur, Muhsin’den tek kelime duymasalar da hiçbir personel; Elif’in sinir krizleri ve tedavisiyle Nuri’nin sessizliğe bürünmesi arasında bağlantı kuramayacak kadar aptal değildi. Dahası, Elif işe dönüş yapana kadar olan süreçte ne Muhsin ne de İlknur bakmıştı Nuri’nin yüzüne. Bütün bunları üst üste koyan personel de durumu sezmiş, Nuri’yle irtibatını tamamen koparmıştı. Resmi ilişki dışında kimsenin adam yerine koymadığı, tek kelime etmediği, herkesin kendinden veba gibi kaçtığı Nuri için dört ay çok büyük bir azap oldu. Hastaneye gelmek istemiyor, sık sık rapor alıyor, üstleriyle tartışıyordu. Sonunda bir yolunu bularak Sivas’ın ücra bir kasabasına tayin istedi. Yaşananlardan haberi olmayan hasta ve yaşlı anası dışında ne hakkını helal edeni oldu ne de bir uğurlayanı. İçinde günden güne büyümekte olan, yüreğini daraltan vicdan azabını boynuna dolayıp kaçıp gitti Sarıoğlan’dan.
Hastalık sürecinde elini bile sürmediği o lanetli kredi, acımasızca kesilmeye devam etmişti. Şu gurbet elde kızcağıza hem ablalık, hem de ana babalık yapan İlknur ile Muhsin, bu konuya da el atmaktan geri durmadılar. Bankayla sağladıkları görüşmeler sonucunda şu kör olası parayı çarçabuk kapatmak istediklerini söylediler. İnsafa gelen (!) banka hazretleri, kısmi bir düşüş sağlayacağını arz etti. Ardından hastaneyi gizlice örgütleyen iki kafadar, kısa sürede Elif’in bu borcu için yüklü bir miktar bağış topladı tüm personelden. Karınca kararınca ortaya konan para, bankadan çekilen miktara yetmiyordu. Davut Baba’nın bağından kumar çetesine ödenen miktarın dışında para arttığını bilen Muhsin, utana sıkıla konuyu ona açtı. Az bir miktara ihtiyaçları olduğunu söyleyince Davut Baba’nın pörsük dudakları nicedir unuttuğu tebessümle buluştu. Yumuk gözlerinden sevinç yaşları sökün ederken bu konuda seve seve yardımcı olacağını söyledi. Koynundaki eski bir çıkına özene bezene sardığı parayı titrek elleriyle çıkardı, son kuruşuna kadar Muhsin’in önüne serdi. Muhsin, yalnızca kredi için gerekli miktar kadarını alıp kalanını Davut Baba’ya iade etti. Davut Baba, böylece boyu devrilesi Nuri’nin Elife yaşattığı acılara bir parça deva olabilmenin umuduyla o gece ilk kez rahat bir uyku çekti.
Hem sıkıntılarından hem de kredi ödemelerinden dolayı aylar boyunca anasına para yollayamayan Elif’i anası Zuhal aramaz olmuştu artık. İşler sarpa sarmaya yakın babası Necati’nin ısrarlı aramalarına karşı yalnızca,“Baba, bazı sorunlarım var. Bir süre görüşmeyelim. Ben işlerimi yoluna koyduğumda seni ararım. Lütfen anlayışlı ol.” şeklinde bir mesaj yollamıştı Elif. Aylar boyunca da birkaç mesaj dışında doğru dürüst bir görüşme olmamıştı baba kız arasında.
Gerçi şaşkındı Elif. Hadi anası oldum olası kızını canı gönülden sevmemiş, belki de sevememişti. O, sımsıcak bağrını açıp da tam anlamıyla sarıp sarmalayamadığı tek yumurtası olan Elif’i kokutmuş ya da kabuk içinde öldürmüş beceriksiz bir kuluçkaydı sanki. Bu yumurtadan umudunu asla kesmeyen Necati, gün gelmiş, bu yumurtaya, ölü cenine, can gelmesini sağlamış; kör topal da olsa hayat bulan, bir şekilde ruh kazanan yavrusunu ayağa kaldırmış bir tabipti. Şimdi başka tabiplerle mesai paylaşan, bunun yanında hâlâ var olma mücadelesi veren kızını gelip de görseydi!..
Bir gün hastane dönüşü otobüsten yorgun argın inen Elif, eve yönelince açık pencerelerleburun buruna geldi. O güne dek gözlerini perdeleyen evi, sanki derin bir uykudan uyanmışçasına camlarını fal taşı gibi açmış, ışıl ışıl onu seyrediyordu. İşe giderken pencereyi açma âdeti yoktu Elif’in. Şaşkınlıkla karışık duyduğu korku onu iyice aptallaştırdı. Bu, nasıl olurdu?.. Hastaneye gittiğinde kapıyı kilitlediğinden emindi. Hem aklı almıyordu. Hiçbir şeye şaşırmayacağım, dese de karşısına “Bu da ne?” dedirtecek bir şey çıkıyordu işte.
Kaygı ve merakın aptallaştırdığı bacaklarını kapıya doğru istemsizce sürüklerken mutfak penceresinden gelen güzel yemek kokuları ve bazı mırıltıları da duyunca kapıya çöktü. Eve gizlice giren hırsızlar evi soyduktan sonra acıkmış, bir de oturup yemek mi yapmışlardı! Ne hissedeceğini gerçekten bilemiyordu.
Elini bastırdığı kalbi, nefesiyle yarışıyordu adeta. Solukları hızlanmış, avuç içleri terlemiş, vücudunu bir titreme almıştı. Gülsüm Hanım’ı hatırladı. Ne demişti: “İnsanlar, şu dünya denen mereti gözlerinde çok büyütüyorlar. Her şey mümkündür, yeter ki metanetle karşılamasını bil.”
Birden, duyduğu güvenle tüm cesaretini toplayarak anahtarı çevirdi. İçeri adım atarken o büyülü sesi duydu: (İnanamıyordu.) Aylar boyunca görüşmediği, konuşmadığı, sanki yaşananların tüm suçlusu oymuş gibi “beni bir müddet arama” dediği Necati’ydi bu. Korkunun yerini şaşkınlık, merak ve fazlasıyla sevinç aldı gönlünde. Alelacele girdiği mutfakta karşılaştığı manzara şok ediciydi gerçekten: Mükemmel denecek şekilde hazırlanmış bir masa, bir yanda canı, babası; diğer yanda gözlerindeki karmaşık duyguları bugüne dek pek de çözemediği, fakat bugün anlattığı mahcubiyeti yüzünde epey net bir şekilde okunan anası Zuhal; ablam dediği ve yedek anahtarla kapıyı açan İlknur, yanında dost canlısı eşi Muhsin… Ve de en büyük darbeyi yediği, yüreğini gümbür gümbür bombardıman eyleyen Nuri’nin zavallı babası Davut ile anası Mihriban Teyze…
Masaya yaklaşıp daha ağzını açmasına bile fırsat vermeden “Sürpriz!” diye bağıran İlknur’un sesi alkışlara… Başka bir şeye güç yetiremeyen Elif’in gözyaşları birbirine karıştı. Masanın ortasında mütevazı bir şekilde hazırlanmış ve ev yapımı olduğuanlaşılan doğum günü pastası… Etrafta sağlı sollu minik hediye paketleri; kurabiyeler, salatalar… Geçin bunları… Gözü görmüyordu Elifin insanlardan gayrısını.
En evveli koşup babasına sarıldı. Necati’yle sarılıp ağlaşmaları kaç dakika sürdü, bilmiyoruz. İkisinin birbirine karışan gözyaşları değildi sanki. O güne kadar feleğin elinden içtikleri ağulu şerbetten sızandı yanaklarından süzülen. Her bir damla;yaşanmamışlıklara sitem, yaşanmışlıklara sorulan hesaptı!..
Necati’den ayrılan Elif, anasına yöneldi bu kez. Zuhal’in“kızım, yavrum” demesi bugün nasıl da içtendi!..“Bilemedim kuzum... Sevemedim seni... Sevsem de diyemedim. Bağışla beni!..” diyordu Zuhal hal diliyle, Elifle her göz göze gelişinde. Elif, yıllar sonra ilk kez anasını böylesine şefkat dolu görmüş; analık sevgisini onca zaman esirgeyen Zuhal’e “Niye bugüne dek bekledin!” der gibi her defasında daha bir sıkı sarıldıkça kollarıyla hesap sormaktan da geri durduramamıştı kendini. Anlaşılan Zuhal de derin bir iç hesaplaşma yapmıştı bu sürede…
İlknur, Muhsin, Davut Baba, Mihriban Teyze… Her birine ayrı ayrı sarılarak teşekkür etti. Çok mutlu olmuştu. O gün hep iyi, güzel şeylerden konuştular. Aylar sonra Elif, iliklerine kadar duyumsamıştı huzuru. “Yaşamak ne güzel şeymiş oysa!..” diye geçirdi içinden…
İlerleyen saatlerde misafirler birer birer çekildi güneş huzmeleri gibi mütevazı evinden. Necati, Zuhal ve Elif kalakaldı geride. Meğer Necati, anasıyla görüşüp Elif’i rahatsız etmemeleri yönünde ona tembihte bulunmuş. Zuhal de bu nedenle aramamış kızını.
Elif’in her ay kendine yolladığı paralara gelince… Onların bir kısmını Elif’in namına bankaya yatırmış. Bir kısmıyla da kızına çeyiz almış, ileride evlenir, barklanır diye… Duygularını anlatmaktan aciz olan, iç dünyasında fırtınalar kopsa da ser verip sır vermeyen Zuhal, Necati’nin de telkinleriyle kızına karşı ördüğü duvarları çoktandır balyozlamaya başlamış. Bunları duyan Elif, ana kız arasında yıllar sonra peydah olan bu sıcacık muhabbetin uçup gitmesinden korkar gibi, anasında vücut bulan taze şefkate ve bu şefkatin kaynağı olan kucağa tekrar tekrar sarılıyor; onları bu halde gören Necati, bu tabloya baktıkça kıvançların en yücesini yaşıyordu.
Ne Elif ne de arkadaş çevresi Nuri macerasından Necati ve Zuhal’e bahsettiler. Bilmelerine de gerek yoktu. Necati, kızının aylar boyunca bazı badireler atlatmış olduğunu sezinlese de yavrusunun kısa bir süre öncesinde bir plasenta gibi toprağa gömüp kuyuladığı dertlerini tazelemek niyetinde değildi. Zuhal’le birlikte bir süre Elif’te kalmaya karar verdiler. Zaten havalar soğuk gidiyordu. İnşaat işleri de kesattı. Hem kızıyla beraberdi ya. Paranın canı cehennemeydi. Elifin parasıyla yaşamak garip gelse de bunu gurur etmedi;aksine kızıyla gurur duydu.
Zuhal’se, yirmi dört yıllık kızını sanki yeni doğurmuş gibi üzerine titriyor, evin hemen her işine koşuyordu. Sanki o eski, soğuk, somurtkan, iğneleyici anasına başka bir karakter nakledilmiş; aradan geçen sürede Zuhal tanınmayacak biçimde değişmiş gibi geldi ona. Gördüklerine inanmakta güçlük çeken Elif, her akşam geldiğinde pırıl pırıl bir ev, çeşit çeşit yemekler buluyordu. Dayanamayıp annesine sordu bir gün: Anne, bu ne hamaratlık? İnternet sağ olsun kızım, diye cevabı yapıştırdı Zuhal. Her bir şeyin tarifi var. Gülüştüler.
…