?>

Kestane Yolunda

Halil GÜLEL

1 yıl önce

Dün gece geç vakitlerde telefonumu alıp hava durumunu gösteren yere baktım. Pazar gününü saat saat izledim ve sabahtan yağmurlu ama öğleden sonra da biraz güneş açacak bir şekilde gösteriyordu. Hava raporunun böyle olması neticesinde bir de pazar günü olduğu için, hafta içinde çalışan aile fertleri biraz daha fazla uyuyup dinlensinler diye yanıma bir resim defteri aldım.

Emekli olduğum için bazen erkenden uyanıyordum. İnsan ister istemez ses çıkarıyor ve uyuyanlara rahatsızlık veriyor. Hemen siyah tükenmez kalemimi aldım ve bir şiir için yaşlı bir adam portresi çizmeye başladım. Bu arada zihnimde bir şiirin sözlerini yavaşça gönlüme döküp yuvarlamaya koyuldum.

Çizdikçe portre hoşuma gitti. Yüzüne gözüne her çizdiğim çizgi, öbür tarafta şiirime ahenkli kelimeler olarak; gönlümden akan melodiye yerleşip, anlam kazandılar. Birkaç defa okudum; her kelime üzerine farklı yönlerden mana verip düşündüm. Beğendim…

 

“İsyan etme güzelim, dört mevsim bu hayatta;

Güneşli günler geçer kim bilir boran olur.

Sağlık olsun en başta eser versen sanatta

Elbet takdir ederler kim bilir kıran olur.”

 

Hayat felsefemi yansıtan bir şiir oldu deyip, bu şiiri yazmama imkân veren yüce Yaratıcıya şükür ettim. Şiir ve resim devam ediyordu. O resim çalışması da şiire eşdeğerde gidiyordu.

Balkondaki çiçek saksılarına minik serçeler kondu. Cıvıl cıvıl ötüp kanatlarını açıp açıp narin vücutlarına vuruyorlardı. Sanki buldukları bir şeyi sevinçle paylaşıyorlardı. Bu arada birisi, jimnastik salonuna giden kızımın açık bıraktığı kapıyı örten perdeye tutunup “Merhaba” der gibi beni selamladı.. Öyle mutlu oldum ki kelimeler ile anlatamam.

Bu arada hanım ve oğlumda acele adımlarla benim ortopedik yatağın olduğu yere geldiler. Oğlum;

“Arkadaşlarımla buluşmam var” dedi “yarım saat içinde çıkmam lazım” diye hazırlığa başladı. Hanımda;

“Bugün aile kahvaltısı var!” diye zafer kazanmış kumandan edasıyla bana;

“Haydi kalk! Daha kahvaltı hazırlanacak!” deyip, bana, sanki bilmiyormuşum gibi mutfağı gösterdi. Emir yüksek yerden olmasa da yüksek perdeden geliyordu.

Kahvaltıya başlamadan hanım bir şey almak için alt kata indi. Orada komşu bayanı görmüş. O da;

“Öf abla çok sıkıldım. Biraz sonra benzin istasyonunun arkasındaki at çiftliğine gezmeye gideceğim. İsterseniz sizde gelin, beraberce gidelim” diye çok içten teklif etmiş. Kahvaltı masasına geri dönen hanım;

“Bu kapalı hava beni bunalttı. Benimle birlikte at çiftliğine doğru gelir misin?” der demez;

“Hava yağmurlu ama!”

“Olsun! Biz de kalın giyiniriz. Hem de senin büyük şemsiyen de var. Kalk gidelim!”

Bütün medeni cesaretimi toplayıp;

“Kurban olduğum, kahvaltıyı yaptıktan sonra gitsek olmaz mı?” diye sordum. O da;

“Önce kahvaltımızı bir güzel yapıp ardından da hava almak için at çiftliğine doğru gideceğiz!”

Hiçbir nizama uymadan acele acele kahvaltımızı yaptık. Çayını hızlı hızlı yudumlayan hanım, ince belli çay bardağını boşalttıktan sonra kapıyı işaret etti.

Bu mevsimde ağaçların yeşil yapraklarının önce sararıp sonra kor aleve dönüşmesi beni, bir ressam olarak çok etkiliyordu. Gökyüzü ve bulutlar beyazın, gök mavisi ile grinin tonlarıyla birbirine karışıyordu. Ağaçlar ve yapraklarda keza öyleydi. Portre çizimine sonra devam ederim deyip, hanımımın bana hazırlanmamda yardımcı olmasını rica ettim.

Kısa bir zamanda ortopedik ayakkabılarımı giydirdi. Akülü tekerlekli sandalyeme geçtim. Su, meyve gibi ihtiyaç maddelerini de koyduk tekerlekli sandalyenin çantasına. Çok büyük olan koyu lacivert şemsiyemi de aldım. Kilidi açıp akülü sandalyemi çalıştırdım. Asansörle indim giriş kapısına. Bu geziye katılacak olan genç bayan komşumuz, tekerlekli sandalyeli oğlunu ve annesini de hazırlamıştı. Annesi büyük elektromobil kullanıyordu. Garibim gençliğinde çok ağır işlerde çalıştığı için güç ayağa kalkıp zor yürüyebiliyordu.

Neyse biz iki yaya askeri ve üç tane tankla hareket eden zırhlı birliği gibi evimize bir sokak ötede olan Grafenberg Ormanına doğru yol çıktık. Büyük ana caddeyi ve tramvay yolunu lambadan geçerek at çiftliğine doğru yola revan olduk. İçimizde en küçük olanın tekerlekli sandalyesi önünde akülü bir çekme aleti vardı. Yaşı küçük olduğu için zikzaklar yaparak ve çok hızlı sürüyordu. Ne kadar da ikaz etsek pek bizi dinlemiyordu. Yaşlı teyze ise elini sürme koluna koyunca çekmiyor ve hızını ayarlamasını pek beceremiyordu; çünkü, tekerlekli sandalyeye binmek istemiyordu. Sürekli;

“Tekerlekli sandalyeye binmek istemiyorum. Ben bu hale düşecek birisi miyim” diye söyleniyordu.

Neyse biz ağır zırhlı birliği ve iki yaya olarak Pillebach denen küçük derenin yanına geldik. Oradan at çiftliğine döndük. Islah edilmiş bu dere nerede ise hiç akmıyormuş gibi suyu durağandı. Küçük küçük su birikintileri oluşturulmuş adeta yaban hayvanlarının su içmeleri, bir de havanın nem oranına olumlu katkıda bulunması amaçlı bu göletçikler yapılmıştı.

Bu derecik böyle daha birçok derecikle birleşip Düssel ırmağını meydana getiriyordu. Düssel ırmağı da koca Rhein nehrine karışıyordu. Adını Düssel ırmağından alan bu şehir, yani Düsseldorf, bu ırmağın Rhein nehrine döküldüğü yerde bir köy olarak kurulmuş. “Dorf” Almanca da köy demektir. Yani Almanya’nın en büyük köyü; Düsselköyü anlamında Düsseldorf’tur.

Çok geniş bir arazi ve ormanlık bölgeydi burası. Bizim Doğu Karadeniz evleri gibi birbirine uzak iki ev şurada, birkaç ev burada seyrek alanı geçtik. Değişik bir kümes hayvanları çiftliğine geldik. Değişik renklerde tavuklar, ördek, kaz ve hindiler vardı. Bazen bir iki koyun kuzu da oluyordu. Geniş bir yer çimenler ve otlarla kaplı alan elektrikli tellerle çevrilmişti. Bu cereyanlı teller, tavukların tilki gibi düşmanlarının içeriye girip zarar vermesini önlüyormuş.

Bu çevrede yaklaşık çeyrek asırdan fazla oturduğum için her yeri ve oradaki patikaların nerelere gittiğini iyi tanıyordum. Bu yürüyüş yolu başka zamanda; özellikle bahar ve yazın çok kalabalık olurdu. At çiftliğine giden motorlu araçlar özellikle lüks arabalardan zor geçilirdi.

Fakat bugün sabahtan yağmur yağdığı için ve gökyüzüne baktığımızda birazdan belki yine hava bozabilir diye müdavimleri pek seyrekti. Yağmurlu ve serin havalarda yürümeyi sevenler, karı koca, yaşlı genç olarak yanımızdan bazen selam vererek, ya da onlara refakat eden köpeklerinin yularlarını çekerek gidiyorlardı.

Nihayet at çiftliğine geldik. Atlar ahırda olabilir diye düşünüyorduk; fakat dışarıda birbirine yakın vaziyette olduğunu gördük. Atların olduğu yere yakın olan dönemece kadar yol asfalt olarak yapılmış. Bu dönemeçten itibaren Kestane yoluna kadar toprak ve çakıldı yollar. Sanırım asfalt yollar, atların nal ve ayakları için uygun değilmiş. Onun için yol kenarında atların gidebileceği toprak ya da kumlu patikalar yapılmış.

Bu çiftlikte kırkın üzerinde at vardı. Bu çiftliğin bir kilometre uzağında ise at yarışlarının yapıldığı alanlar vardı. Bu hipodromun çevresinde at ahırları ve hizmete dayalı birçok konaklama yerleri, orman içine yerleşmiş villa ve lokantalar adeta gözden uzak olmak için büyük ağaçların arasına saklanmış bir görünümdeydi.

Atların olduğu bir alanda bazı hayvanlar serin havadan mustarip olmasınlar diye adet elbise giydirmişler gibiydi. Atların su ihtiyaçlarını gidermeleri için birkaç yere su ahırları yapılmıştı. Dört yanında saman, kuru ot ve yemleri yemeleri için üstü tahta perdelerle örtülü ama yanları açık çardaklar yapılmıştı. Bizim köyde atların saman veya kuru ot konulan yüksekçe yerlere yemlik derdik. Bu etrafı açık çardaklarda bir nevi bizim yemliklere benziyordu.

Atlar bizim gibi ziyarete ve gezmeye gelenlere alışıktılar. Fakat çiftlik sahibi atlarla aramızda olan çitlerin üzerine her on metreye bir “Lütfen yiyecek bir şey vermeyiniz” diye metal üzerine yazılmış pankartlar asmışlardı. Bazı küçük yapılı atlar çitlerin üzerinden başlarını uzatarak, bir nevi bir yiyecek bekliyorlardı. Bazı ziyaretçiler atların alnı okşuyor ve onları seviyorlardı.

Atları severek asırlık kestane ağaçlarının olduğu bölgeye gitmek için hiç düzgün olmayan çakıllı bir patikaya girdik. Bu sabah yağan yağmurdan dolayı yolun bazı yerleri su birikintisi ile örtülmüştü. At yolu olduğu için bu patika dardı ve düzgün değildi. Derinliği belli olmayan su birikintileri tekerlekli sandalye için çok tehlikeliydi. Derinliği belli olmayan su birikintisine girince; tekerlekli sandalye dengesini yitirip bir yana devriliyordu. Yolun kenarında gideyim derse insan; taze yağmış yağmurdan dolayı toprak kaygan bir hale gelmiş oluyordu.

Önümüzdeki çocuk, su birikintilerinin kenarında giderken yapılan ikaz sözlerine kulak asmadığı için elektrikli çekme motorunun dümenini hızlı hızlı bir sağa, bir sola çevirince kendisini su birikintisi içine yuvarlandı. Bereketli orada yürüyüş yapan genç çiftler koşarak geldiler, birisi devrilen tekerlekli sandalyeyi düzeltti, diğeri de suyun içinde çocuğu kaldırdı. Bu olayı gören yaşlı teyze arkamdan geliyordu; heyecana kapılınca; elini hız pedalına sürekli bastırınca arkadan gelerek benim akülü sandalyeme “Pat!” diye vurdu. Dengemi kaybeder gibi oldum ama tecrübem ile aksi yöne ağırlığımı verince devrilmekten kurtuldum. Yaşlı kestane ağaçlarının olduğu yola elli atmış metre kalmıştı ama çok dikkatli gitmemiz gerekiyordu. Su birikintisine düşen çocuğun dizlerinin üstüne kadar ıslanmıştı; annesi yedekte olan küçük battaniyeler ile onu sardı sarmaladı.

Çok şükür kestane yoluna çıktık ama boş bulunup su birikintisine düşen çocuk ıslaklıktan rahatsız olmuştu ve sarsılan prestiji için sinirlendi. Hemen eve dönelim diye annesine çıkıştı. Annesi de;

“Kurallara uymuyorsun! Kendi başına yanlışlıklar yaparak; dikkatleri üzerine çekmek istiyorsun” diye azarladı. Neyse bir iki mızırdayan çocuk sesini kıstı ve kestane yoluna yani asfalt yolda yine de artistlik şeyler yaparak kervana katıldı.

Hava güzel olunca bu yol aslında çok kalabalık oluyor. Bugün hem serin hem de yarı kapalı olduğu için çocuklarıyla gelmiş beş altı aile yolun sağına soluna dağılmış, çocuk yumruğu şeklindeki adeta kirpi yavrusuna benzeyen dikenli kestane kozalaklarına ayaklarıyla basarak ezer gibi yapıyorlardı. İçi boş olan dikenli kozalaklar üstüne basılınca eziliyordu. Eğer içinde kestane varsa açılıyor ve dikenlerin arasından parlak koyu kahverengi kabuklu meyvesi dışarıya fırlıyordu. Elle ellenmesi dikenler yüzünden çok zor oluyordu.

Bu mevsimde geceleri bazen sert rüzgarlar esiyordu. Dikenli kozalaklarında ağırlaşan kestaneleri bu rüzgarlar dallardan yere düşünüyordu. Dikenleri sayesinde toprağa sağlam yapılan bu kozalakları yaban hayvanları yiyemiyordu, fakat, bazı insanlar sabaha yakın gelip bu mevsimde yere düşen cevizleri ve kestaneleri toplayıp ya kendileri tüketiyordu ya da değişik yerlere götürüp satıyorlardı.

Kestane toplamak benim için çok zordu adeta imkânsız bir şeydi. Yere düşen bir şeyi almak için aldığım uzun saplı maşamı getirmiştim bir keresinde. Maşa ile kozalağı alıp sert bir yere vurarak açmaya çalışmıştım. Daha önce defalarca kestane toplayanlar bu çevreden geçtiği için içi boş kozalaklar arasından kestane bulmam zordu. Onun için o uzun maşamı bu sefer almamıştım. Doğayı izliyordum. Kalın gövdeli asırlık kestane ağaçlarını izlemek beni çok mutlu ediyordu. Üç dört insanın kulaçlarını dolduracak olan iri kestane ağaçları resim çalışmalarım için beni daha çok etkiliyordu.

Çok güzel bir gün geçirirken; kafamda ve gönlümde birçok çizim ve resim, yazı ve şiirin projesi gönlüme ve zihnime düşmüştü. Bu pazar doğa gezisine çıkmadan önce başladığım şiirimi de bitirdim. Sanki bitirdiğim bu şiiri, yolun sağ ve sol kenarlarında yıllardır nöbet tutarak bekleyen gün görmüş kestane ağaçlarına sadece onların işiteceği bir fısıltı ile seslendirmiştim, onlarda kah sararan yorgun yapraklarını, kah dikenli kozalaklarını geçtiğim yollara dökerek beni alkışlamışlardı. Eee! Atalarımız marifet iltifata tabidir diye boşuna dememişler ya!

 

 

KİM BİLİR SORAN OLUR

 

İsyan etme güzelim, dört mevsim bu hayatta;

Güneşli günler geçer kim bilir boran olur.

Sağlık olsun en başta eser versen sanatta

Elbet takdir ederler kim bilir kıran olur.

 

Bir kuşun ötüşünü uzak olsa da dinle,

Dans etsin börtü böcek güller koksun seninle,

Her anın hikmeti var güzel gelir zamanla

Dert etme derdi hayra kim bilir yoran olur.

 

İçinde bir dünya kur, ışık olsun, nur olsun,

Hayal et, yoklar bile aşka gelip var olsun,

Yazın kavun karpuzla kışın ayva nar olsun

Alsa da fazlasını kim bilir veren olur.

 

Sakın ola yok diye isyan edip üzülme,

Her şeyi alsan bile mazlumlardan ah alma,

Sevgi için çok çalış karanlıklarda kalma

El vererek kol kanat kim bilir geren olur.

 

Kucak açar sahiller ak köpüklü dalgaya,

Hakkın değilse senin imrenme gitse aya,

Yakışmaz güzelliğe yalan dolanla riya

Çoksa gönülden çıkan kim bilir giren olur.

 

Ressam Halil, içinden bu güzellik gelmeli,

Hayatın gayesi aşk; bunu böyle bilmeli,

Bir olup ağlayanla hep beraber gülmeli

Bir gün senin derdini kim bilir soran olur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI