İsrail, 1980 yılında Kudüs’ü başkent olarak ilan etmiş ve başkentte bulunması gereken resmi kurumlarını Tel Aviv’den Kudüs’e taşımıştır. Fakat ona rağmen Dünya kamuoyunda şehrin tartışmalı konumunu ortadan kaldırmayı başarabilmiş değildir. O konjonktürde ülkemiz Kudüs’te başkonsolosluk bürosu açmış olmasına rağmen Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamıştır. Dolayısıyla İsrail hükümetlerinin yayılmacı ve istilacı anlayışı başkenti kotarmaya varmış olsa da günümüzde Kudüs, Filistin ve İsrail ortak toprakları arasında yer almaktadır! Oysa Kudüs’ün o ortaklıktan daha önemli ortaklığı, üç semavi dinin inanç başkenti olma özelliğidir…
Bütün teologlar, Dinlerin gönderilme amacını “İnsanlığa barış, huzur, güven, esenlik ve saadet sunma” olarak açıklasa da realitede yaşananlar hiç de öyle olmadığını göstermektedir. Tam da bu noktada sorulması gereken kritik soru şu:
-Vaatleri çerçevesinde beklenen ya da hedeflenen barış, huzur, güven ikliminin sağlanamamasından dinler mi sorumlu veya suçlu?
Sorumluluk, insana olduğu gibi kurumsal yapılara da yüklenebilecek bir değerdir. Fakat suç öyle değil! Suç tamamıyla insana yüklenebilecek bir olgudur. Özünde nötr olan kurumların suça bulaştırılması ya da suçlu ilan edilmesi, kurumun mahiyeti ile ilgili insanların karar ve eylemleri sonucunda ortaya çıkar. O nedenle kurumsal yapılarda suç aramak veya suçun faturasını kurumlara kesmek, art niyet taşımıyorsa, görev ve sorumluluklarımızdan kaçmak için hedef saptırmak demektir.
Üç semavi dinin başkenti olarak Kudüs, barış ve huzuru tüm dünyaya yayma örnekliğini gösterebilecek bir laboratuvar iken yüzyıllardır kargaşa, savaş, kan ve gözyaşının merkezi olmuş, halen de olmaktadır. Ne kadar acı bir durum değil mi? Biz insanlar Tanrı tarafından “Dünyayı cennete çevirmek için seçilmiş bir tür iken, dünyayı cehenneme çevirerek cennet uman yaratıklara dönüştük!” Bunun Müslümanı, Yahudisi, Hristiyanı yok! Hepsi de Din, Kitap, Allah adına savaş yapıyor! Ne yazık ki, Allah’ın böyle bir isteği ve muradı yok! Kuşkusuz ki hem Tevrat hem de İncil Yüce Tanrı tarafından gönderilmiş ilahi hitaplar içeren kitaptır. Onlar tahrif edilmemiş olsaydı eğer, belki de Yüce Allah Kur’an’ı göndermeyecekti bile! Lakin insanlar kendi yarattıkları kitap ve uydurdukları ilahi hitap uğruna din savaşları yapmaktalar!
Modern çağda boyutu soykırıma varan İsrail zulmü ve vahşetinin yaşanıyor olmasına aklıselim hiçbir insan anlam veremez! İnsani cepheden bakılsa, bu problemleri çözmek o kadar zor olmasa gerek oysa.
Birleşmiş Milletler kararı ile “İnanç merkezlerinin insanlığın ortak malı ve mirası kabul edilmesi” bir madde ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine eklenebilir. Dünya kamuoyunda kabul görecek olan bu karar ile o bölgelerde yaşanan savaşlar çok rahatlıkla sona erdirilebilir. Din ve inanç özelinden bağımsız, sadece insan odaklı bakış açısına sahip bir samimiyet ve kararlılık gerekli.
O alanda müze olarak tüm insanlığa hizmet vermekte olan Ayasofya ile çok süper bir örnekliğimiz vardı elimizde! Maalesef onu da kaybettik!
Üstelik o maddede geçecek karar, Tanrı’nın da muradıdır. Bir örnek ayetle o muradı açıklamam gerekirse, Al-i İmran 97’yi okumanızı rica ederim. Bugün geleneksel İslam anlayışına göre; “Müslüman olmayanın ayak basması dahi haram(!) kabul edilen” Kabe’ye ziyaretin, “Allah’ın insanlık üzerindeki hakkı” olduğu vurgusunu görürsünüz! Dikkat edin; Müslümanlar üzerinde değil, insanlık üzerinde! Tanrı öyle buyururken, insanların yarattığı ilahi buyruk, Müslüman olmayanın ayak basması haram diyor! Haydi çözün bu düğümü çözebilirseniz…
Ne hikmetse; ilahi vahiyde barış ve kardeşlik öğretisine dayalı hitaplar, insanların kendi elleriyle yazdıkları eserlerde din adına oluşturulan devasa külliyatla mecrasından saptırılmıştır. Suçlu olan ise o tahrifatı yapan insanlar iken kurumsal olarak dinler o pozisyonda bırakılmıştır.
Benzer tahrifat, Kudüs konusunda da yapılarak ülkemiz insanına sunulmaktadır! Şöyle ki;
-Kudüs ve Mescidi Aksa, resmi ya da gayri resmi din sunumu yapan kimselerin pek çoğu tarafından “Müslümanların ilk kıblesi” olarak lanse edilmektedir!
Oysa bu kocaman bir yalandır. Bakın hatalı bir sunum demiyorum, bir yalan beyandır diyorum. Çünkü Kabe, tek tanrılı dinlerin atası kabul edilen İbrahim peygamberimiz tarafından inşa edilmiş bir mabet olup, Müslümanların ilk kıblesidir. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra oradaki Yahudi halkla birlikte kıble olarak Kudüs’e doğru yönelerek namazlarını kılmıştır. Ardından Peygamberimiz, iki kıbleli mescit diye anılan Medine’nin Kuzeybatısında yer alan Mescid-i Kıbleteyn’de kıldığı namaz esnasında Bakara-149. Ayete muhatap kılınarak aldığı vahiyle yönünü tekrar Kabe’ye dönmüştür. Bakara-143. Ayet ise açıkça “daha önceden yöneldiğin Kabe’yi kıble yaptık” buyrulmakta iken, “Müslümanların ilk kıblesi” ifadesine nasıl yalan beyan demeyeyim? Buna siz karar verin değerli okurlarım.
Elbette o yalanı dillendirmenin bir maksadı olması gerek! O da dinin ideolojiye dönüştürülmesi ve kendi doğal mecrasından çıkarılarak siyasallaştırılmasından başka bir şey değildir.
Mescidi Aksa ve Kudüs üzerinden türetilen başka yalan beyanlar da var ki onlar; Peygamberimizin oradan miraca çıktığı, orada yüz yirmi dört bin peygambere imamlık yaparak namaz kıldırdığı, İsra Suresi’nde Mescidi Aksa’dan bahsedildiği için oranın kutsiyeti vs.
Sondan başlayarak gideyim. İsra Suresi 1. Ayette mealen “Bazı ayetlerimizi göstermek üzere kulunu bir gece Mescidi Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescidi Aksa’ya götürmek üzere gece yolculuğuna çıkaran Allah’ın şanı ne yücedir!” şeklinde bahsi geçen Mescidi Aksa, ne bugünkü Kubbet-üs Sahra camisi, ne de onun karşısında yer alan Mescidi Aksa’dır! Bu konuda iki görüş vardır ki, birincisi ayette bahsedilen Mescidi Aksa, Süleyman Mabedi diye anılan ve Peygamberimiz döneminde harabeleri var olan bir yerleşkenin, bölgenin adıdır.
İkincisi ise ayette bahsi geçen Mescidi Aksa’nın Mekke yöresinde “Irak mescid” veya “Uzak mescid” diye anılan ve yöre insanlarınca bilinen bir mescid olduğu görüşüdür. Her ikisini de tarihi kaynaklara dayanarak savunan siyer akademisyenleri vardır.
Kubbet-üs Sahra diye adlandırılan cami, zalim Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa edilmiştir. İnşa ettirmesinde farklı amaçlar olduğu kaynaklarda yer almaktadır. Konuya, İslam Ansiklopedisi’nde yer alan iddialar üzerinden açıklık getireyim.
Müslümanların şatafatlı mabetleri olmadığı için Hristiyanlara imrenmesinler diye yaptırdığı iddiası vardır. Kabe’ye alternatif hac merkezi olsun diye yaptırdığı iddiası vardır. Hatta muallak taşı, hacerül esved muadili olarak işlev görmüştür. Birkaç yıl tavaf bile yapılmıştır. Diğer bir görüşe göre ise kendi hakimiyetinde olan Şam bölgesinden Mekke’ye gidecek hacılardan önce kendisine bağlılıklarına dair biat almak istemiş. Ve o nedenle yaptırdığı iddia edilmiştir. Bugün o bölgeden hacca gidecek Müslümanların yol güzergahında ilk durak olarak Kudüs’ün yer alması, o yıllardan kalma bir gelenektir.
Miraç, Kur’an’da yer almamasına rağmen sonradan dine sokuşturulmuş ve peygamberimizin oradan göğe yükseldiği iddia edilmektedir. O nedenle Müslümanların kutsal mekanı olarak kabul görür ve din, inanç eksenli çatışmalara kaynak teşkil eder.
Ayrıca ne gariptir ki; olmayan bir miraçta namaz farz kılındı diye öğretilirken, yine Kudüs’teki Mescidi Aksa’da peygamberimizin diğer peygamberlere namaz kıldırdığı iddia edilir! Sadece bu çelişkiye dikkat çekmem dahi konu üzerinde daha fazla cümle kurmamı yersiz kılacaktır diye düşünüyorum.
İşte din yarıştırma, kutsalları paylaşamama ve inanç bağnazlığı, insani düşüncelerin ve en temel hak olan yaşama hakkının dahi önüne geçebilmektedir. Bu çarpık anlayış, barış ve huzur ikliminin ortaya çıkmasının önündeki en büyük engeldir…
Haklı ve doğru olarak “Yalanla imanın bir arada bulunmasının mümkün olmadığını” dillendiren sözüm ona teoloji akademisyenleri ve ilahiyat camiası bunca yalana neden sarılır ve niye ballandırarak anlatır? Onu anlayabilmiş değilim! Umarım feraset ve basiretleri, diğer kaygı ve endişelerinin önüne geçer…