En uzunundan en kısa dönemine varıncaya dek biz erkeklerin “Askerlik Hatıraları” vardır bilirsiniz. Bugün de bir askerlik hatıramla sözlerime başlayayım! Üniversite mezunları olarak kısa dönem diye tanımlanan sekiz aylık askerlik görevimizi icra ediyoruz.
Bir gün bölük komutanı yüzbaşı sundurmada ders anlatırken arka taraflardan “Komutanım …” diye ses geldi! Ardından söylemek istediklerini sırladı sesin sahibi.
Ama sesin tonu erkek sesine pek benzemiyordu! Bilinçli bir şekilde kıvırtarak konuşma şeklini de andırmıyordu! Abartmıyorum, herkes geriye dönüp bakmak zorunda kalmıştı -kim bu konuşan?- diye! Tabi yüzbaşı, dikkatlerin dağılmasını önlemek için “Askerrr, ders dinlerken dahi esas duruşunu bozmaz, izinsiz geriye dönmez. Yaprak gibi savrulmaz, çınar gibi dimdik ayaktadır!” diye bize ayar verdi. Meğerse komutanların olaydan haberi varmış ve ilgili şahsın taleplerine yardımcı olmaya çalışıyorlarmış. Bölüğümüzde tamamen erkek görünümlü ama kendisini tam olarak erkek hissetmeyen biri varmış. “Askere gidersem belki bu kadınsı hal ve hareketlerimden, tavır ve duygularımdan kurtulabilirim!” diye özellikle rica ederek askerliği denemek istemiş…
Daha sonra bir daha o şahsı ne görebildik, ne de o sesi duyabildik! Başarısız girişim olarak kalmasına karar verilip, refüze edildiğini öğrendik!
Sizlere neden yaşanmış hayat kesitleri içeren filmler önerdiğimi anlıyorsunuz değil mi? Tercihleri doğrultusunda sapık ve sapkın ilişkileri yapan, yaşayanlar ile tercihleri dışında bir takım hormonal ve genetik sapmaların ayırt edilmesi gerektiğini doğru anlamak için… Daha da önemlisi gençlerimize doğru bilgiler vererek “en doğrusu hiç cinsiyet değerlerine sahip çıkmamak, komple nötr kalmayı daha iyi bulmak” gibi cinsiyetsizlik projesi ardına kapılmamalarını ve olaya mağduriyet temelli yaklaşarak foncu derneklerin planlarını görmezden gelir bir algıya yenilmemelerini sağlamaktır.
Geçtiğimiz Ocak ayı sonlarında Covid testim pozitif çıkmış ve bir hafta karantinada kalmıştım. O süreçte bol bol Netflix dizileri, film ve belgeseller seyretme fırsatı buldum. Ve inanın bir an dehşete kapıldım! Allah sizi inandırsın, neredeyse izlediğim her bölümde, eşcinsel ilişkili sahneler yer almaktaydı. Tabi ki düşünmeye başladım! Her ne kadar 16+, 18+ tarzında uyarılar yapılıyor olsa da; kim iddia edebilir ki, o uyarılara herkes özen gösteriyor diye?
Sonra çocuklarımla, aklı başında değerlendirmeler yapacağına kanaat getirdiğim öğrencilerimle ve okulda nazımın geçtiği her iki cinsiyetten, daha genç öğretmen arkadaşlarımla konuştum mevzuyu! “Acaba kuşak çatışması yaşıyor muyum? Onlar olaya nasıl bakıyor, ben ne düşünüyorum?” diye olayın fotoğrafını çekmeye çalıştım.
Onlar:
O uygulamada bir konuyla alakalı film seyredildiğinde, sana o tarz içerikler sunulduğundan bahsettiler. Ondan dolayı arka arkaya benzer içeriklerle karşılaşmış olabileceğimi belirttiler. O kadar korkmayın diye beni teselli etmeye çalıştılar. Ancak bariz bir şekilde eşcinselliğin normalleştirilmeye çalışıldığı hususunda sizinle hemfikiriz hocam dediler. Çoluk çocuk yetiştiriyoruz ama endişelenmemek elde değil. Son dönemlerde Netflix, kendi platformuna içerik üreten yapımcılara mutlaka eşcinsel ilişki koyma zorunluluğu getiriyormuş! Diye bir bilgi de yayılıyor hocam dediler. Küresel foncular onlara da el atmış anlayacağınız…
Kimseyi yargılamadan ne düşündüklerini araştırmak istediğimi ve taca çıkmadan oyunun içinde kalarak, olayı anlamaya çalışmak istediğimi beyan ettikten sonra genç kuşak fikirlerini açıkça beyan etti. Ve şu şekilde görüşler etrafında toplanıldı:
*Komple kapatacaksın, yasak getireceksin.
*Sonuçta paralı ve isteğe bağlı olduğu için abone olmayacaksın. Kendini ve yakınlarını koruyacaksın.
*O sahnelere takılı kalmaksızın filmin geneline odaklanıp ona göre değerlendirmede bulunacaksın.
*İnsanların kendi tercihlerine saygılı olmayı öğrenmeliyiz, kimseye karışma hakkımız yok. Bu nu öğreneceksin…
Şeklinde gruplanabilecek farklı fikirler ortaya çıkmış olmasına rağmen gençlerin genel kanısı;“LGBTİ hakları çözüme kavuşturulursa, onların mağduriyeti ellerinden alınır ve taşlar yerine oturur, diye düşünüyoruz. Şu anda neredeyse bütün dünyada onların kendilerini ifade etmelerine imkan sağlanmadığı için bu uygulamalar onların sesi olmak istiyor.” şeklinde idi.
Sorun olarak görülen bir konu ya da olay ne kadar yasaklanırsa,sorun çözüme kavuşturulmadığı gibi cazibesi o kadar artar. Şeffaflık o nedenle iyidir. Sorunları konuşmakta, çözüm önerilerini dile getirmekte cesaretin ortaya çıkabilmesi için kimseyi yargılamadan dinleyebilmeyi öğrenmemiz gerektiği hususunda ortak kanaate vardık.
İnsan davranışlarına, tercihlerine, hayata bakışına, yaşam kriterlerine içine doğduğu çevrenin katkısı çok büyük olduğuna göre toplumsal bakışımızı duygusal temelli, realiteden uzak, hamaset nutuklarına yenik düşürmeden ayağa kaldıralım isterim…
-Acaba ensest ilişki kurbanı olan çocuklar, psikolojik anlamda yıkıma uğradıkları dehşet veren o ilk eylemlerini, “aile” dediğimiz kavram içindeki en yakın büyüklerinden başlayıp, uzağa doğru gidenlerinden görmüyorlar mı? O çocuklar yaşadıkları travmanın etkisinde kalarak karşı cinsinden nefret edip hemcinsine yönelim gösterecek olamaz mı?
-Merdiven altı diye tabir edebileceğimiz vakıf dernek statüsünde resmi, gayriresmi kurumlarda güya eğitim gördükleri düşünülen küçük çocukların yaşadığı istismarlar, o çocukların hayatında karşı cinsten nefret etme duygusunu, hissini oluşturmayacak mı? Bunların araştırması yapılıyor mu? İstatistikleri tutuluyor mu?
-Toplumumuzda cinsellik halen bir tabu değil mi? Kaç aile çocuğuna, gelişim çağı gereklerince yaşına, pedagojisine uygun şekilde cinsel eğitim veriyor, verebiliyor? Cinsellik ayıp, günah, utanılacak bir fiil olarak görmeyen kaç ailemiz var? Bunların psikolojik alt yapısı sağlanabildi mi, sosyolojik istatistikleri tutuluyor mu?
Eğer cinsellik utanılacak bir şey olsaydı, Tanrı umudu olarak gördüğü ve misyon yüklediği bizlerin dünyaya gelişini öylesi kötü(!) bir eyleme bağlar mıydı? Mesele her olayda olduğu gibi cinsellikte de, duyguları yönetme ve iradeyi kontrol etme, helaline haram katmama meselesi olarak neden görülemiyor?
-Çocuklarımızın biyolojik, psikolojik, bedensel ve toplumsal anlamda “kendi özel sınırları”olduğu ve o sınırları ihlal etmek şöyle dursun, kimsenin yanaşamaması gerektiği bilgisi ve donanımı ile yetişen çocuk, o yetiştirme eğitimini veren aile sayımız kaç? Bunların istatistikleri tutuluyor mu? Kaç ailede ebeveynler, çocuklarının odasına izin alarak giriyor?
-Üç kuşağın bir arada yaşadığı geniş aile modelindeyken, dede ve nineleri aracılığıyla daha iyi iletişim kurarak kontrollü ve sağlıklı bilgiler edinen torunlar vardı. Çekirdek aile modeline kaydığımız andan itibaren çocuklar, o alanda boşluğa düşmediler mi? Cinsellik arkadaştan öğrenilen bir olgu olarak kalmadı mı? O dönemde öğrenilen bazı bilgiler, kişiliği tam oturmamış arkadaşları tarafından, şaka yollu da olsa, rızası olmadan başka şahıslara yayıldığı için bireyin yanlış tercihlere yönelim göstermesine neden olmuyor mu?
-Acaba ağabeyi, küçük erkek kardeşi, erkek arkadaşı veya babası tarafından şiddete maruz kalmış kaç kız, eşi tarafından şiddete maruz kalmış kaç kadın, öyle bir annenin kaç kızı, erkeğe güvenini yitirdiği için karşı cinse ilgi duymaktan vaz geçip hemcinsine yönelim gösteriyor? Duygusal açlığını hemcinsiyle tatmin ediyor? Bu hususlarda psikososyolojik araştırma ve istatistiklerimiz var mı?
-Acaba son derece kibar bir beyefendi olmasına rağmen, kız arkadaşları tarafından -kodun mu oturtturan- türde haşin, sert, maço olmadığı gerekçesiyle alaya alınarak hakir görülen kaç erkek çocuğu, karşı cinse mesafeli duruyor bunları bilen var mı?
-Okullarımızda dahi uzman kişiler tarafından cinsel eğitim verilebiliyor mu? Cinsel eğitim verilmesi için adım atılacak olsa ülkede kıyamet koparılmaz mı?
-Sanat, spor, eğlence, sinema, tiyatro, müzik gibi insanın bedensel, ruhsal gelişimine olanak sağlayan bu etkinlikleri doğru bulmayan ve çocuklarını o alanlardan uzak tutarak daha iyi, daha doğru ve daha dindar yetiştirmiş olacağına inandırılmış aile sayımızı bilebiliyor muyuz?
-Ebeveynlik görevleri yerine getiremeyen kaç aile, o eksikliğini ört bas etmek için veya daha dindar çocuk yetiştireceğim algısıyla -dinini diyanetini öğrenir ve itaatkar çocuklar olarak yetişir- umuduyla çocuklarını küçük yaşlardan itibaren cemaat tarikat yurtlarına veriyor?
-Kendisi gibi olmasını istediği çocuğu üzerinde her hakka sahip olduğuna, baskı kurmayı ana baba hakkı olarak görmeye, o inancının gereğini yapmazsa sorumluluğunu yerine getirmediği için günah işlediğine inandırılmış ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları sosyokültürel çatışmalarda, çocuğun haklarının korunması adaletli bir şekilde uygulanabiliyor mu ülkemizde?
-Haklarını okulda öğrenen çocuklar, bu defa ebeveynlerine karşı hak arayışına girince aileler okula ve eğitime karşı tavır almıyorlar mı? O çatışmaları yaşamamak için her cemaat kendi eğitim kurumunu açarak müntesiplerinin çocuklarını oralarda yetiştirmiyor mu? Daha ileriki yaşlarda bayrak açan gençler hayatlarına kast etmiş olsalar bile, ebeveynleri “Biz o kurumdan randıman almıştık. Çocuğumuz kabahatli!”diye beyanat vermiyor mu?
-Allah adına hüküm veren din dilinin kullanılmasından bıkmadık mı? O dili kullanan din baronlarının samimiyetsiz tavır ve davranışları insanımıza, özellikle gençlerimize, artık kusturma derecesinde ö’ dedirtmiyor mu? Yolsuzluk, adaletsizlik, yoksulluk, hırsızlık, haksızlık, adam kayırma, yandaşlık, torpil, … gibi toplum ahlakını çökerten hastalıklarla alakalı ağzını bıçak açmayan din oligarklarının, LGBTİ hak arayışları söz konusu olunca; ne hikmetse çenelerinin bağı anında çözülüyor! Hemen Lut kavmini insanların gözüne sokanlar, neden Semut kavminden söz etmezler? Kum medeniyetin temsilcisi olan Semut kavmi de yüksek tepelere tapınaklar yapmış ve din sömürüsünü başlatmış bir kavim idi. Onları da helak etmiş olan Tanrı’nın o yönü neden hiç dile getirilmiyor? Günümüzde milyon dolarlar harcanarak daha büyük, daha süslü, daha uzun ve sayıca bol şerefeli minareye sahip camiler yaparak İslam’ı tapınak dinine çevirenlere Tanrı aferin mi diyecek? Bu ikiyüzlü bakış açısını görmüyor muyuz?
-Ülkemizde eşcinsel olduğunu açıklayabilmesi, o yönelimlerinin kabul görüp Devlet erkanı tarafından Saraylarda ağırlanabilmesi için herkesin Zeki Müren, Bülent Ersoy, Harun Kolçak, Mabel Matiz, Ebrar Karakurt,… gibi ünlü olması mı gerekiyor? O alanda gözetilen statü ve sınıf farkı, ikiyüzlülüğün daniskası olarak karşımızda sahnelenmiyor mu?
Daha önce dile getirdiğim gibi zerre kadar samimiyetleri varsa Diyanet, vakıflarına vasiyet Bülent Ersoy’un mallarını kabul etmesin de görelim. O reddi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yapmıştı mesela! “Hayvan haklarına saygımızdan dolayı, Bülent Ersoy’un kürklerini derneğimize bağışlamasını kabullenmemiz mümkün değildir.” diye açıklama yapıp reddetmişlerdi. Hangi tarikat, hangi cemaat, hangi dini yapı vakıf böylesine ballı bağışı kabul etmez soruyorum size? Hepsi eder ve utanmadan “Biz okyanus gibiyiz, onlar bizim içimizde kaybolup yok olacak birkaç damla kirdir!” diye bir de menkıbe uydururlar…
Son olarak eski Türkiye’de hem de adam başbakanken kitapları yazılan karikatürleri çizilen bir Akbulut fıkrası ile mevzuyu sonlandırmak istiyorum.
Araç kullanmayı seven Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yanına Başbakan Yıldırım Akbulut’u da alıp bir gece başkentte tur atıyormuş.Direksiyondaki Özal, memleket meselelerinden filan söz ederken;
-Yıldırım teybe at bi kaset de, Zeki Müren dinleyelim, demiş.
Yıldırım Akbulut kaseti koyduktan sonra SanatGüneşi’ni dinleyerek yol alırken;
-Efendim az ileride iki kadın gördüm, yazık bu saatte sokakta kalmışlar. Onları araca alıp evlerine bırakalım isterseniz. Sonuçta gezmemize mani değil, demiş.
Özal bu fikri onaylamış ve iki kadının önünde durmuşlar. Kapıyı açıp arka koltuğa binen iki travesti, şaşkın şaşkın dakikalarca yol almış. Onları ayartmak için bir hayli çaba sarf etmişler ama nafile. Bir türlü emellerine ulaşamamışlar.
Sonunda birisi gizlice arkadaşına demiş ki, “Ya bunlar da pek saf, ben açıkça söyleyeceğim ne olduğumuzu ve amacımızı!” demiş.
-Beyler biz “dönmeyiz” bu saatlerde işe çıkarız biz, demiş.
Yıldırım Akbulut saatine bakmış, hafifçe geriye dönerek gayet nazik bir edayla;
-Daha vakit erken. Biz de dönmeyiz, demiş…