?>

Orhan Öğretmen ve Ben

Halil GÜLEL

1 yıl önce

           

1971-1972 öğretim yılında öğretmenlikle başlayan ve dört yıl sonra eğitim yöneticiliği ile devam eden eğitimcilik hayatımda çalıştığım yüksek ve orta öğretim kurumlarından on binleri aşan öğrenci mezun ettim. Bunların içinde benim de elimin değdiği çok öğrenci vardır. Ben sizlere bunlardan sadece birini anlatacağım.

Hikâyesini anlatacağım öğrencim, Denizli Lisesindeki ikinci yılımda 1972-1973 öğretim yılında 5 fen sınıfında okuttuğum bir öğrencime aittir. Bu öğrencimin adı Halil Gülel. Çocukluğunda yaşadıklarını kendi kaleminden okuyalım:

“Ben bir köylü çocuğuyum. Birçok konuda şehirli çocuklarla aynı imkânlara sahip değildim. Doğumum bile tarlada çalışan annemin sancılanmasıyla başlamış. Hemen eve dönülmüş, hiçbir sağlık eğitimi görmeyen Şerife Ebe tarafından yaptırılmış.

Doğumdan sonra yapılması gereken kontroller ve aşılar yapılmamış. İki yaşına gelir gelmez ateşler içinde kıvranmışım. Boyalı şekerden yemediğim için de “çocuk felci” hastalığına yakalanmışım. Uzun zaman hastalığımın adı bile bilinmemiş.

Dört kilometre uzakta, yani Çal Devlet Hastanesi’ne bile gidilmemiş ama hurafelerden, on beş kilometre uzaklıktaki hocalardan, üfürükçülerden medet umulmuş. Ancak bir hocanın “Bu çocuğu doktora götürün.” demesiyle nihayet hastaneye tedavi için gitmişler.

Hastalığımın adı öğrenilmiş ama bundan önce tedavi için bana yanlış uygulanan cahilane işler yüzünden hastalığım üç ayrı biçimde farklılaşmış ve ağırlaşmış.

Köylü çocuğu olarak sağlık konusundaki bu şanssızlığım, eğitimim konusunda da önüme büyük engeller çıkarmıştır. Yürüyemiyordum, âdeta emekleyerek odadan odaya gidebiliyordum. Bu arada tedavim için belime yılan sardılar, yılanın kaburga kemiklerinin etlerime batmış olduğunu annem devamlı anlatır. Askerlik yaptığı yerde sıhhiye yardımcısı olan bir köylünün, bana vurduğu bayat penisilin iğnesi baldır kaslarımı çok zayıflatmış.

Ya bir aklı evvelin verdiği “şok terapisi” tavsiyesi ve babamın uyguladığı canlı yengeç tedavisine ne demeli! Babam, yakalatmış olduğu canlı yengeçleri odanın içerisine bir eski teneke kutudan maşayla tutarak bırakmıştı. Yan yan giden yengeçler üstüme doğru gelince korkudan pencere bacasına tırmanmıştım.

Beş yaşına yaklaşıyordum. Orta çeşme tam bizim evin karşısında bulunuyordu. Anam tarla, bağ, bahçe işlerine giderse; koca kapımızın sol tarafındaki asmanın altına bir eski çul sererdi ve beni, üstüne oturturdu. Yanıma da Dere Pınar’dan getirilmiş çamur bırakırdı. O çamurlardan değişik oyuncaklar, arabalar, heykelcikler yapardım. Gelen geçene bakardım. Bazıları benimle birkaç cümle de olsa konuşurlardı. Çamaşır yıkayanlara, çeşmeden su doldurup evlerine götürenlere bakardım. Çeşmenin ahırlarında at, eşek, öküz, inek, koyun ve keçilerini sulayanları izlerdim. Ne radyo vardı ne de televizyon Bundan dolayı odalar çok karanlık geliyordu.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden önce köyümüze gelen ve benim hayatıma dokunan bir öğretmenden bahsetmek istiyorum. Adı Orhan Erişen’di. Daha yirmili yaşların başındaydı. O günlerde babam şimdiki evimizin yerinde olan yerde kahvecilik yapıyordu. Orhan Öğretmen de yukarı mahallede bir evde kiracı olarak kalıyormuş. Okula gidip gelirken beni koca kapının dibinde eski çulun üzerinde oturup bir şeyle uğraşırken görürmüş. Babamla konuştuktan sonra benimle yakından ilgilenmeye başlamış. Bazen beni de okula götürürlerdi. Amca oğlumun sınıfıydı o sınıf. Önüme bir kitap verirlerdi, resimlere dakikalarca bakardım. Bir metinde deve ve hayvan resimleri çok ilgimi çekerdi.

Babamla Orhan Öğretmen, benim geleceğim hakkında bazı planlar yapmışlar. Öğretmenim, 1960-1961 öğretim yılının sömestr tatilinde beni Ankara’ya götürmek istemiş. Babam, ben ve Orhan Öğretmen Kaklık tren istasyonuna geldik. Babam orada “Tuvalete gideceğim.” diyerek beni bırakıp gitti, öğretmenimle kaldım. Saatlerce ağladığımı hâlâ hatırlarım.

Öğretmenim beni Ankara Şaban Şifai Hacettepe Çocuk Hastanesi’ne götürdü. Öğretmenim, hastane karşısında mütevazı iki odalı bir evde annesi, ablası, ablasının bir oğlu ile oturuyorlardı. Benim temizliğime büyük özen gösteren Halise ablası hem o hastanede çalışıyordu hem de benimle ilgileniyordu. Onların da ekonomik durumları pek o kadar ahım şahım değildi. Lakin yürekleri çok büyüktü ve sıcaktı. Beni kendi evlatları gibi benimseyip, tedavimin her türlü külfetini üstlenmişlerdi.

Bu arada ben kısa zamanda on ayrı ameliyat geçirmiştim. Sağ kalçamdan ayak parmaklarıma kadar on ameliyat yaşadım. Hastanedeki ameliyat ve fizik tedavilerinden sonra ayağa kalkıp, iki koltuk değneği ile yürümeye başladım. Hastanede yaşadığım acı tatlı hatıralardan bir tanesini burada kısaca yazmamda büyük bir yarar görüyorum.

Şaban Şifai, ilk Türk çocuk doktorudur. Bir bayram sonunda bir kadın sivil toplum örgütü âdeta unutulmuş olan biz yoksul çocukları sevindirmek için ziyaret ettiler. Bize oyuncak ve resim malzemeleri getirmişlerdi. Bana da bir oyuncak ile resim defteri ve boyalar verdiler.

Hemen resim yaptım. Hemşeri resmimi beğendi. Sonra bölüm doktoru ve derken ameliyat eden Prof. Dr. Şakir Memikoğlu, “Oğlum, sen yaptığın resmi bana verirsen, ben de sana resim defteri ve boyalar hediye edeceğim.” deyip başımı okşadı. Ne kadar çok sevindiğimi kelimelerle ifade edemem. Bu teşvikin etkisiyle kendime güvenim daha çok arttı.

Bir köy öğretmeninin hiçbir maddi çıkar gözetmeden yaptırdığı tedavi sayesinde ayağa kalkabildim. Orhan Öğretmen, beni, hastaneye götürdüğünde Prof. Dr. Şakir Bey, “Siz, bu yoksul çocuğu, buraya kadar getirmişsiniz. Allah sizden razı olsun. Biz de tedavisini yapalım o zaman.” demiş. Devletimiz de o vakitler, varlıklı değildi. Fakat buna rağmen yoksullara gücünün yettiği kadarıyla yardım etmekten geri durmuyor, hiçbir ücret almadan tedavimi yaptırabiliyordu.

Artık yürüyebiliyordum. Köyün her tarafını küçük koltuk değneklerime tutunarak dolaşıyordum. Okul yaşım geldiği sene, babam, Almanya’ya işçi olarak gitti. 1962-1963 öğretim yılında ilkokula başladım. Kışın yürümek çok zordu. Bazen anam sırtında okula götürüp getiriyordu.”

Öğrencim Halil’in hikâyesinin bundan sonrasını ben anlatayım: Halil, ilkokulu köyünde bitirdikten sonra Çal kazasındaki ortaokula yazılıyor. Her gün köyün altından geçen Çal-Denizli yoluna kadar yürüyüp yoldan geçen arabalara biniyor.

Halil’in ortaokula gidişi ile ilgili olarak daha sonra öğretmen olan arkadaşı Ramazan Kuzdere şunları anlatıyor, “Çal Ortaokuluna giderken yaşadığım ve o gün çok üzüldüğüm bir hatıramı aktarmak istiyorum ki Halil’in yaşadığı zorluklar anlaşılsın. Köyden okula yaya gider gelirdik. Halil de asfalta kadar engeline rağmen yürür, bir vasıta gelinceye kadar beklerdi. Bazı günler traktör, kamyon vb. bizleri toplar götürürdü. Halil’in ortaokulda ilk yılıydı. Bir akşam üzeri okul çıkışı bir kamyon durdu. Bütün Yukarıseyitli talebeler kasasına doluştuk. Yerde tek kalan Halil’di. Şoförün yardımıyla onu da yukarı almıştık ama kamyon çok dolu. Çocukluk psikolojisi içinde bağrış çığrış yola devam ederken bir tek gözyaşı döken Halil vardı. Tabii ki içindeki yoğun duyguları çocuk olarak biz anlayamazdık. Kamyondan inişi de yine zorlukla oluyordu. Bu ve buna benzer zorlukları her zaman yaşayan Halil, hiçbir zaman vazgeçmedi, hayata sımsıkı sarıldı ve başardı.”

Halil, ortaokuldan mezun olduktan sonra Denizli Lisesine ve okulun pansiyonuna kaydolur. Artık rahata erişmişti. Halil ile yolum, lise ikinci sınıfta kesişti. Aynı zamanda pansiyonda belletmen öğretmen olarak görev yapıyordum. Dolayısıyla hem pansiyonda hem de okulda Halil’le beraberdik. Ayrıca Halil, hafta sonları Denizli Türk Ocağı’nda verdiğim millî kültürümüzle ilgili konferanslarımın da müdavimi Halil, fen kolunda okumasına rağmen edebiyat ve sanatla çok ilgiliydi. Derslerimi can kulağıyla dinliyordu. Güzel resim yapıyor ve şiir yazıyordu. Yazdığı şiirleri ders aralarında ve okuldan sonra bana okuyordu. Ben de şekil ve içerik yönünden değerlendirir ve eleştirilerde bulunurdum.

Benim de öğretmenliğimin ikinci yılıydı ve meslek heyecanım doruktaydı. Okulda sürekli edebiyatçıları anma günleri, bilgi ve kültür yarışmaları, tiyatro çalışmaları yapıyordum. Yunus Emre, Mevlâna, şık Veysel ile ilgili senaryolar yazıyor, okul salonunda sahneye koyuyordum. Bu çalışmaların provalarını okul bittikten sonra yapıyordum. Halil’e hem yetenekli olduğu ve hem de pansiyonda kaldığı için bu etkinliklerin hepsinde görev veriyordum.

Burada sözü yine Halil’e bırakalım, “Kültür ve edebiyat kollarında görev alarak bastonlarımla tiyatrolarda oynadım. Edebiyat Öğretmenim Sakin Öner’den dilimizin ve kültürümüzün derinliklerini öğrendim. Şiirde gelişimimi bilhassa Sakin Öner Bey geliştirdi.” Böylece edebiyat yönünden öğrencim Halil Gülel’in hayatına dokunmuş oldum.

Halil, liseyi bitirdikten sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin açmış olduğu giriş sınavlarına katılarak Yüksek Resim Bölümüne girdi. Bu okulu da başarıyla bitirdi. Almanya’daki ailesinin yanına gitti. 1978 yılında Düsseldorf Kunstakademisinde, Profesör R. Sachenheim ile tanıştı. 1980 yılında yüksek lisans ve Meisterschüler (Ustalık) eğitimine başladı ve 1982 yılında tamamladı.

Öğrencim Halil Gülel, hâlen Düsseldorf’ta yaşıyor. Orada evlendi ve çoluk çocuk sahibi oldu. Almanya’da tanınmış bir ressam oldu. Büyük ödüller aldı. Şiir yazmaya devam ediyor. Çok sayıda şiir kitabı var. Şiirlerinde “Ressam Halil” mahlasını kullanıyor. Öğrencim Halil, çok da vefalı, hiç bağlantısını kesmedi, sürekli haberleşiyoruz. Tabii Halil’in hayatındaki en büyük dokunuşu, onu Ankara’ya götürerek, ameliyat ettirerek koltuk değneğiyle yürümesini sağlayan Orhan Öğretmen yapmış. Ben de edebiyat ve şiir sahasında onun ruh dünyasına biraz dokunabildiysem ne mutlu bana. Sözün özü, her öğretmen, üstüne eğilirse birçok öğrencinin hayatını kurtarabilir.

Dr. Sakin ÖNER

Derleyen: Fahri CÜREBAL

CUMHURİYETİMİZİN 100 YILINA İZ BIRAKAN 100 ÖĞRETMENDEN İLHAM VEREN EĞİTİM ANILARI

2023

YAZARIN DİĞER YAZILARI