Yağmur eşliğinde ıslana ıslana biraz yürüsem. Nasıl bir yağmur ama? İpil ipil, ince ince, iplik iplik, narince bir yağmur. Okul ile ev arası on beş dakikalık bir mesafe. O arada ıslansam işte. Ellerimi açsam ve yağmuru toprağa karışmadan yakalasam. Etraf buhurdanlıktan yayılır gibi toprak koksa. Eğilse bir yaprak ve düşen her damlayla geri doğrulsa. Ne rüzgar, ne sonbahar çekip koparamamış onu dalından. O eğildikçe;
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımızyaprakla yağmurun aşkı meselâkim olsa serpilen coşturuyor biziimreniyoruz başkalarının mahvına.Yağmur mahvoluyor çarparakkendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımındayaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrursilkiniyor vuran her damlayla.
Dese şair. Bu görüntü ve bu şiir… Bu şimdiye çok yakışır, eskiye pek uymaz.
Eskiden ise yürürken yağmurda, ne üşümek gelirdi aklıma ne ıslanmak endişesi. Varacağım yer, yapacağım iş belliydi. Okuldan eve gitmek ya da tersi. Bu ikisi arasındaki yağmurlu gidişlerim pek güzelmiş. Şemsiye almazdım pek, alsam okulda unuturdum genelde. Saçlarımı arkadan toplar ve örerdim. İnatçı bir kaç tel alnımdan başlayarak yüzümü çevrelerdi. Kanca gibi, mızrak gibi dururdu. Yağmur bunların arasına girer ve öylece tomur tomur bekleşirdi. Ben aynadan bakınca görürdüm onları. Aynaya bakmasam da hissederdim.
Ayaklarım, naylon çizme giymediysem, mutlak surette ıslanırdı. Sanırım o zamanlar su geçirmez ayakkabı henüz bulunmamıştı. Naylon çizmenin de sadece üst kısmında şerit halinde pamuk vardı. İçi desen buzdolabı. Patikle, çifte çorapla giyince sorun kalmazdı. Pek severdim.
Dışarısının soğuğu, ayazı, yaşı, yağmuru ben hiç üşütmezdi. Olması gereken şeylerdi bunlar ve olur biterdi. Ne de olsa eve kavuşunca; sıcacık soba, sıcacık çay, sıcacık bir anne beni karşılayacaktı. Çay sobada cızırdayacak, güğüm fokur fokur kaynayacak, pembe yanaklarımın soğuğu kendiliğinden gidecek. Saçlarımdaki damlalar kuruyup evin ahengine uyacak. Evet, böyle olacak.
Hafif bir öğle yemeği yer sofrasında kapağının açılmasını bekleyecek. Tavada kavrulmuş patates piyazı ya da soğanlama. İlki bilinir de ikincisi bize has. Beş altı soğanı kavurup içine biraz kıyma ve salça katınca soğanlama oluyor. Çocukluğuma inince bunlar çıkıyor karşıma. Ne güzeldi ah…
Şimdi soruyorum kendime. Acaba annemin bana yaşattığı güzelliklerin hepsini kendi çocuklarıma yaşatabiliyor muyum? Sanmam. Peki yaşatamadıklarını verebiliyor muyum? Belki. Öyleyse bu ikisi arasındaki dengeyi kurabiliyor muyum? İnşallah.
Bugün gündemim de bu. Kendimce bir gündemimin olması güzel. Gelelim ortak gündeme. Hepimizin bugünlerdeki ortak gündemi de yılbaşı ve noel. Yılbaşı zamanı hediye almış olabilirim, vermiş de olabilirim. Hediyeleşmek güzel. Kutlama niyetiyle bir şey yapmadım fakat ortada dönen Müslüman noel kutlamaz sloganı da eksik ve güdük kalıyor. Noele varasıya kadar çok şey yapmaz Müslüman. Yalan söylemez, içki içmez, haksızlık hırsızlık yapmaz, kalp kırmaz, incitmez… Liste uzun ama zor değil. Aslına bakılırsa Müslüman “yapmaz, etmez” odaklı da değildir. Namazını kılar, ibadetinin yapar, Allah’ı memnun edecek işlerin peşinde olur. Yapar, eder ve olumsuzun peşine düşmez.
Biz yine yazının başına, ipil ipil yağan yağmura dönelim. Yağmur rahmettir, berekettir. Rahmet ve bereket dolu bir yıl, bir ömür dileyelim birbirimize. Burdan sonrasını da şair söylesin…
Vareden'in adıyla insanlığa inen NurBir gece yansıyınca kente Sibir dağındanToprağı kirlerinden arındırır bir YağmurKutlu bir zaferdir bu ebabil dudağındanRahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayatEn müstesna doğuşa hamiledir kainat.