Özellikle bazı çevreler, hayatta en çok “Türk” kelimesinden rahatsız oluyorlar desek; abartmış olmayız. Yazılarında, konuşmalarında her zaman sosyolojik ne kültürel kavramlardan dem vuranlar; nedense bu bahsettikleri kavramları, mesele ”Türk milleti” olduğu zaman şaşırıp, ya da gafletten, ideolojik bağnazlıktan dolayı yerli yerinde kullanmıyorlar.
Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1960´lı yılların başında Batı Avrupa´ya davet edilen Türk işgücüne yıllarca “Gurbetçiler” dendi. İlk gelenler “Gurbetçi” olarak doğru tanımlandı. Döneceklerdi, fakat aileleriyle çocuklarını getirdiler. Torunları da burada doğunca “Gurbetçi” kavramı anlamını yitirdi. Artık bu kavram bugün geçerliliğini yitirmiş oldu.
Bir de meseleye ideolojik açıdan bakanlar vardı. Azınlık ırkçılığını hortlatarak, asıl büyük çoğunluğun ve yaşayan “Türk Kültürünü” yok sayanlar, adeta sosyalist merkezlerin ağzıyla kullandığı “Türkiyeliler” kimliğiydi. Birinci kuşak “Nerelisiniz?” sorusuna “Türkiyeliyiz” cevabını verebilirdi: Fakat, “Kimsiniz, kimlerdensiniz?” gibi kimlik belirleyici soruya “Türkiyeliyiz” cevabı verildiği zaman, gerçek kimliğin gizlendiğini ve coğrafi yere göre kimlik verildiğini; asıl kimlik “Türk kimliğinin unutulmaya – unutturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Türk kimliğini unutturmaya, adeta Türk milletini tarih sahnesinden yok etmeyi amaçlayan dış mihraklar ve onun yerli bilinçli ve bilinçsiz taraftarları mevcuttu. Bu gaflette olanların büyük çoğunluğu “Marksizm – Leninizm – Maoizm - ve benzeri” ideolojilerin gösterilen şirin yüzüne sığınıp, politika yapmışlardı.
1936´ya kadar “Türkistan” olarak zikredilen coğrafyayı Stalin adındaki kızıl diktatör, alt kimliklere bölüp, yapay kimlik ve lehçelerden diller ortaya çıkarıp - düşmanlık beslediği “Türk ve Türkistan” tabirlerini adeta Orta Asya’dan silmiştir. İşte onun ve onun gibilerinin yerli işbirlikçileri de “Türk” kelimesini unutturmak için; onun yerine “Türkiyeli” kimliğini söyleyerek cüzi azınlıkları, gök yüzüne çıkarıp, bu sahada kendilerine yer edinmeye çalışmışlardır.
Emperyalist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kendi kendisini fes edip, tarih sahnesinden çekilince, kuru gürültü çıkarıp, ortalığı yaygaraya boğanların boylarının ölçüsü görüldü. Birkaç milyon Gürcü’nün, Ermeni’nin alfabesini değiştirmeyenler, Seksen milyon Türkün bir olan alfabesini on sekiz ayrı şekle dönüştürerek aralarındaki “Türkçe” dil birliğini yıkmaya çalışmışlar. Nedeni ise Türkler arasında var olan birliği parçalayıp, onları daha iyi sömürmek içindir.
Hümanizma deyip insan haklarından, anadil ve ulusal kültür bağımsızlığından, halklara hürriyet diye yırtınanlar ne yazık ki Türkistan, Kafkasya, Kırım, Kazan ve Sibirya’daki Türk Bölgelerine uygulanan sömürgeci - emperyalist Sovyet istilası karşısında seslerini “gıklarını” dahi çıkarmamışlardır. Emperyalist Sovyetler Birliği yok olunca da ideolojik çöküntüye uğrayıp - boşluğa düşmüşlerdir. Bu ideolojik iflas ve boşluk neticesinde birçoğu bulunduğu yeri ılımlılaştırmış, bazıları da saf değiştirerek; daha önce şiddetli karşı çıktığı yerlere geçip, onun ateşli taraftarı olmuştur.
Lakin bazı eski tüfek tabir edilenler ise içlerindeki “sosyalist” hayallerini ve ideallerini saklayarak; Türkiye’deki çeşitli inanç farklılıklarını körükleyip, bazı tarikat veya mezhepler içerisine girmişlerdir.
Alevilik başlangıçta Sünni bir tarikat şeklinde olduğu belirtiliyor. Türklerde başlangıç yıllarında Sünnilik ile Alevilik arasında pek büyük fark yoktu. Bugün ise çok farklı bir durum arz eden Sünnilik ve Alevilik; adeta birbirine düşman hale getirilmiştir.
Mesela Alevilik içinde şu beş noktayı görmekteyiz. Kendilerini “Müslüman” olarak gören ve bir “yol - tarikat” açısından meseleye bakanların Sünnilerle bir sorunu yoktur. İkinci gruptakiler de kendilerini yine “Müslüman” ama ayrı bir mezhep olarak görenlerdir. Üçüncü bölümdekiler ise ayrı bir dini azınlık sayanlar. Dördüncü çizgide olanlar, tarihin derinliğinde kalmış “Ateşperest - Zerdüştlük” dini ile eş görüp, yalnız kendi ırkına ait din gibi görenlerdir. Beşinci noktada ise tarih sahnesinden emperyalist ideolojileri çekilen komünist ve sosyalistlerin kendi ideolojilerine kalkan yaptıkları Aleviliktir.
Türk Milletini, Sünni ve Alevi diye bölüp, orada kendi ideolojilerine hayat bulmaya çalışmak isteyenlerin; ne gibi gayeleri olduğu merak edilmektedir. İlericilik veya gericilik nitelendirmeleri gayet yanlıştır. Bu nitelendirmeyi hiç kimse kendi tekelinde görmemelidir. Sünnilerde gelişen edebiyatın gerici olduğunu ileri sürmek, ilericilerin Alevilerde bulunduğunu savunmak, gözlerine at gözlüğü takarak, gerçekleri görmemek anlamına gelir. Her iki grubunda ilericisi – gericisi kendine has olarak vardır ve olacaktır. Böyle şeylerin arkasına sığınıp ucuz kahramanlık yapıp, kendisine taraftar ve okuyucu kitle bulmak arzu edenlerde olabilir.
Gerçek edebi eser verenleri zaman ve halk değerlendirip, bağrına basacaktır. Tarihin her döneminde yaygara ve gürültüden yararlanıp saman alevi gibi yükselenler olmuştur ama onlar bugün hatıra gelmezler bile...
Batı Avrupa’da bu gün yerleşik düzene geçen Türk nüfusu var. Hâlâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı taşıyanlar, yaşadıkları ülkelerin vatandaşı olanların toplamı bazı kaynaklara göre dört milyonu geçmiştir. Yerleşik düzene geçmiş ve Batı Avrupa’da yaşayan bu topluluğa “Türkiye Toplumu - Anadolu Toplumu - Türkiyeliler, Anadolu veya Türkiyeli Müslümanlar” diyemeyiz: Bunlara ancak ve ancak “Batı Avrupa Türkleri” denilebilir. Büyük çoğunluğunun Türk olduğu bu toplumda başka başka adlar bulmak, işi çarpıtmak gayesi güder.
Elbette Türkiye’de azınlıklar vardır. Bunları hem abartmak, hem de az göstermek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Herkes Lozan Antlaşmasında belirtilen azınlıkları bilir. Yahudi, Yunan - Rum, Ermeni, Süryani gibi toplumlar azınlık sayılmıştır. Bunun dışında azınlık veya etnik farklılık arayanlarda mevcuttur. Bir “Mozaik” furyası almış yürümüştür. Türkiye’de yaşayanların ezici çoğunluğu anayasaya göre Türk’tür, yaşayan resmî dil Türkçe ve hakim kültür ise Türk Kültürüdür. . Değerlendirme buna göre yapılmalıdır.
Nedense Türkiye’den gelenlerde etnik köken arama gayretleri gösterenler büyük görev yüklenmiş gibi kendi özdeğerlerini yıkmaya çalışmakta, bunun içinde bazı şirin terimlerin arkasına gizlenmektedirler. Irk olarak bu kelime vardır. Bu biyolojik bir tanımdır: Fakat gerek siyasi manada, gerekse kendi soyunu üstün görmek anlamındaki “Irkçılık” yapmak insanlığa yakışmaz ve böyle bir davranış insanlık dışıdır, çağ dışıdır. Gerçi, böyle bir davranışı yapanlar her gün gözler önünde eylemlerini sergilemektedirler.
Türkiye kökenli olan azınlık mensupları bu gün gerek Türkiye’de, gerek Batı Avrupa ülkelerinde ve gerekse Arjantin’de aile veya yakınları arasında “iletişim dili” olarak Türkçeyi kullanabilirler. Hatta yazdıklarında da veya eserlerinde de Türkçeyi ilim ve edebiyat dili olarak kullanabilirler. Verdikleri eserler Türkçedir ve Türkçe de Türk Edebiyatının iletişim dilidir. Onların eserleri de Türk Edebiyatına dahildir.
Şayet böyle saymazsak; Türk Musikisinde, Türk Mimarisinde, Türk Resminde, Türk Şiirinde, Türk Edebiyatındaki birçok eseri Türk Sanatının ve Edebiyatının bir ürünü olarak görmememiz gerekir. Lemi Atlı, Tatyos Efendi, Paçacıyan, Onno Tunç, Agop Dilaçar, Şemşettin Sami, gibi daha nicelerinin eserlerini Türk Kültür ve Sanat Dairesine almamamız mı gerekir? Karacaoğlan, Yunus Emre, Baki, Nedim, Şeyh Galip, Ahmet Mithat Efendi, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı kadar, onlarda bizdendir. Onların eserleri de bizimdir. Kesinlikle ayrılmamıştır ve ayrılamaz.
İşte Batı Avrupa’da sosyolojik olarak oluşan ve en büyük azınlık durumunda bulunan Türkler, önce yerleşik düzen için gerekli olan ibadethanelerini (mescit, cami, cemevi v.b.) inşa ederek, toplum için merkezlerini gerçekleştirmişlerdir.
Türkiye’ye dönük dinsel ve siyasi çalışmalarını bir kenara bırakarak, bunlarda işyeri, kültür merkezleri, hatta Türk mahalleleri oluşturarak, dillerini ve kültürlerini yaşatmak için kendilerine yabancılaşmış aydınlarından uzak olarak yerleşip yaşamaktadırlar. Bu sosyolojik bir gerçektir. Bu yerleşme esnasında toplumda yer edinirken edebiyat ve sanatları da gelişmektedir. Artık, burada da Türk Edebiyatının bir şubesi oluşacaktır. Geleneksel noktası olan dil ve onun taşıdığı kültür, Türkiye’den gelecektir ve bu beslenme kanalı Batı Avrupa Edebiyatlarını tanıdıkça, onların estetik anlayış ve değerleriyle gelişecektir.
Alman Edebiyatında da birçok şair ve yazar Alman asıllı değildir. Gerçi onların kitapları Hitler taraftarlarınca yakılmıştır. Ama birçok din ve mezhep değiştirmiş Yahudi asıllı Heinrich Heine’yi, herkes Alman Edebiyatının en büyüklerinden sayar ve onun eserlerinin yer aldığı edebiyata “Almanca Edebiyat” denmez; Alman Edebiyatı denir.
Bu örnekleri dünya üzerinde çoğaltmak mümkündür. İbni Sina, Cabir, Cahiz, Farabi gibi düşünür ve bilim adamları Arapça yazdığı için, Araplar, onların eserlerini Arap Edebiyati’ndan, Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin mesnevisi Farsça olduğu için İranlılar da onun Türk asıllı olduğuna bakmazlar ve eserlerini Fars Edebiyatından sayarlar.
Her kim Türkçe yazıyorsa; yazdığı eser Türk Edebiyatına dahildir ve “Türkçe Edebiyatı” ise uydurmadır ve böyle bir kavram olamaz.