Yakın bir döneme kadar tek kutuplu olduğu zannedilen dünyadaki tüm gelişmeleri ABD’nin dizayn ettiğini sananlar, Rusya’nın soy, din, dil ve kültür bağlarımız olan Kırım’ı ilhakından sonra hızını alamayıp Ukrayna’ya saldıracağını zannetmemişlerdi anlaşılan…
Bugün size… Ne uçağını düşürüp düşman olduğumuz, sonra dondurma ısmarlayıp arayı bulduğumuz; akabinde 2 milyar dolar vererek S400 aldığımız ve konuşlanmasını da yılan hikâyesine döndürdüğümüz komşumuz (?) Rusya’yla ilişkilerimizden…
Ne, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre açık bir savaş durumu görülmüş ve 3. Dünya Savaşı fiilen başlamışken, Boğazların savaş gemilerine kapatılması hakkını elinde bulunduran egemen Türkiye Cumhuriyeti’nin bu hakkını Rusya’yı küstürmemek için kullanmamasından, bahane üretmek adına da savaşın tanımını yeniden yapmaya çalışmasından…
Ne de ezelî düşmanımız mı, kankamız mı; yoksa stratejik ortağımız mı; adını koyamadığımız ABD, AB, ve NATO ile ilişkilerini bir türlü rayına oturtamayan, ekonomik kırılganlığı ve doların yükselişiyle birlikte enflasyon sarmalına iyice düğümlenen gidişatımızdan bahsedeceğim…
Uzunca bir süredir ülke ve dünya gündemini meşgul eden; ancak son zamanlarda, Rusya-Ukrayna Savaşı demeye dilim varmıyor, Rusya’nın Ukrayna’ya çökmesiyle birlikte gündemden bir anda düşen Pandemi sürecinden, sessiz sedasız kitleleri öldürmeye devam eden COVİD’le onun türevlerinden bahsederek zamanınızı almaya, canınızı sıkmaya da pek niyetim yok doğrusu…
Kim ne derse desin, hep söylendiği gibi kazananı asla olmayan savaşın en mağdur olan kesiminden; ölümün kol gezdiği, gözyaşının ve kanın sıradanlaştığı topraklarda hâlâ ayakta kalmak ve yavrularına kol kanat germek zorunda kalan kadınlardan yana bir iki kelam edeceğim:
Mutlaka biliyorsunuzdur, duymuş ya da görmüş olmalısınız. TV’den, sosyal medyadan… Ukrayna’da kadınlar güya kocasını, çoluk çocuğunu bırakıp savaş ortamından kaçıyormuş!.. Zaten onların kocalarında şeref, gurur, haysiyet ne gezermiş!.. Kocaları onları kendi elleriyle getirip sınır dışı ediyorlar ya da başka erkeklerin alıp farklı topraklara götürmelerine ses çıkarmıyorlar; hatta teşvik ediyorlarmış!..
Ukrayna gibi bir yerde çıkan savaş en çok çapkın Türk erkeklerine yaramış. Bu Türk erkeklerinden bazıları o akılları başlardan alan(!) kadınların ülkelerini terk edip mülteci olarak Türkiye’ye gelmelerini dört gözle bekliyorlarmış!..
Bu ve benzeri haberlerin çıkmasını sağlayan, Ukraynalı kadınlarla ilgili birbiri ardına sosyal medyalarda servis edilen mide bulandırıcı görüntülerin, yazıların yayınlanmasını tetikleyen sözde bazı ulusal kanallar ve onlardan aldığı güçle elindeki klavyenin kabadayısı olan kimi yaşam formlarına demek isterim ki:
Vatan, herhangi bir ekonomik araç karşılığında alınan bir toprağı ifade etmez. Onun bedeli, uğruna dökülen kanla, verilen canla, kaybedilen uzuvlarla ödenir. Bu bedeli ödeyerek yurt edinen millet dünyada yalnızca Türkler değildir. Bu şekilde tanımlanamayacak bir toprak parçasında yaşayan ulus yeryüzünde yok denecek kadar azdır. Orta Doğu’da yakın veya uzak geçmişte, canlı olarak kalmayı, hürriyet mücadelesi vermeye; diktatörler pençesinde sürünmeyi insanca yaşamaya tercih eden bazı halklar tüm uluslara genellenemez. Ukrayna halkı da tarihin çeşitli dönemlerinde bu uğurda az ya da çok çeşitli bedeller ödemiştir. Kadınlar da bundan azade değildir.
Özgürlük, tüm canlılarda var olan, evrensel bir duygudur. İnsan kimi zaman özgürlüğünün kıymetini bilmez, rahat bir yaşam sürdüğünün farkında olmaz. Ancak, başına gelen kimi olumsuzluklar o milleti kendine getirir, tabiri caizse silkeler; uyanan millî bilinciyle elinden kayıp gitmekte olan hürriyetini yeniden sahiplenmek üzere hangi fedakârlığı yapması gerekiyorsa, o ulus fazlasıyla yapar. Sonuçta kaybetmek de vardır ihtimal dâhilinde. Ancak bu durum yine de onu yıldırmaz, geri adım attırmaz.
Esaretin boynuna, bileklerine geçireceği prangaların şangırtısı daha kulaklarına gelmeden yüreğinde yankılanır. Bu topyekûn var oluş mücadelesini veren bir ulus içinden elbette köleliği, yabancı asker postalını yalamayı ölüme tercih edecek kadar haysiyet düşkünleri, çok az sayıda da olsa, çıkabilmektedir. Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sini okuyanlar, içimizdeki kalleşlerin İstanbul’da ne kadar alçalabildiğinin örneklerini göreceklerdir.
Tepelerinde vızır vızır geçmekte olan uçakların bomba yağdırdığı, acımasızca katledilen; en iyi ihtimalle yaralanan, çeşitli uzuvları parçalanan; fakat şu kış kıyamette bırakın sıcak bir evi yuvayı, başını sokacağı herhangi bir dam parçası dahi kalmamış, buna rağmen ayakta kalma, yaşama savaşı veren Ukrayna halkını, onların kadınlarını, terbiyemi bozmak istemiyorum, potansiyel hayat kadını olarak gören ve Türklüğü ve Müslümanlığı yalnızca kimlik bilgileriyle sınırlı olan bazı varlıklar unutmamalılar ki onlar öncelikle kadın değil, insan.
Her günün sabahında, savaşın kol gezdiği tüm coğrafyalarda hissedildiği gibi, “Acaba bugün ölür müyüm?” korkusu yaşıyorlar. Şehvetten gözünüz dönmüş; sapık zihniyetiniz, en çirkin emellerinizle içinde hiçbir şey bulunmayan kafa ve göğüs bölgenizi hayvansal kısımlarınızla yer değiştirmiş olsanız da, onlar birilerinin kızı, eşi, kız kardeşi… Tıpkı sizlerin de ne yazık ki sahip olduğunuz gibi.
Unutmayın, kadınlar olmasa ne onlar savaş kazanabilir, ne de biz kazanabilirdik. Yakın bir geçmişte bunun en acı örneğini ulusça gözlemlemedik mi?.. Kurtuluşumuzun Savaşını verirken hiç tanımadığı askerlere bakraçlarla yemek taşıdığı esnada şehadete eren ve düşerken bile gözü hâlâ dökülen bakracına takılan da… Gece gündüz mermi üretimine, taşınmasına, eratın yaralarına bakmaya, söküğünü dikmeye koşturan da… Süngü süngüye vuruşup ölüme gülerek giderken yaşadığımız toprakları cömertçe ayaklarımız altına seren şanlı yiğitleri doğurup büyütenler de… Birer kadın değil miydi?..
Şimdi oturduğunuz yerden kimseye “Vatan şöyle savunulur!..” nutku atmaya, millet bilinci vermeye kalkışmayın. Tarihte bıraktığı izlerin derinliği birbirinden farklı olsa da her ulusta bu farkındalık doğal haliyle bulunmaktadır. Milletleri var eden Yaratıcı, onu tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, kendini bireysel veya toplu olarak savunma, özgürlüğünü koruma adına mücadele etme azim ve iradesini tanımlayarak var etmiştir.
Sözüm ona, “mizah” adı altında yaptığınız “Ukrayna ve kadın” temalı mide bulandırıcı paylaşımlarınızla ne ölçüde şeref yoksunu, ahlak fukarası olduğunuzu yeterince ispatladınız.
Sizin, bırakın Türk ya da Müslüman olmayı, hayvanlık sınıfını atlayarak öncelikle insan olma vasfını kazanmanız gerekir. Kurduğunuz ve dillendirmekten zerre kadar utanç duymadığınız hayalleriniz, 1920’li yıllarda Müslüman Türk kadınlara ahlaksızca saldıran ve gelinlik çeyizlerini kirleten Yunan askerlerinin hayâsızca akını kadar alçak.
Bu necip millet, şükür ki hâlâ insani duygularını yitirmedi, vicdanını köreltmedi, ruhunu kirletmedi.
Ülkemizdeki Müslümanların ezici çoğunluğu gayrimüslim kadınlara “kendiliğinden gelen savaş ganimeti” seviyesinde bakacak kadar çirkinleştirmedi gözlerini...
Elbette topraklarımıza doğru hareketlenecek yeni bir mülteci göçü, asla arzu edilen bir şey değil şu anda. Ancak, her şeye rağmen, olur da, bir şekilde yolları Türkiye’ye düşerse, ülkesinin işgaline karşı koyacak karakter ve yürekten uzak, elleri silah tutacak sırım gibi Suriyeli gençlerin plajlarda nargile fokurdatacak kadar iyi ağırlandığı ülkemizde, “din kardeşi olma şartı"nı aramadan, sırf insanlık onuru için, savunmasız kadınlarla ekmeğini bölüşmekten yine çekinmeyecektir.