Yükseköğretim Kurumları’nın genel adı “Üniversite” olarak adlandırılır. Fransızca kökenli bir sözcük olup üniversal yani evrensel anlamına gelir. Fransız diline ise Latince “universus” kelimesinden geçmiştir ki bu defa “tüm, genel anlatımlar” anlamına gelir. Unim ve vers sözcüklerinin birleşmesidir. Unim ‘bir’, vers ise versiyonun kökeni olup ‘değişik anlatım’ demektir. Buna göre üniversite, bilim dili olan Latince’de ‘Universalis’ olarak adlandırılır.
Bu açıklamaları neden yaptım?
-İlk sunumumda bahsettiğim, Dünya sıralamasında ilkler arasında neden yer alamayışımıza acaba bir nebze de olsa ışık tutabilir miyim diye?!
-Sayısıyla övündüğümüz üniversitelerimiz, acaba paradigma olarak -üniversite- kelimesinin tanımı içindeki evrenselliği ne derece taşıyor ve ne ölçüde dışarı yansıtabiliyor diye?!
-Özerk yapıda olmalarına rağmen özgürlük bayrağının dalgalandığı en nadide kurumlar olan üniversitelerimizin ne kadar özgür ve hür iradeli bir yapıya, donanıma sahip olduklarına dikkat çekebileyim diye?!
-Bugün adeta “yüksek lise” gibi sıradan eğitim kurumlarına dönüşmüş pek çok üniversitemizde, eğer çözüm odaklı bir iyileşme düşünülecek ve adım atılacaksa, işe son derece masum ve basit bir adımla nereden başlanması gerektiği bilinsin diye?!
Ülkemizde Doğa ve Sosyal Bilimler alanında İstanbul, Ankara, Marmara, Boğaziçi, Hacettepe, Gazi Üniversiteleri gibi; Mühendislik ve Teknik Bilimler alanında İTÜ, ÖDTÜ, YTÜ, KTÜ gibi saygın ve köklü üniversitelerimiz var. Çok ötelere gitmeye gerek yok. Bu üniversitelerimiz bir zamanlar uluslararası çapta bir saygınlığa da sahiptiler! Ama o saygınlıklarını önce nitelikli hocalarını özel üniversitelere, ardından beyin göçü ile yurtdışına kaptırarak veya kaçırarak yavaş yavaş yitirmeye başladılar.
Maddi manevi cazibeli teklif ve tahriklere kendilerini kapatarak, kurumsal aidiyetine sahip çıkıp direnen ve ısrarla kendi üniversitesinde kalıp görev yapan hocalar ise -üniversiteleri ideolojik yuvaya çeviriyorlar- diye etiketlenmeye başladı. Bilimsel itirazları dahi, Melih Gökçek tarzı sırnaşık ve ilkesiz siyasetle kahvehane kültürü arenasına çekilen o hocalar, halkın gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Ardından hocası, öğrencisi, yönetim kadrosuyla birlikte komple üniversiteyi etiketleyerek küstürülen içe kapanan üniversitelerimizin o saygınlıklarını yitirmelerine neden oldular! Sonra sanki muhalefetteymiş gibi iktidar mensupları dahi, “Neden dünyada klasmanında üst sıralarda bir tane bile üniversitemiz yok?” sızlanmaları ve mızmızlanmalarına başladı!
ODTÜ, Boğaziçi -komünist yuvası- diye boşu boşuna halkın zihnine kazınmadı. Anadolu’nun saf ve masum insanları, çocukları o üniversiteleri kazanınca ya tercih ettirmediler ya da çocuklarının çok istemeleri karşısında yürekleri ağızlarında o üniversitelerin bölümlerine gönderdiler! Tercih dönemlerinde o tedirginlikleri bizzat yaşayan velilere tanık olan bir eğitimci olarak yazıyorum!
Akademik camiada, had safhada çekememezlik ve azıcık sivrilmeye başlayanın önünü kesme taktikleri pek çok idealist ve genç akademisyeni küstürmüş, çalışma heves ve heyecanını kırmıştır. Hocaların kapris ve bencillikleri, kendi dünya görüşüne yakın olmayan araştırma görevlilerine, master ve doktora öğrencilerine adil yaklaşmamaları da kendi içlerinde bir paradoks olarak durmaktadır. Gücü eline alanın, yeryüzü tanrısı edasıyla rol kesmesi makam, mevki, meslek, konum ne olursa olsun demokrat ve adil olmayan insanı raydan çıkarmaktadır.
Bir türlü demokrat, modern ve çağdaş anlayışa bürünemeyen, medeni olmayı başaramayan şark kültürünün kuşattığı toplumların makus talihidir bu durum!
Akademik camiada ancak doçent olunca hocaların soluğu biraz gene(feraha) çıkar. Ta ki, prof olduktan sonra nihayet rahata ererler(di!). Di’li geçmiş zaman kullanıyorum. Çünkü despotizm ve Demokles’in kılıcı gibi başlarında sallanan Yök, Senato, Fakülte ve Üniversite yönetim kurullarının baskıları artık prof.ları dahi özgür bırakmamaktadır.
Bu durum ise etliye sütlüye karışmayan profları; kurumsal yapısına, ülkesine ve insanlığa bir katkı sağlamayan akademisyenleri, birer maaşlı kamu görevlisi olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Haliyle bilim üretmesi, bilimsel katkı ile Ar-Ge, Üretim, Pazarlama, Teknoloji, Toplumsal sorunlara çözüm gibi pek çok alanda ülkemize ve insanlığa hizmet etme fonksiyonunu üstlenmesi gereken üniversiteler, sadece yeni istihdam alanları sunan devasa binalar şeklinde boy göstermektedir!
Eğitimin her kademesinden behemehal uzak tutulması gereken siyaset, bu defa “Her şehre en az bir üniversite. İlçelere birer meslek yüksekokul açma, açtırma vaatleri ve icraatlarıyla” oy toplamaya, siyasal başarılar kazanmaya odaklanıyor.
Üniversiteler bacasız fabrika gibi sunuluyor. “Şehrimize dışardan şu kadar öğrenci gelecek. İl ve ilçe ekonomisine şöyle katkı sağlayacak!” propagandaları seçim vaatlerini süslüyor.
Oysa ‘öğrenci’ dediğin birey; baba parası, devletin geri ödemeli kredileri ve bulduysa burslarla geçinen bireydir! Kafe, pastane, çiğ köfteci, tavuk dönerci gibi hizmet sektörü ile ilçe, il ve ülke ekonomisi ne kadar ve nasıl kalkınır?
Bu, tam bir uyutma ve uyuşturma taktiği değil mi? Diye kimse sormaz, sorgulamaz.
Bu şartlar altında açılan ve kurulan yükseköğretim kurumları da istihdam alanı olarak görüldüğü için üniversitelerin çoğunu -yüksek lise- diye tanımladım. Sanırım bu kavram zihninizde şimdi daha iyi oturdu!
Öyle olunca ahbap çavuş ilişkisine dayalı, hısım akrabadan ne kadar kişiye iş bulursan, yandaş ne kadar kişiyi istihdam edersen, o kadar faydalısın mantığı güdülür oldu. Adrese dayalı kadro ve kontenjan açma, doğrudan ismini verememelerini anladık da neredeyse bir TC numarası verilmemiş kişilerin üniversite kadrolarına alınmasına tanık olmaya başlamıştık artık! Bu eylemleri ile alenen suç işleniyor, kul hakkına giriliyor, hak etmeyen kişilerin akademik kadrolara yerleştiriliyor olmasıyla bilimsel alanda geri gidilme pahasına siyasal erkin gücünü arkasına alan akademia camiası, torpilin dibine dalarak engin denizlerde bilim yapmayı(!) planlıyordu. “İlahi Komedya” sahnede idi!..
Oysa ilk üniversite olarak da kabul gören, Aristo’yu yetiştiren Platon’un medrese tarzı okulunda, Nizam-ül Mülk Medreseleri’nde dahi bu torpil anlayışının, çürümeyi getireceği görülmüş ve torpilden cüzzamdan kaçar gibi kaçılmıştır. 21. Yüzyılda bizim geldiğimiz noktayı nazarı itibarınıza sunuyorum sevgili okurlar…
Çok nitelikli ve toplam kalitesi yüksek, sayılı özel üniversiteler yanında; yükseköğretime bakışın az önce zikrettiğim ucuz, sığ ve basite indirgenmiş hali doğal olarak, özel üniversiteleri de gelir ve kazanç kapısı olarak görür hale getirmiştir. Kısa süre içerisinde onlar da mantar gibi çoğaldılar. Öyle ki arasında doğru dürüst kampüsü olmayan, öğrencilerine doğal yaşam alanları sunamayan “Apartman üniversiteleri” olarak kayda geçenler dahi var!
Eee ne demezsin? Pratik zekada elimize kimse su dökemez. Herkes en kısa zamanda, her işten, en iyi şekilde anlar olup çıkıverir. Hele bir de inşaat ekonomisinin motor kuvvet olduğu bir dönem söz konusu ise ülkemde, değmeyin siyasetle içli dışlı zenginlerin ve müteahhitlerin keyfine…
Bu bilgiler ışığında ülkemizde toplam 209 üniversite var. Ve bunların 131 tanesi devlet üniversitesidir. Onların 11 tanesi teknik üniversite, 2 tanesi güzel sanatlar üniversitesi, 1 tanesi yüksek teknoloji enstitüsü, yine bunlara ek olarak devlet üniversiteleri kapsamında ve statüsünde polis akademisi, sahil güvenlik akademisi ve milli savunma üniversitesi de yer almaktadır.
Devlet destekli 75 tane vakıf üniversitesi, 5 tane bağımsız meslek yüksekokulu daha bulunmaktadır ki; diğerleri de özel üniversitelerdir.
Devlet üniversitelerini kazanabilecek nitelikte ve yüzdelik dilim olarak %1-5 arasına giren öğrenciler nitelikli özel üniversitelerde tam burslu, bedava yurt imkanlı ve üzerine bir de neredeyse asgari ücret kadar harçlık alarak eğitim öğretimlerini tamamlayabilmektedir. Onlar mezun olduklarında istihdam sorunu yaşamayan gruptadırlar. Puanları düştükçe tam bursluluk oranları azalarak ve sunulan imkanlar kısıtlanarak yine o üniversitelerde okuyan öğrenciler de mevcuttur. Onlar mezun olduktan sonra yine avantajlı kesim içinde yer almaktadır. Özellikle TOBB Üniversitesi iş adamlarının çocuklarına özel kıyaklar geçerek onları kendi üniversitesi bünyesinde okutmaktadır…
Bunun yanında devlet üniversitelerini kazanamayan öğrencilerin paralı olarak eğitimlerini tamamladıkları özel üniversiteler de mezuniyet sonrası iş bulma açısından siyasi gücü ve torpili olanlar için oldukça cazip kurumlar haline dönüşmüş durumdadır.
Hatta bürokrasi ve siyaset alanında kariyer yapmak(!) isteyen yetişkinler için dahi bazı özel üniversiteler biçilmiş kaftandır. Akademik tez yazan ofisler mevcut olup, kes kopyala yapıştır mantığı ile tezler yazılmaktadır. İntihallerin artmasının en temel nedenlerinden birisi de bu acı tablo olsa gerek! Bir şekilde derslerden geçirilen, bitirme tezleri ücret karşılığı ya da hatır gönül ilişkisine dayalı olarak başkalarına yazdırılıp diploma alan şahıslar söz konusudur. Eskiden Haydar Baş ve Ahmet Maranki gibi ünlülerin çakma prof.luklarında olduğu gibi Türk Cumhuriyetleri’nden belli miktar para mukabilinde alınan akademik titrler, üzülerek belirtmek gerekirse, ülkemizde de dağıtılır oldu. Türk Hava Kurumu Üniversitesi, neredeyse, rektör olarak önceden belirlenmiş meşhur AKP Erzurum Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu’nun eski eşi Ünsal Ban için açılmış bir üniversite idi adeta! Peynir ekmek gibi akademik unvan dağıttı. Özellikle dikkat edin, milletvekili ve belediye başkan aday adaylığı sırasında dağıtılan broşür ve tanıtım kampanyası duyurularında yüksek lisansız, doktorasız, ikinci üçüncü üniversitesiz adaya rastlamak mümkün olmuyor son zamanlarda! Oysa dar çerçevede tanınan şahısların ne aralık bu unvanları aldıkları sorgulanmaktadır aynı zamanda!
Gazeteci Metin Cihan’ın paylaşımları ile deşifre edilen içlerinde Berat Albayrak’ın adının bile geçtiği akademik kadro paylaşım ve pazarlıkları ile TÜGVA, TÜRGEV, TÜRKEN gibi vakıfların yönetim kurulu üyeleri, talihli müdavim ve sempatizanlarının kulaklarını bir kez de biz çınlatalım buradan…