?>

Üniversite - 2

Hayati YAMAN

2 yıl önce

Bir önceki paylaşımımda ‘üniversite’ kavramının tanımından hareketle üniversitelerin neden yüksek lise düzeyine indirgendiği ve o düzeyden kurtulmaya çözüm aranacaksa, nereden başlanması gerektiği hususlarına değinmiştim. Bugün de şu sorulara cevap arayalım istiyorum!

-Üniversite sayımızın ve üniversite mezunumuzun çokluğu ile övünmek ne derece doğru? 

-Bu durum, ülke kalkınmışlığına ve gelişmesine katkı sağlayan önemli bir kriter midir? 

Her şeyden önce ülkemiz, genç nüfus oranıyla batılı ülkelerin önünde gelmektedir. Genç nüfusumuz, pek çok ülkenin toplam nüfusundan bile fazladır. Bu durumu belirterek işe başlayalım. 

İyi yatırım yapılırsa genç insan potansiyeli, ülke kalkınmasında en önemli kaynaktır! Fakat buradaki kritik ayrıntı, -onlara doğru yatırım yapılması- şartıdır. Aksi halde patlamaya hazır bomba, kontrolsüz güç olarak da değerlendirmek mümkündür. 

Eğer genç nüfusa iyi eğitim veremez ve istihdam alanı açarak onları işsizlik girdabından kurtaramazsak, spor ve sanat alanlarında kendi geleceklerini garanti altına almalarına olanak sağlayamazsak, hem onlara hem de geleceğimize yazık ediyoruz demektir. Onların geleceğe dair hayaller kurmalarına, yuva kurup aile edinmelerine, çocuklarına kendi koşullarından daha iyi imkanlar sunmalarına potansiyel oluşturamazsak, onları terör örgütleri dahil, bir takım istenmeyen yapılaşmaların kucağına kendi ellerimizle itiyoruz demektir! 

Bu açıdan bakıldığında, kritik sorumuzu yineleyelim o halde! Onlara doğru, gerekli ve iyi yatırım yapabiliyor muyuz? 

Eğer yapabiliyorsak kuşkusuz ki, cevabını aramak için yönelttiğimiz, yukarıdaki iki sorunun cevabı da -evet- yanıtı ile bitecektir. Fakat doğru yatırım yapamıyor, planlama yapmadan sadece sayıları çoğaltıyor ve günü kurtarma pahasına adımlar atarak yükseköğretimi kotarıyorsak, işte o zaman vay halimize demektir!

Hem bürokrasiye, hem siyasete çok değerli devlet adamları da yetiştiren üst düzey bir yüksekokul gibi hizmet veren Devlet Planlama Teşkilatı diye köklü ve son derece işlevsel bir kurumumuzu lağveden günümüz iktidar anlayışından bu planlı kalkınma modelini beklemek ne derece doğru olur? Onu sizlerin takdirlerine sunuyorum. Ayrıca ucuz siyaset ve gündelik polemiklere konu edinilen laf çakma kültürü, siyasetin genel angajman kuralı olduğundan bu yana, sorunların dile getirilmesi bile başlı başına bir kutuplaşma unsuru kabul edilirken bu atmosferde, aklı selim içerisinde düşünerek nasıl çözüm üretilir? O da ayrı bir sorun! 

Özellikle toplumun aydınlatılmasında, gençlerimizin yetiştirilmesinde görev ve misyon sahibi eğitimciler olarak biz, ısrarla üzerimize düşen vazifeyi yerine getireceğiz.

‘Yüksekokul’ unvanlı yükseköğretim kurumları dört yıllık eğitime tabidir ve -lisans- diploması verir. Tıpkı çoğu fakültelerde olduğu gibi! Buna rağmen ‘Meslek Yüksekokulu’ unvanlı yükseköğretim kurumları ise iki yıllıktır. Tekniker yetiştirir ve -ön lisans- diploması verir. Meslek yüksekokullarını genellikle meslek liselerinden mezun olmuş ve teknisyen statülü öğrencileri tercih eder. Ufak çapta öğrenmiş oldukları tecrübelerini, meslek yüksekokullarında biraz daha üst boyutlara taşırlar. Mesleki alandaki gelişmelerine pazarlama ve insan ilişkilerindeki becerilerini katarak hayata kısa yoldan atılmak isterler. Fakat günümüzde bu saydığım alanlardaki eksiklik ve meslek liselerini tercih eden öğrencilerdeki akademik başarı vasatlığı, üniversite tercihlerinden sonra her iki tarafı da memnun etmemektedir. Hocalar kendilerine gelen öğrencilerden hoşnut değil, öğrenciler kendilerine ekstra bir şey katmadığı için okulu ve eğitim süresini zaman kaybı olarak değerlendirmektedir! Derken iki yıllık okulların kahir ekseriyeti böyle bir sızlanma durumuna sahiptir!

Muhasebe; Optisyenlik; Adalet Meslek Yüksekokulları; Anestezi, Radyoloji, ATT gibi sağlık alanındaki Meslek Yüksekokulları; her zaman revaçta kalarak çekim alanı oluşturabilmektedir. Bir ara Lojistik, Raylı Sistemler ve Havaalanı Yer Hizmetleri ve Çağrı Merkezi bölümleri çok popülerken, artık doluluktan dolayı cazibesini kaybetmiş durumdadır. 

Ancak kuaförlük, garsonluk, aşçılık, at bakımı, cilt bakımı gibi daha çok çırak usta kapsamlı öğrenilecek mesleklerin şahsen iki yıllık da olsa uzun süren eğitime tabi tutulması bence çok yanlıştır. Onları, Ahilik Geleneği’nde olduğu gibi sahada öğrendikleri bilgileri ve edindikleri kazanımları bir iki aylık eğitimler neticesinde alacakları sertifikalarla iş hayatına monte etmek daha doğrudur diye düşünüyorum. 

Bu alandaki eksiklik giderilmezken, sağlık alanında toplum sağlığını hem psikolojik hem de biyolojik olarak bozacak potansiyele sahip hacamat ve sülük tedavileri(!) sertifika sahipli kişilere teslim edilmektedir. Kuantum terapisi, meditasyon, yogo vs tarzı rehabilitasyon uygulamaları da yine sertifika sahibi kişilere emanettir. Yeterince denetimin olmadığı, her alanda “Allah’a emanet” yaşadığımız ülkemizde bu uygulamalar ne derece sağlıklı ve kabul gören bir yaklaşımdır! O da yine siz değerli okurlarımın takdirine kalmıştır…

Ülkemizin ne kadar öğretmene, ne kadar avukata, ne kadar doktora, ne kadar hemşireye, ne kadar mühendise ve hangi alanlarda mühendise ihtiyacı var? 

Bunların envanterleri çıkarılsa ve üniversiteler ilgili bölümlere ona göre alımlar yapsa, mezunları da hemen iş bulsa daha doğru olmaz mı? 

O zaman mühendis milli eğitim balkanı öğretmenlere, “Atanamayan mühendisler de var ama sizin gibi ağlamıyorlar!” demez hiç olmazsa…

O zaman üniversitelerimizin çokluğu ile övünmeyiz, üniversite mezunumuza iş bulma problemi yaşatmamakla övünürüz değil mi? 

O zaman Merkel’e “Bizim sekiz milyon üniversiteli gencimiz var!” dediğimde; Merkel bana “Uff dedi ve hayret etti” diyen bir devlet başkanımız olmaz. Almanların ürettiği zırhlı arabayla gezip, -cıbırın kabadayısı gibi adamlara hava atıyor- gözükmekten hicap duyan bir cumhurbaşkanımız olur değil mi?

İnsanın eliyle attığı kartopu, çaldığı ıslıkla kopup çığ olmaya başlar ve bir gün gelip altında ezer sahibini… 

İstihdam ihtiyacını baz alarak üniversite açmamak, her şehre en az bir üniversite diye propaganda tutturup yaldızlı ifadelerle halka sunmak bir kartopudur. Gereğini yapıp çok sayıda üniversite açmak ve oralardaki gençler öğrenci gözüktüğü için işsizlik oranlarından muaf tutma kurnazlığı içerisinde gizli amacı yürürlüğe koymak ıslık çalmaktır. Mezunların -iş istiyoruz- diye yönetici erkin önünü kesmesi ise çığ olup üstüne düşmektir. 

Lakin artık siyasi kariyerini hesap verme zorunluluğundan muaf tutma başarısıyla(!) taçlandırmış olan Cumhurbaşkanımız onlara çok rahatlıkla; “Her mezuna iş bulma zorunluluğumuz yok!” diyebilmektedir! Çok sayıda üniversite açma tutkusu kendilerini, önceden açılmış üniversiteleri bile kendi döneminde açılmış gibi gösterme acizliğine düşürmüştür. Yoğun propaganda ve siyasi reklamlar neticesinde üniversitelere doluşan gençler, mezuniyet sonrası iş bulamama acı gerçeğiyle yüzleşince, genellikle torpillilerin işe girdiği gün yüzüne çıkınca alttan gelen gençler o bölümleri tercih etmedi. Kontenjanlar boş kalmaya başladı. Sonunda bu yıl üniversite sınavında barajı kaldırmak zorunda kaldılar! Tabi burada maksat hizmet değil, günü kurtarma ve palyatif tedbirlerle yeniden iktidarı kazanma manevralarıdır. 2021 yılında ek yerleştirme için yüzbinlerle açıklanan açık kontenjanlar, bu yıl on üç bin civarında idi. Yani seçim öncesi bir manevra ile virajlardan birisi alınmış oldu! Bu manevra çığ mı, kartopu mu? Onu da siz bulun lütfen… 

Ülkemiz sağlık alanında çok iyi noktaya geldi. Öyle ki, turizm alanında “sağlık turizmi” adıyla yeni bir sektör ortaya çıktı diye seviniyorduk. Öyle olması da gayet doğaldı. Çünkü “İşsizlik problemi yok ve mezun olur olmaz atanma garantisi var.” diye akademik başarısı en yüksek lise öğrencilerimiz, ağırlıklı olarak tıp fakültelerini seçiyordu. Ondan sonra doktorları da dışlama, hakir görme tavır ve söylemleri neticesinde yurt dışına kaçırınca bu defa sağlık sistemi çökmeye başladı! Elde kaldı övünülecek unsur, yine inşaat sektörü ve şehir hastaneleri! İçindeki cihazları, teknik donanımı, kimyasal ürünleri, tetkik malzemelerini, ilaçları hiç düşünme! “Bizim mi, biz mi yapıyoruz?” diye sorma canım. “Paramız var ki, onları alıyoruz hamdolsun.” de ve geç git. 

Oysa teknik olarak bir yandan onların üretimini de yapabilmeliydik değil mi? Yapabilseydik, ülke kalkınmasına ihracat ve ithalat dengesine, cari açığın bu kadar büyümemesine katkı sağlayan üniversitelerimiz ve üniversite mezunu gençlerimiz olurdu? Başaramadık…

Bakın 2019 verilerine göre aşağıdaki grafiği baz alarak sevinebilir, zevkten dört köşe olabiliriz. Çünkü dünya birincisiyiz. Neyde mi? Elbette nüfusa oranla üniversite mezunu kişi sayısında…

Oysa şu bir gerçek ki, bir genç için üniversite mezunu olamamaktan daha acısı, üniversite mezunu olduğu halde işsiz kalmaktır. En üst eğitim kurumu olan üniversiteyi bitirdiği halde dershane koşuşturmak, sınavlara hazırlanmak, yıllar geçmesine rağmen bir türlü atanamamak ve iş bulamamaktır. Hala baba elini gözlemek, baba parası yemektir. Canına tak ettiği için o psikolojiden kurtulmak isteyen üniversite mezunları kasiyer, pazarcı, şoför, işportacı olarak çalışmaktır. O meslek dallarını küçümsemiyorum. Ama eğer o işleri yapacaksa gençlerimiz, niye yıllarını heba ederek okudular? Bunu sorgulamak ve vurgulamak istiyorum.

Biyososyoloji ve biyocoğrafya açısından değerlendirildiğinde ülkemiz, yıllar öncesinden bu yana, büyüyen bir popülasyon olmaktan çıkıp, dengeli bir popülasyona geçmiş durumda idi. Bunun tek bir nedeni var! O da, “Gençler evlenip yuva kurmaktan ve çocuk sahibi olmaktan çok çok uzaktalar.” Bu durumun yegane nedeni ise işsizlik ve istihdam sorunudur.  

Öyle “Bizim aile yapımız çok güçlüydü. Gençlere ne olduysa yuva kurmaktan uzak duruyorlar!” diye hamaset nutukları atarak anlamsız muhafazakarlık yapmanın lüzumu yok. Ayrıca nikah merasimlerinde evlilik (aile) cüzdanını gelin hanıma teslim ederken en az üç çocuk tavsiyesi yapmakla bu iş bitmiyor. TUİK’e emir vererek enflasyonu düşük çıkarıp milletin cebine el uzatarak yasal soygun yapmakla bu iş olmuyor. 

“En az üç çocuk tavsiye ediyorsam, hesaplamalarda bundan sonra dört kişilik bir aileyi baz almayacağız. Artık beş kişilik aileyi baz alarak açlık ve yoksulluk hesaplamalarını ona göre yapacağız!” babayiğitliğini gösterebilmekle ve elbette ki gereğini yapmakla oluyor!  

Son yıllarda ülkemizin düzensiz göç politikalarına maruz kalması, ülke popülasyonundaki sıkıntılı da olsa homojenliği, sosyokültürel dokuyu tamamen alt üst ettiği için bilimsel veriler artık -eror verir- pozisyondadır. Ve üzülerek belirtmek gerekirse ülkemizde yaşanan kaçak göçek yaşayan sığınmacıların durumunu ekoloji bilimi “istilacı tür” diye tanımlamaktadır! 

Birleşik kaplar teorisine göre bir kola ne kadar sıvı doldurursan, bir süre sonra bütün kollarda o dengelenir. Kalifiye elemanlarınızı ve yetişmiş nüfusunuzu kaçırırken, ne idüğü belirsiz tiplerin ipini kopararak dolduğu kollardan sonra, artık tabanda ve yüzeydeki dengelenme vasatta mı, vasat altında mı oluyor? Onu da yine takdirlerinize sunuyorum kıymetli okurlar. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI