JACK LONDON
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Resim Bölümünde okurken; sağlık yönünden İstanbul trafiği ve imkansızlıkları yüzünden tahsilime nokta koymak durumuna gelmiştim. Akademide hizmetli olarak çalışan hademelerin tavsiyesi ile okul binasında onlara tahsis edilen atölyeden bozma büyük bir odanın bir kenarında; Akademi Başkanlığı bana da bir yataklık yer verince; artık yol ve trafik sorunum bir nevi bertaraf edildiği için öğrenim hayatım nispeten rahatlamıştı.
Daha sonra burada kalan gariban hademelere, Akademi idaresi, bir televizyon alarak hediye etmişlerdi. Akşamları oturup çayımızı yudumlarken siyah beyaz televizyondaki haber, kültürel, spor ve dizilerle filmleri izleyebiliyorduk. Sanırım bir hafta sonu “Vahşetin Çağrısı” diye 1972 Amerikan yapımı bu filmi siyah beyaz olarak izledim. Alaska’ya altın aramak için gidecek olanlardan bahsediyordu. Zengin bir çiftlik sahibinin çok sadık bir kurt köpeği vardı. Adeta aileden birisi gibi yaşıyor, sahibi ve çocuklar tarafından da çok seviliyordu. Sanki söylenenleri anlıyormuş gibi denilenleri yapıyordu.
Jack London’un kendisi de macerayı seven ve aynı zamanda da yaşadığı macerayı akıcı bir şekilde gerçeğe çok yakın tasvirleriyle okuyucuyu büyüleyerek; adeta romanın geçtiği coğrafyaların soğuğunu - sıcağını yaşatıyordu. Sosyalist realizm (sosyal gerçekçilik) konusunda mahir bir yazardı.
Bu yazarın birçok kitabını okudum. Burada okuduğum ve kahramanları benzer olan iki kitabından bahsetmek istiyorum. Birincisi orijinal adı “The Cal Of The Wild“ yani “Vahşetin Çağrısı” diğer kitap ise “White Fang“ adlı Türkçesi “Beyaz Diş” romanıdır. Bu kitapların ülkemizde İngilizcesini ve Türkçesini bulmak mümkündür.
Vahşetin Çağrısı’nın siyah beyaz filmini yetmişli yılların sonuna doğru o zamanlar tek televizyon kanalımız olan TRT’de izlemiştim. Görsel olarak gördüğüm sahnelerin bir çoğu hala hafızamda bulunmaktadır. Yıllar sonra bu filmin ana kaynağı olan Jack London’un Vahşetin Çağrısı kitabını okuyunca, Kaliforniya’dan yola çıkan uyumlu, barışçıl, sevecen ve sevgi dolu sadık bir ev köpeğinin; Alaska’da altın arayanların vahşi doğada nasıl mücadele ettiklerini; yazarın müthiş ve muazzam gerçekçi tasvirleriyle yüreğim burkularak tekrar kare kare okuyarak yaşadım.
“Beyaz Diş” kitabını da Türkiye’ye gittiğimde aldım. Haftalık iki kitap okuma planıma onu yerleştirdim. Bu kış mevsiminde kitabın vahşi doğasına girerek Kuzey Amerika’nın Kutup bölgesinin soğuğunu ve yaşam şartlarını iliklerime kadar hissederek adeta yaşayarak; sonunda da bu sefer Kaliforniya sıcağına kavuşmuş oldum.
Sevgili okurlarım; bu iki kitabı konu ve verilmek istenen mesaj olarak karşılaştırıp kıyaslayarak göz önüne sererek sizlerle bir edebiyat sohbeti yapmak istiyorum. Yer yer bazı yorumları adeta resim gibi görsel hale getirerek şu andaki durumumuza misal olarak kullanacağım.
Adı geçen bu iki kitabın da baş kahramanları, ilki sadık bir ev köpeği, ikincisi de melez bir kurt köpeğidir. Sanki yazar, ilk romanında; bir merdivenden çıkarak belli bir seviyeye çıkarıp, konuyu detaylı işleyip sonuca ulaşarak romanı orada bitirmiştir. İkinci kitap da ise yazar, o çıkmış olduğu seviyeden; yapmış olduğu öyküleme ve tasvirleriyle tekrar toprağa kadar inmiş ve orada romanı bitirmiştir.
Vahşetin Çağrısı romanında, ihtiyar ama hem zengin, hem de kültürlü bir adamın ve çocukların sevgilisi olan iri ve sadık köpeğin, mutlu bir hayat noktasından; nasıl bir vahşi doğa şartlarıyla ve acımasız insanların elinde; o sıcacık şöminenin yanından adeta kuduracak bir hale gelmesini kare kare okuyup izleyerek şahit oluyoruz.
İkinci kitaptaki kurtlar, kurtların sürüsüne karışarak kurtlaşan ve daha sonra yaşlı kurttan olan yavrusunun; gerek hemcinsleri ve o soğuk iklimde çeşitli nedenlerden dolayı yaşayan acımasız insanlar tarafından ne hale geldiğini görüyoruz.
Yazar, ABD’de yaşayan ve sosyalist (komünist) bir siyasi görüşe bağlı ve savunan bir aydındır. Maceraya düşkün ve eserlerinde sembolik olarak güçlü - güçsüz, zengin - yoksul, esir - özgür, birilerine bağlı - bağımsız olma arzusu konularını bu iki kitabında köpek ve melez kurt köpeklerini tasvir ederek işlemiştir.
Yazar, her iki kitabında da başlangıç ve sonuç olarak birisinde verilen eğitim ve yönlendirme sayesinde “iyiden kötüye” ikinci kitap da (Beyaz Diş) ise “kötüden iyiye” doğru gidişi ele almıştır. Adeta iki kitap birbirine çok yakındır ve sanki birbirinin devamı gibi bir his vermektedir.
Yoksulluğun acımasız durumunu ele aldığında; motif olarak kullandığı köpeklerin yaşam çilelerinde çok realist (gerçekçi) biçimde görebiliyoruz. Kızak çeken köpeklerin ya da sahiplerinin kulu kölesi olmak istemeyen bu iki kahramanımız olan köpekler; hür, bağımsız ve kendi başlarına buyruk olabilmenin korkunç neticelere varan mücadelesini vermişlerdir. İkisi de bu sonuca çok ağır bedeller ödeyerek ulaşmışlardır. Lider ruhlu olabilmek, lider ve özgür olabilmek kolay değildir ve bir bedel ödenmeden de bu ünvanı, kimse kimseye vermemektedir. Tıpkı özgürlüğünü yitiren toplumların bir lider etrafında kenetlenerek mücadele verenler; ikinci kitapta yaşananlar adeta bunu sembolize etmektedir.
Doğanın ve iklim şartlarının özellikle Kutup bölgesine yakın olan coğrafyalarda “yaşamak için öldürmek gereklidir” tezini işlemiştir. Büyük sahradaki çöller ve diğer coğrafyaların özel durumları içinde geçerlidir. İnsanların da nasıl insani erdemleri terk edip vahşileştiklerini büyük bir hayretle izliyoruz. Bir çok yazar vahşi doğa şartlarıyla yaşamak için insan mücadelelerini eserlerinde konu edinmiştir. İslam Edebiyatından alınıp Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe, Lev N. Tolstoy’un İnsan Ne İle Yaşar, Akira Kurosawa’nın filmini çektiği Vladimir Arsenyev’in yazdığı ve bir Kırgız avcısı olan Dersu Uzala’nın Sibirya’daki kış mevsimindeki hayatta kalabilme savaşını izleyebiliriz.
Hür ve müstakil olmak; kula kulluğu tercih edenlerin arasında çok zordur. Özgür ve bağımsız olmak isteyen, baş eğmeyen bir vasfa sahip olan Beyaz Diş’in; çevresindeki diğer köpeklerin ve sahiplerinin ihanetlerini, vefasızlıklarını görerek nasıl yalnızlaştığını; bu yalnızlığına rağmen mücadeleyi bırakmayıp idealini gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Vahşetin Çağrısı romanındaki köpeğin; iyi, uyumlu, sevimli, sadakat hisleriyle dolu ve paylaşımcı bir toplumun parçasıyken; yanlış bir eğitim ve yönlendirme ile hayatta kalabilmek için “ölmemek için öldürmek” gerekli olduğuna doğru bulup; nasıl yönlendirildiğini romanın sonuna doğru bir iç burukluğu ve acıma hissiyle sayfalar ilerledikçe şahit oluyoruz. Baştaki güzel erdem ve hasletler, yerini hiç arzu etmediğimiz ve hiç kimsenin kendi yaşamak istemediği duruma gelmiştir.
Buradan çocuk, gençler ve toplumun eğitiminde bu iki romanda; güzel ve doğru olursa Beyaz Diş gibi hür, müstakil, şahsiyetli ve sadakatli vefalı nesiller yetiştirilebiliriz. Vahşetin Çağrısı romanında ise olumlu, erdemli, vefalı ve sadık nesillerin; cahil, acımasız, hırslı, alkol, kumar gibi yollara tevessül edenlerin, kesinkes itaati, darpla dayakla işkence ve korkuyla yapanların; yaptıkları zulümler neticesinde birinci kitaptaki köpeğin durumuna düşmüş olmaktadırlar.
Lise yıllarında bir kaç arkadaş ile birlikte, yaz tatilinde köyümüzdeki Mustafa Cura’nın kurduğu köy kütüphanesini açtık ve kitapların tozlarını alarak gençlerin istifadesine sunduk. Aslında kütüphane demek gayet abartılı olur; mütevazi bir köy “kitaplığı” dersek tanımlama çok yerinde olur. Hatta o zaman köyümüzde imamlık yapan Mehmet Koç’un yönetiminde Ahmet Lütfi Kazancı’nın eseri olan Üvey Anne piyesini oynamak için amatörce çalışmalar da yapmıştık. Dört beş sayı kadar süren, o zaman ki muhtarımız Hüseyin Çokak’tan izin alarak kahvenin birinde iki haftalık süreli bir duvar gazetesi de çıkarmıştık.
Kütüphane muhtarın evine giden yol üzerindeydi. Bir gün yanımıza gelerek, “Gençler, nasılsınız? Neler yapıyorsunuz? diye bizimle sohbet etti. Farklı bir partiden olmasına rağmen; bize hiç bir engel çıkarmadan ideallerimizi sordu. Her birimiz, Türkiye üzerine hayallerimizi ve inanç üzerine kalkınma projemizi anlattık. Giderken kapıdan çıkmadan bize dönerek; bir şeylerin yanlış olduğuna dikkat çeker gibi “Gençler, herşey iyi güzel de gidişat hiç iyi değil, mahkemeler hiç azalmıyor, hep artıyor!” dedikten sonra çekip gitti. Hüseyin amca, temeli bozulan eğitim ve adalet mekanizmasını görseydi, kız - erkek çocuk istismarlarını, önü alınamayan kadın cinayetlerini görseydi neler derdi acaba? İşte bu iki kitaptan aldığımız ders; yanlış uygulanan eğitim politikaları neticesinde ya “Vahşetin Çağrısı” ya da “Beyaz Diş” sonucunu veriyor.