Hey dostum, orada mısın?..
Hemen bir sokak ötedeki annen… Diğer odadaki çocuğun… Hayatını paylaştığını, öbür yarım diye evlenirken cicili biçili sözler söylediğin, yanı başındaki eşin…
En son onlardan birine ne zaman sarıldın?.. Candan bir gülümseyişle selam verdin?.. Gözlerinin içindeki menevişlere, hatta kendi yansını görene kadar aynı hizada durup “Nasılsın?” diye sordun… Yoksa sabah ilk uyandığında, senden kilometrelerce uzakta olan sosyal medya arkadaşların mı oluyor ilk durağın? Seni, parmak uçların kadar uzağındaki sanal tanıdıklarına ulaştıran telefonu avucunun içine aldığında… Dünyalara hükmetmiş oluyorsun… Öyle değil mi?
Peki, sen… Evet, evet sen… Sana söylüyorum. Gri montlu kızcağız!.. İnsanlara söyleyeceğin her şeyi yutup yutup hazmedemedin… Kendini olanca durulukta ifade etmen için sana hiçbir zaman fırsat vermediler. Derdini dökecek ne bir dost ne de arkadaş bulabildin… Yüreğinin dolup taştığı birkaç kısa zaman diliminde “sır” diye verdiğin sözler “ser”ine bela oldu değil mi?.. Ondan kutu kutu içtiğin antidepresanlar Mabel Matiz misali…
Ya sen gardaşım… Ne o eller, baştan ayağa nasır dolu. Parmaklar boğum boğum kir pas içinde. Fabrikadasın, asgari ücretle çalışıyorsun. Ha, üstelik bir de sigortalısın. Ne, bir de çocuğun mu var?. Hem de bu devirde. Bunu bulamayanlar da var diyor, haline mi şükrediyorsun? Özel hayatın sıfırlanmış. Birbirinin kopyası olan yılların, bitmek bilmeyen fatura ve borçları ödeme üzerine kurgulanmış. Akşama kadar köle gibi patronu mutlu etmekten fırsat bulursan, haftada bir iki saat çocuğunu parka çıkardığın için bu tebessüm şimdi. Öyle mi?
Sana ne demeli emekli dayı?.. Avrupa’da akranların aldığı tazminat ve maaşla dünya turuna çıkıp kaçıncı baharını yaşadığını unutuyor… Türkiye’ye gelip üç beş dolar ile senin ömrü hayatında göremeyeceğin zevk ve safada boğuluyor… İnsana yaraşır bir ömür sürüyorken yaşamlarının son demlerinde… Hem emekli olana kadar gözün patlıyor, hem de aldığın üç beş kuruşla ay sonunu nasıl getireceğini kara kara düşünmüyor musun? Hani geçen bayram cebinde yeterince harçlık yoktu da gözlerin pencerede torunlarını beklerken… Yüreğin zembereği boşalmış bir saat gibi biteviye titremeye başlamamış mıydı? O halde bu “Amaaaan, olsun canım; n’apalım?!..” neden?..
Bakar mısınız Ayla Hanım?.. Hah, benim. Kusura bakmayın, değerli (!) vaktinizi aldım… Aynaya her bakışınızda “Alımlı bir güzelliğim var!..” diyorsunuz. Şu endamla, boyla posla, hele hele her adım atışınızda sizi görenin gözlerine, görmeyenin de kulaklarına çivilenen topuklu pabuçlarınızla pek güzel salınıyorsunuz… Makyaja süse, kuaföre avuç dolusu para döküyorsunuz. Her hafta sonu alışveriş yapıp giydiğiniz marka kıyafetler içindeki ışıltılı görünümünüze salak insanlar dikkat etmeyince… Bilmem ne marka yemek takımının yanında çıkardığınız acayip fiyakalı kaşık ve bıçakları görgüsüz komşularınız kullanmaya tenezzül etmeyip böreği bile (!) eliyle yiyince… Emanet gülüşünüz kavlayıp dökülmüyor mu suratınızdan?..
Size gelelim gelin hanım, damat bey!.. Bir tutturdunuz çekirdek aile de çekirdek aile… Günleri ayları yılları çekirdek gibi çitleyip arkanızda yığın ettiniz. Çocuklarınız ne babaanne gördü ne dede ne nine?.. Onlara tuttuğunuz bakıcılar, yolladığınız anaokulları, çocuklarınızı her sarıp sarmaladığında buram buram para ve çıkar kokmuyor muydu iğreti kollar sanki!?… Üstelik son yıllarında, büyükleriniz için “Aman başımıza kalmasın da ne halleri varsa görsünler ya!..” dediğiniz… Aslında içten içe tamamen körelmemiş… İçinizde bir yerlerde, hâlâ can çekişirken “Düşmez kalkmaz bir Allah… Bir gün sen de düşeceksin!..” diye çığlık atan vicdanınızın sesini daha da bastırmak için mi bu yalancı, zorlama kahkahalar?!…
Hadi hepsini anladım da sana ne oluyor Bay Siyasî!.. Verdiğin her demeçte gözün gazetecilerde, kulağın yardakçıların alkışlarında… Vaktiyle pervasızca sıraladığın vaatleri düşünüyor sonra da bunların gerçekleşme oran ve olasılığını hesap ediyorsun, en yakınına bile söylemesen de… Her ne kadar yıllar yılı alışkın olsan da… Mikrofonlar, en akortlusundan yaymaya çalıştığın sesinin tınısını bazen kendine bile yabancı yankılıyor… Söylemlerle eylemlerinin çeliştiğini yiğitçe edanla saklamaya çalıştığını, beşerî göğsündeki yorgun organın bile zaman zaman itiraf ediyor… O halde bu özgüven patlaması sanılan tavrın, zayıflığını örtüyor mu dersin?..
…
Anlıyorum dostum hepinizin ızdırabını… Hakikisine ulaşamayan her zavallı türdaşın gibi sen de sahte mutlulukla avunup duracaksın kronometren geri sayarken… Hatta öylesine ki, yüzünde zoraki beliren tebessümün… Sesinde adet yerini bulsun diye verdiğin selam… Elin kolun insanlara daha güçlü görünmek için alabileceği en havalı pozisyonu almaya çalışırken… Her şeyin aniden boşlukta donup sapır sapır dökülerek sakladığın buhranın görüleceği korkusuyla tedirgin olsan da…
Mutlusun ya işte, yetmez mi?!..