?>

Ve Aşk Başladı

Halil GÜLEL

8 ay önce

 

Henüz daha saat, takvim gibi zaman ölçüm alet ve teknikleri bulunmadığı için gündüz, güneşe ve gölgemize bakarak; vaktin ne olduğu hakkında karar veriyorduk. Aşağı Derede oturan birisi, kendi boyunda eğri büğrü bilek kalınlığında bir dayak hazırlamış. Bu değneği yürürken dayanmak için, bir hayvan onun peşinden koşarsa; o saldırgan hayvanı korkutup, kaçırmak için kullanıyordu. Gerçi bu yöntemi, Kazan Gölde , Kızılca Kuyuda, Ayı Boğazında, Kavaklıdere’de yaşayanlarda yıllardır onlara saldıran vahşi hayvanlara karşı bir koruma aracı olarak kullanıyorlardı.

Hatta geçenlerde Seydi Yerinde yaşayıp Arı Bölene balık yakalamak için gelenler, Büyük Menderes’in kıyısına oturmuşlar. Bir de ne görsünler; akan suyun içinde koyu yeşilimsi bir şeyler kuyruk çırparak gidiyormuş. Orada bulunan birisi uçu yanık değneğinin topuz gibi olan yeriyle o suda kuyruk sallayarak giden şeye var gücüyle “Paatch” diye vurmuş. İri yarı kuyruk sallayan o canlı; şiddetli vuruşun etkisiyle su ile birlikte iki üç adam boyu havaya fırlamış ve havaya fırlayan sular orada oturanları sanki yağmur yağıyormuş gibi ıslatmış. Gerçi havaya sıçrayan bu suyun üzerlerine düşmesiyle serinlemişler.

Serinlemesine serinlemişler ama önlerine havaya sıçrayan sular ile “Paaat!” diye kocaman bir balık düşmüş. Orada bulunanlar şaşırıp kalmışlar. Onlar, balıkların suda yaşadıkların biliyorlarmış, ama havadan yani gökten düşen balıkların olduğunu hiç kimse o güne kadar gören olmamış, gören olmadığı gibi duyan ise hiç olmamış.

Saat ve günler bilmediğimiz için gölgelerimiz kendi boyumuz boyutunda kısalıncaya kadar bu balık mevzusu mağaralarda, toplu ava gittiğimiz yerlerde, meyve ve mantar toplama gezilerinde konuşula konuşula tarihte ilk kez dört ayrı topluluğa ayrıldık. Gökten düşen balık hakkında çoğunluğu Koca Dereliler’in olduğu büyük bir topluluk; “balık sadece suda yaşamaz ki” diyorlardı ama cümlenin sonunu tamamlayıp fikirlerinin doğruluğunu ispatlamaları mümkün değildi.

Bu kümenin en amansız rakibi olanlar Ayı Boğazında yaşayanlardır. Onlar da “Nasıl armut, elma, ayva gibi şeyler havada, dallarda yetişiyorsa belki balıklarda havadaki bulutlar içinde yaşıyor olabilir” diye fikirler ileri sürüyorlardı. Hatta için için gülerek gökten nasıl yağmur yağıyorsa; demek ki göklerde de denizler ya da ırmaklar vardır ve sular aka aka bulutların bir yerini inceltip deliyordur. O delikten de sular damla damla yağmur gibi yağıyordur. Belki büyük bir delik meydana geldi ve orada yaşayan bu iri balık, o delikten geçerek onların önüne düşmüştür. Onların bu türlü savunmalarına büyük bir topluluk inanıyordu. Öte Yakalıların bir kısmı bu fikri destekliyordu. Şaban Yaylası sakinleri göğe yakın oldukları için “Biz bulutlara yakınız ama hiç delik bulut görmedik!” diye bar bar bağırıyorlardı.

Erenler Ardında oturanlar ise bu iki kümeye de karşı görüşte oldukları için “Arkadaşlar, olmayacak duaya âmin demeyelim” deyip yaşadıkları yerde bazı kuşları yakalayıp, mağaraların yumuşak kayalarına delikler yaparak orada besliyorlardı. Karlı kış gecelerinde yiyecekleri olmadığı zamanlarda o kuşlardan kesip, mangal şöleni yapıyorlardı. Bir keresinde o bölgeden geçerken soğuk havaya rağmen burnuma kızarmış et kokusu geldi. O et kokusu içimde dayanılmaz bir istek uyandırınca; doğru kokunun geldiği tarafa gittim.

Beni görünce hep bir ağızdan ses çıkarıp el kol hareketleriyle yanlarına çağırdılar. Yanlarına varınca “Höööt!” dedim. O günden sonra “Höööt” sözü yolda veya herhangi bir yerde karşılaşanlar arasında selamlaşma anlamına geldi. Öğünmek gibi olmasın “Höööt” denen selamı ben bulmuş oldum. Nerede birini görsem; hatta boş gezen itler ile uzun kulaklı kısa kuyruklu eşeklere bile “Höööt” diyordum. Ben höööt dedikçe kimi kuyruk sallıyordu, kimisi de “Sırası mı” der gibi horluyorlardı.

Çatlak Deresinde oturanlar ise “yakında yangınlar çıkabilir, ağzı köpüklü seller mağaralarımızı önce su ile ardındanda çamur ile mil ile doldurup yaşanmaz hale getirebilir. Su gidiyor ama mili kalıyor. Buna bir çare bulmamız gerekir” diye diye üç farklı görüşe karşı çıkıyorlardı. Bu civardaki yerleşim yerlerinde oturanlara Avdal Tepesinde toplanıp bu durumu görüşelim diye haber gönderdik. Dolunayın olduğunda toplanalım diye karar verdik.

Birkaç defa güneş yatmaya gitti. Fazla uyuması iyi değil diye ay da aydınlanmaya başladı. Eline boyu kadar değneğini alanlar bölük bölük dolunayın olacağı geceye doğru Avdal Tepesinde toplandılar. Kambersiz düğün olmaz der gibi büyük bir merakla ben de toplantıya katıldım.

Kimisi ellerindeki uzun değneklerin ucuna, yakalayıp etini yediği bir hayvanın pöstekisini, kimi boynuzunu, kimisi de kuyruğunu geçirip bağlamışlardı. Aynı türdeki hayvanın bir parçasını değneğini bağlamış olanlar bir yere toplanmıştı. Ortaya konuşmaya gelen temsilcinin yanında iki kişi daha geliyordu. O gelenlerin elindeki değneklerin ucunda ya bir deri parçası ya da öküz, keçi veya geyik boynuzu bağlı oluyordu. Konuşmacı havadan sudan incir çekirdeğini doldurmayacak şeyleri söyledikten sonra yanındaki iki değnek tutan gençleri göstererek; “bizim değneğimiz yere düşmez!” diye bağırıyordu ve böylece sözüm ona kendi partilerinin fikirlerin en doğru görüş olduğunu ispatlamış oluyorlardı.

Bende bu konuşanlara kendimi kaptırmıştım. İyice kulak verip her hatibi dinliyordum. Aslında ne dediklerini anlamıyordum ama arada bir “Höööt’ diye bağırıp selam veriyordum. Maksat patenti ben de olan bu kelimenin diğer topluluklar tarafından da öğrenilmesini, beyinlere yerleşmesi için çalışıyordum. Ne kadar ileri görüşlü birisi olduğumu bilmeniz için bu açıklamayı yaptım. Bazı konuşmacılar da konuşurlarken başta söyledikleri sözün gerisini getiremiyorlardı. Böyle bir durumu da çok iyi kullanıyordum ve var gücümle “Höööööt!” diye avazım çıktığı kadarıyla bağırıyordum hem kendi propaganda mı yapmış olurken, hem de bir işe yaramaz fikirleri dikte ettirenlerin boşluklarını doldurarak onlara büyük yardım yapıyordum.

Dolunayda gümüş bir tepsi gibi tam başımızın üzerine yerleşmiş kah gülümsüyor, kah da asabi bir şekilde bakıyordu. Bu Avdaş Tepesindeki toplantı bu bölgenin tarım toplumuna henüz geçmemiş küçük klan devrini yaşayan küçük toplulukları için birçok ilk girişim ve oluşumlara önderlik yapıyordu. Farklı fikirler ve girişimler ortaya çıkınca; aynı görüşü savunanlar tarafından birleşince, sözüm ona partiler doğdu. Bu arada parti lideri, sözcüsü, sekreteri, yeri ve en önemlisi işareti doğdu. Bu tarihi gelişme henüz harfler icat edilmediği için sözlü olarak naklediliyordu. Bu kuralları, sözlü olarak her nakleden yaşadığı dönemden bir şeyler katıp esas olayı abartarak değiştiriyordu yani sizin anlayacağınız esas mevzudan öyle uzaklaşılmıştı ki biz bile şaşırıp kalmıştık.

O Arı Bölendeki balığı düşmesi olayındaki balık bile önce iki karış boyunda idi, anlatıla anlatıla öyle büyütüldü ki inanmak bile mümkün olmadı. Önce ayaksız oğlak kadar dendi, ardından da iki ayaklı oğlak oldu, püsküllü kuyruğu olan tilki kadar dendi. Kimisi de kıvrım kıvrım kuyruklu domuz yavrusu gibi deyim yemin billah ediyordu. Açık artırma gibi ova köylerindeki sevimli eşek sıpası kadardı diyenler eşek kadardı, at gibiydi, ay boynuzlu öküzce derken oradan gözü görmez Deliktaşlı birisi fil kadar deyince; kalabalıktan biri “Yok deve!” diye bağırınca iki karış balık unutulup deve kadar oldu. Bu deve suya “şaaap” diye düşünce; sular o kadar havaya fışkırmıştı ki, oradan geçen kara kartal bile ıslanmış. Hatta kara kartalın gözlerine su girince, gözünün silgeçleri bozuk olduğu için Kavaklıdere’de neredeyse yere tepetaklak çakılacakmış….

Gözümüzle gördüğümüz olaylar bile bu anlatanlar tarafından öyle abartılıyordu ki yalana doğru, doğruya yalan diye yemin billah eden binlerce taraftar üredi. Herkes karşı görüşte olanları; halk düşmanı, emekçiyi sömüren, sermaye yanlısı, vatan haini, demokrasi karşıtı, kapitalist ya da faşist diye sapık fikirli yahut da kafir diyordu. Artık içimize korku kültürü yerleşmişti: Herkes birisine fikrini söylemeye korkuyordu.

Domuzun azı dişleriyle süslenmiş değneklerini şakırdatarak iki genç ile ak saçlı bir yaşlı adam ortaya geldi. Yaşlı adamın sesi pek çıkmıyordu. Onun sesini duyamıyorduk. Bu arada oradaki kalabalıkta herkes ikişer üçer kişi olarak bir de kendi arasında konuşuyordu. Kimse kimseyi dinlemiyordu. Benim “Höööt” diye bağırmam da artık boşa gidiyordu. Bundan sonra ortalık duruluncaya kadar bir daha bağırmayacağım diye tek başıma karar aldım.

Bir ara sol omzumu birisi sivri uçlu değneği ile dürtüp; benim buluşum olan kelimenin önüne bir sözcük ekleyip “Hey höööt” diye ince bir sesle bağırdı. Bu curcuna da bu güzel ses de nereden geliyor diye baktım. Aman bir de ne göreyim: Sanki, gözümde bulutlar çakmak çakıyormuş gibi şimşekler çaktı. Olmayan yarım aklım nerede ise yok alacaktı. Gümüş renkli ay ışığı yüzüne vurunca yeşil gözleri hiçbir makyaj kullanmadığı yüzünün güzelliğini tarifsiz bir şekilde artırmıştı. Pembemsi dudakları hafif açılmış ve gözlerinin içi gülüyordu. Allah sizi inandırsın sanki ayvayı yemiş gibi oldum. Yutkunamadım, dudaklarım kıpırdıyor, dilim ağzımın içinde Mevlevi dervişleri gibi dönüyordu ama dut yemiş bülbül gibi sesim çıkmıyordu.

Çok güzel bir kızdı. Ben ona aptal aptal bakarken, iki eliyle omuzlarımdan tutup; “Hey hööööt” diye bağırıp; Avdal Tepesindeki toplantıdan çıkarıp Güllü Dereye doğru götürdü. Sanki onun çekim alanına girmiştim. Yüreğim göğsüme sığmıyordu. Ona bakınca öyle şiddetli çarpıyordu ki göğüs kafesimi parçalayıp onun avuçlarının içine yerleşip, narin parmaklarının okşamasına kendini bırakacaktı. Güllü Deredeki bize ait bağımıza geldik. Armut ağacının altına yan yana oturduk. O konuşuyor ben onu dinliyordum. Ne güzel sesi vardı. Sonra yanıma yaklaştı. Dizime başını koydu. Dalga dalga uzun saçlarını okşadım. (Aslında minyatürlerde Kerem Aslı’nın, Ferhat Şirin’in dizine başını koyar ama ben, bu sefer bir centilmenlik yapıp olayı böyle istedim)

Dede Köyün üzerinden Beşparmak dağından güneş doğuncaya kadar bu halde kaldık. O dizimde dudakları gördüğü rüyanın tesiriyle hafif aralanıp inci dişlerini göstererek tebessüm ede ede uyudu. Onu rahatsız etmemek için dizim uyuşsa bile Roden’in Düşünen Adam heykeli gibi hiç kıpırdamadan hareketsiz durdum. Seher yeli serin serin esmeye başlayınca, sırtımdaki kuzu postundan yaptığım yeleğimi boşta olan elimle çıkarıp onun üstüne örttüm. Omuzlarına çekerek göğsünü kuzu postuyla sıkıca sarındı. Benim bedenim ondan çok iriydi, kollarımda ayılarla bile kapıştığım için maşallah kaslıydı.

Ne kadar kıyıda köşede hatalar varsa, ay ışığı onları karanlıklarla örterdi, fakat, güneş ışıdıkça o gizlenen hatalar, bir bir gözlere çarpardı. Beşparmak dağından güneş gülümsemeye başlayıp, ortalığı sarı sıcağıyla ısıtınca; bir daha bu kızın yüzüne baktım. Dolunayın gösterdiği güzelliklerin yanında gün ışığının katkı olarak ortaya çıkardığı güzelliklerle sanki yüz kat daha güzel olmuştu. Bu güzelliği kelimelerle anlatmam mümkün değildi; zaten o zamanlarda fazla cilalı sözlerde bilmiyorduk. O, bana toplantıda höööt diye bağırdığım için “Höööt” diyordu; ben de ona “Hey Hööööt” dediği için “Hey” diyordum. Birbirimiz böyle diyerek çok içten bir şekilde anlaşıp arkadaş hatta sevgili olmuştuk. Sevgi, en basit şeylerde bile yüreği aynı duyguyu hissedip yaşamakmış.

Killik tarafından geliyormuş. Beraber oraya kadar gittik. Bana ağaç kütüklerinden yaptıkları evlerini gösterdi. Beni ailesine “Höööt” diye tanıştırdı. Onların obadaki diğer kızlar beni topluca görmeye geldiler. Bazısı kollarımdaki pazılarım gerçek mi diye çimdik attılar. Ben de “Hey’e” ayıp olmasın diye of demedim. Sevdiği Aslı’nın dizine başını koymuş. Kerem, sevdiğinin dizinden kalkmamak için 32 dişini de çektirirken sabrettiği gibi davranıp hiç of demiyordum. (Gerçi bu halk hikayesi de bizim zamanımızda bilinmiyordu ama buraya çok uygun düştüğü için yazdım.

Birgün Çay tarafındaki Kel Armut ağacına çıkıp hem kendim için hem de “sevgilim” için armut topluyordum. Sanırım o zamanlar sevgili kelimesi bilinmiyordu; fakat, ona topladığım armutların en iyisini ona ikram ettim. Bal tadındaki armutun üzeri onun yanakları gibi kızarmıştı ve çok güzeldi. Bu güzel armudu narin parmaklarıyla okşadı ve bana ısırttı. Sonra da gerisini kendi yedi. Armudun iyisini önce ben yemiş oldum ama ayı olmadım. Zaten o zaman armudun iyisini ayılar yer diye bir söz de bilinmiyordu. Fakat, bu dalga dalga saçlı, al yanaklı kız için bana ayı deseler bile kızmazdım; ona benim gibi ayı kurban olsun. Amin.

Armut faslı bitip havalar yavaştan yavaşa soğuyordu. Bir hafta sonu Balçık’ta ayva ağacına çıkmıştım. Hafta, ay filan bilinmiyordu ama lafın gelişi hafta sonu yazıverdim. Ayva ağacının dallarında Hindistan maymunları gibi akrobatik hareketler yaparken, bir dalın altında çok küçük bir göleç gördüm. O su birikintisine bakınca birinin o su birikintisinden bana baktığını fark ettim. Elimi sallayınca o da bana salladı. Gel konuşalım diyor zannettim. Tam onun yanına inerken elimdeki armut o suya düştü. O güzel adam birdenbire kayboldu gitti. Çok üzüldüm. Hemen ağaçtan inip o su birikintisinin başına gittim. Bu göletin içine, sağına soluna baktım ama hiç kimse yoktu. Düşürdüğüm ayvayı sudan alıp göletin bir değnek boyu uzağına oturdum. Bir ayvayı yiyip bitirinceye kadar oturdum ve göletteki su, süt liman oldu. Acaba güzel adam geldi mi diye baktım. “Aaaa! Ne güzel adam “ dedim suyun içindeki adam da sanki bana “ne güzel adam” diye cevap verdi. Anlayamadığım tek nokta; suyun içindeki adamla ikimiz de aynı anda konuşuyorduk.

Bu neden oluyor diye bir karar veremedim. Sanki suyun içindeki o güzel adam beni taklit edip yansalıyordu. Böyle beni taklit edene bu güne kadar hiç rastlamadım. Onun yaptığı bu taklitler biraz ağrıma gider gibi olmaya başladı. Aslında her şeye hemen kızmazdım ama bu güzel adamın yaptıkları sınırı aşıyordu. Birkaç cümle daha söyledim; söylediklerimi geri aynı şekilde duyunca tepem attı ve o devrin meşhur küfürlerinden ettim. Hayret o da bana küfürü edince; elimdeki iri bir ayvayı adeta suyun içindeki adama fırlattım. Taş gibi sert olan ayvayı suratına yiyince birden suyun içinde kayboldu. Bir oh çekip rahatladım. Gölet halkalar halinde dalgalandı. Artık kimse görünmüyordu.

Ağacın altına oturdum, elimdeki yarım ayvayı yerken bizim sarışın Hey’i düşündüm ve hayal ettim. İyi ki burada yok dedim. Bu kadar güzel adamı görürse belki beni beğenmez diye usulca fısıldadım. Verilmiş hayrım varmış dedikten sonra gökyüzüne baktım. Pamuk yığını gibi kocaman bir bulutun üstüme doğru geldiğini gördüm. Hemen buradan ayrılıp gitmem lazım, belki deve kadar bir bulut üzerime düşer de sevdiğim kızı eller alır diye hayıflandım.

Ayağa kalkıp göletin yanından geçerken tekrar güzel adamı suyun içinde ama bu sefer ayakta gördüm. Başının üzerinde bulut vardı. Birden gözümü havaya çevirdim; benim başımın üstünde de bir bulut vardı. Ben buluta doğru bakınca; onun da başını çevirdiğini gördüm. Benim başım yukarda, suyun içindekinin başı alttan görünüyordu. Ayağımı kaldırınca o da ayağını kaldırdı. Birden kafam karıştı. Acaba suyun içindeki adam benim görüntüm müydü? Aynımı suyun içinde götürünce; suyun bana aynımı gösteren ayna mı olduğunu düşündüm. Höööt selamından sonra görüntümü aynı gösteren aynayı da keşfetmiş oldum. Sarı saçlı Hey’in güzelliğini kendine göstermek için onların obasının olduğu Killik’e doğru koşmaya başladım.

Gerçi Killik buraya uzak değildi. Boz topraklı düzlükleri geçip Killik denen yere soluk soluğa geldim. Onların kütüklerden oluşan evlerinin önünde diğer kardeşleri vardı. Sağ kolumu havaya kaldırarak uzun bir şekilde “Höööt” diye bağırdım. Onlarda aptal aptal yüzüme bakıyorlardı. “Hey” nerede diye sorarken elimle kolumla işaretler ettim. İki gündür eve uğramadığını söylediler. Susuz kalmış çiçek gibi boynum büküldü. Yandaki ceviz ağacının gölgesinde güneş Çökelez Dağındaki Kızlar Sivrisini geçinceye kadar oturdum. Kardeşlerden birisi elindeki elma ile yanıma geldi. Bana elmayı uzattı. Önce almak istemedim. Alırsam belki konuşur diye elmayı aldım. İyi ki almışım Hey hakkında biraz bilgi verdi. Meğer Hey’i Karanlık Dereli birisi rahatsız ediyormuş, izini kaybettirip ondan kaçmış. Yakında gelecekmiş.

Artık her gün Killik’e geliyordum. Her gelişimde ağlamaklı bir şekilde hüzünlü olarak dönüyordum. Son gidişimden sonra geldiğini öğrendim. Kavuştuk. Bir sarıldık ki belki sarmaşıklar bile bu sarılışımızı kıskanırdı.

Bugün için buluşmaya karar verdik. Onu balçıktaki o gölete götürüp, güzelliğini bizzat dünya gözüyle kendisine gösterecektim. Doğal olarak ondan bahsetmedim. Gerçi bahsedersem hem sürpriz olmazdı hem de aynadaki görüntüyü anlatacak kelimeleri henüz bilmiyordum.

Kesik’te buluştuk. Sarıldık ve sadece yanaklarımızı dokundurduk. El ele tutuşup dereye doğru yürüdük. Balçık dik bayırlıydı. İki tarafında küçük tepeler vardı.

Sol taraftaki tepenin yanından Balçık’a doğru iniyorduk ki birden yanımızdan büyükçe bir taş yuvarlana yuvarlana aşağı indi; inerken de birçok çalı çırpı ve çiçeği ezip geçti, hatta yanında kendinden başka taşlarında adeta domino etkisi yapar gibi geçip gitti. Ne olduğunu bilemedik. Geriye dönüp yukarıya doğru baktım. Hayal meyal bir şeyin büyük bir çalının arkasına saklanır gibi olduğunu gördüm. Aklıma hiçbir kötülük gelmiyordu. Bu zamana kadar bilerek kimseye bir kötülük yapmadım. Bundan dolayı da kimseden bir kötülük beklemiyordum.

Balçık’a indik. Armut ağacının altındaki gölete geldik. Su pırıl pırıldı. Berrak suya bakmadan önce;

“Hey! Biliyor musun sen çok güzelsin” dedim. Yüzünü buruşturdu. Sağ omuzumdan tutarak;

“Höööt!” dedi “esas güzel olan sensin” deyip avuçlarıyla yanaklarımı okşadı ve zarif parmaklarıyla sakallarımı adeta taradı. Elinden tutarak gölete yaklaştırdım. Göletin kenarına çömeldik ve suya baktırdım. “Aaaa!” dedi. Gözlerini iri iri açarak gülmeye başladı. İki horoz ötümü suda görüntümüze doya doya baktık. Hem güldük hem de güzelliklerimizi göstererek beğendik. Parmaklarıyla kaşlarımı okşadı. Ben de işaret parmağımı dudaklarına götürdüm. Dudağının köşesinden başlayıp ortaya doğru ruj gibi sürerek gözlerini hafif kıstı.

Tam diğer yarısına geçerken arkamızda bir gürültü koptu. Ne oluyor diye arkaya dönüyordum ki birisi koşarak geldi ve başıma basıp göletin içine düştü. Onun ardından da kara kara iri kıyım dört domuz bizim üzerimize bastılar ve kendileriyle birlikte bizi de gölete düşürdüler. Bu gölet biraz derinmiş. Domuzlar yüzerek karşı kıyıya çıkıp; kendilerinden önce başıma basarak gölete düşüp can havliyle sudan çıkan adamın peşinde koşuyorlardı.

Başıma basıldığı için bir ara ne yapacağımı şaşırdım. Sudan çıkmak için bir şeylere tutunmak istedim. Neye elimi uzatsam beni taşımıyordu ve olduğu yerden koparak elimde kalıyordu. Ben, karabatak gibi suyun içine dalıp çıkıyordum. Güzel kız, yani “Hey” sırtımdaki ayı postundan tutarak, kıyıya doğru çekerken; denize düşen yılana sarılır derler ya, ben de yılana değil, güzel Hey’e el attım. Elime yuvarlak bir şey geldi. Kolunu sandığım bu yer meğer kolu değil sol göğsüymüş. Kendine beni çekti. Elimin şiddetli tutuşundan göğsünü kurtardı ve yüzünü yüzüme dayayıp, suyun içinde dudaklarımdan öptü. Aklım başımdan gitti.

Göletin kenarına Hey ile beraber çıktık. Burası biraz gerçek olmadı, hakikati ise güzel Hey beni çekip çıkardı. Armut ağacının dibine oturttu. Bir müddet sonra domuzların önünden kaçan adam, domuzları atlattıktan sonra yanımıza geldi. Meğer ona tutkun olan Karanlık Dereli o genç bizi gizli gizli takip ediyormuş. Takip ederken görünmemek için çalıların arkasına hatta içine saklana saklana geliyormuş. Tepedeki bir çalının gizlediği yere yuva yapmış olan domuz kolonisini; özellikle yavrularını rahatsız etmiş. Erkek domuzlar da birleşip, bizi takip eden yaramaz adamı tepeden aşağıya doğru kovalamışlar.

Bu esnada kaçarken adam, bizi suyun kenarındaki kaya parçası sanıp üstümüzden atlamak istemiş ama sonuç sizin de bildiğiniz gibi bu sayede ilk defa çok beğenip aşık olduğum Hey’i öpmüş oldum. Armut ağacına sırtımı dayayıp yumruklarımı göğsüme vurarak ünü boydan birkaç kez “Höööt!” diye bağırdım. Kızın beni nasıl sevdiğini gören Karanlık Dereli genç, bu narama “Hoooşt” diye cevap verdi. Onunla artık arkadaş olduk. O zamanlar yiğit yiğidin nasibine atılmazmış. O tepeyi aşınca;

“Höööt” diye bağırdım “Ve aşk başladı” deyip sarışın güzele sarıldım. O gece dolunaydı. Herkes Avdal Tepesinde ayrı ayrı kümelere ayrılmış olanlar fikirlerini tartışmışlar. Bizim Hoooşt’tan işittiğimize görevli dolunay iki kere gelince seçim yapılacakmış. Seçim nevin nedir, nasıl olacak, ne seçilecek bilmiyorum ama benim acilen bir mağara bulup sarışın güzelle yerleşmemiz lazım. Çok işim var çok

YAZARIN DİĞER YAZILARI