Oldukça sert bir söylem değil mi? Ama bana ait değil bilesiniz. Hem ben kiiim, yök’ü yok etmem ne mümkün!
Akademisyen olmadığım için doğrudan saha içerisinde yaşanan problemleri dile getirmemin mümkün olamayacağını düşünmenizi hatırlatarak, Yükseköğretime ait sorunları da kendimce dile getirip ‘eğitim sorunları’ dosyamızı kapatmak istiyorum.
Aradan kırk yıl gibi azımsanmayacak zaman geçti ve artık başlıktaki beyanları duymuyoruz! Oysa 80’ler ve 90’larda bütün siyasi liderler seçim bildirgelerinde yök’ü kaldırmayı halka vaat ediyor ve mitinglerinde işte o -bana ait değil!- dediğim, başlığa taşıdığım keskin ve sert söylemi dile getiriyordu. Çünkü 12 Eylül 80 askeri darbesi sonrasında kurulmuş antidemokratik bir kuruluştu! Şunu hemen belirtmeliyim ki, şimdilerin sosyal medya aracılığıyla yapılan iletişim, o mecra üzerinden oluşturulan baskı ve kısıtlama veya kapatmaya yönelik atılmaya çalışılan adımlarda olduğu gibi, o dönemlerde de halkın pek çoğu yök’ün ne olduğunu bilmiyordu. Özellikle yaşlı kesimin umurunda değildi!
Peki YÖK (Yükseköğretim Kurulu)’ün antidemokratik niteliği nereden geliyordu? Biraz buraya açıklık getirelim:
Kenan Evren başkanlığında askeri heyetle gerçekleştirilen 1980 darbesinden önce tam bağımsız olan üniversitelerde rektörler, -demokratik ve bilime müdahaleyi kabul etmeyen anlayıştaki tüm ülkelerde olduğu gibi- varsa ‘ordinaryüs’ unvanlı, yoksa prof unvanlı hocalar arasından, kendi kurullarındaki hocaların oylamaları ile iki yıllığına seçilerek göreve gelirdi! Haliyle bu şekilde göreve gelen rektörler, kimseye minnet duymaz ve kimsenin önünde takla atmak zorunda kalmazlardı! Buradaki kimse’den kasıt, askeri ya da siyasi despotizme dayalı otoritedir. Çünkü bilim insanının özelliklerinden en bariz ve en sıradan kabul edilen özelliği, ‘otoriteye boyun eğmemek ve asla her koşulda otoriteyi desteklememektir.’ Ne acı bir durumdur ki kutuplaşma sonucu, bu basit özellik bile bugün bir kesimce kahramanlık, diğer kesimce hainlik olarak lanse edilmektedir! Akademia içinden veya dışından sağduyulu ve demokrat her insanı, bu ayrışma üzmektedir oysa…
Üzülerek belirtmek gerekirse seçimle göreve gelme ve bağımsız olmaya dayalı bu demokratik haklar ülkemizde iki kez ortadan kaldırıldı! İlki 80 askeri darbesinden sonra idi. İkincisi de 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra…
12 Eylül Askeri darbesini meşru göstermeye çalışan askeri vesayet, üniversite öğrenci olaylarını ve hocalarını ülkeyi darbeye götüren koşullar arasında gösteriyordu! Doğal olarak darbe sonrası o alana yönelik adımlar yök’ün kurulması ile atıldı ve tepeden aşağı bir dizayn gerçekleştirilmeye başlandı.
İlk Yök Başkanı da, artık akademik titr olarak kullanılmayan, ‘Ordinaryüs’ unvanlı Prof İhsan Doğramacı olmuştu. Akademia camiası, mesai arkadaşları, üniversite hocaları ve aydın kimseler tarafından, haklı olarak, kendisine aşırı yükleniliyor acımasızca eleştiriliyor olsa da o sırtını asker kökenli otoriteye yaslamış olmanın rahatlığı içindeydi. Bu tavır bilim ahlakına aykırıymış, bilim adamı özelliklerine ait değilmiş, onlar Doğramacı’nın umurunda değildi ve tabiri caizse akademik kadroda dilediğini doğruyor, dilediğini tırpanlıyor, dilediğini cilalayıp şekillendirerek yükseltiyordu. Akademik camiada masonik yapılaşma o dönemde olduğu kadar hiçbir zaman parlatılmamış ve kadrolaşmamıştı! Ondan rövanş almak için Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde de dindar kadrolaşma yapacağız diye cemaat ve tarikatların önü açılmaya başlandı.
O devrin sessiz sedasız sızıntı ekibi günümüzün ise Fetö’sü, son derece bilinçli ve planlı bir şekilde aralanan o kapıdan içeri dalarak üniversitelere yerleşmeye başladı.
Ve sıkı durun ‘Özel Üniversite’ diye adlandırılan, ilk Vakıf Üniversitesi “Bilkent” de 1984 yılında kurulmuştu! İhsan Doğramacı’nın zatı alilerine ait idi! Enteresan değil mi?
Doğramacı, o dönemde Yök’ün antidemokratik ve darbe ürünü bir kurum olduğunu söyleyenlere, kendisi ısrarla antidemokratik olmadığını, üniversite hocalarının özlük haklarını düzenleyecek bir üst kuruluş olduğunu izah ederek savunurdu!
Gerçi 1982 Anayasası’nın Yükseköğretimi düzenleyen ilgili maddelerine göre (130, 131 ve 132. Maddeler) sonradan kurulan ve antidemokratik olan YÖK yasası gereği yapılan seçimler, asla darbe öncesi seçimlerle aynı değerde değildi. Özellikle sonucun işletilmesi aşamasında, demokratik teamüllerden fevkalade uzaktı. Çünkü demokrasi gereği en çok oy alan aday, rektör olarak atanmıyordu. Yök tarafından onunla birlikte, içinde en az oy alan adayın bile yer alabileceği, -üç isim- Cumhurbaşkanına teklif ediliyordu. Cumhurbaşkanı da o üç aday arasından birini rektör tayin ediyordu. Ve en çok oy alan adayın atanmadığına, daha az ya da en az oy alan adayın bile rektör atandığına çok kez tanık olmuştuk ülkemde! Komediyi görüyor musunuz?
Bir darbeyle akademiye sızan ekip, büyüdükçe büyüdü. Devlet üniversitelerinde kadrolaşma yanında kendi üniversitelerini kurdu. 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde Fetö’ye ait 15 üniversite olduğunu hatırlatmak isterim. Ve nihayetinde 2016 Yılı’nın 15 Temmuz’unda kendileri darbeye kalkıştı. O teşebbüs sonrası ilan edilen ohal (olağanüstü hal) kararları neticesinde ise rektörlük seçimleri komple iptal edildi.
Daha sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye adlandırılan kamu yönetim anlayışındaki tek adam iradesine teslim edilen idari anlayıştaki sıkıntılar, takdir edersiniz ki, yükseköğretim alanında da artarak kendini göstermeye başladı. Bir gece yarısı KHK’sı ile üniversite dışından kayyum rektör atamalarına tanık olmuş olduk!..
Ondan sonra:
-Neden dünyanın en iyi 100, en iyi 500 üniversitesi arasında üniversitemiz yok?
-Neden dünyanın en iyi 1000 üniversitesi arasına sayılı birkaç üniversitemiz giriyor?
Diye hayıflanıp duruyoruz…
Hemen aranızdan ‘hocam rektörlerin seçimle gelmesi mi o sıralama sorununu çözecek?’ diyenleriniz çıkacaktır. Kuşkusuz ki bunca birikmiş problemin yanında o adım, sorunu hemen çözmeyecek ama atılması gereken en önemli adım olacaktır derim. Çünkü akademik kadrolarda görev alma ve görevde yükselmedeki ahbap çavuş ilişkisine dayalı kadrolaşmanın önü kesilecektir.
Bugün hem siyaseten hem bürokraten aile çiftliğine dönüşmüş üniversitelerimiz var. Kızını oğlunu, gelinini damadını, ikinci dereceden akrabalarını kadrolara yerleştiren rektörlerin görevde olduğu üniversitelerimiz var maalesef! Nerede liyakat? Neden hak edenler o görevlerde kadro alamıyor? Onlar bu ülkenin insanı değil mi? Bilim alanında bu kayırmacılık ve torpil olursa artık ülkemdeki kokuşmuşluğu ne dezenfekte edebilir? Bilim alanında torpil ve nepotizm, tuzun kokması değil de nedir?
Ondan sonra:
-Neden ulusal bilim yayınlarımızda azalma var?
-Neden uluslararası bilim dergilerinde tek bir makalesi dahi yayınlanmamış prof’larımız var?
-Neden bilim insanlarımızın tez ve yayınları intihallerle dolu?
-Neden bilim ahlakından önce insanlık etiğine aykırı olan ‘hırsızlık’ bilim alanında alıp başını gidiyor?
-Neden adrese dayalı akademik kadro ilanları ve tahsisleri yapılıyor?
Diye hayıflanıp duruyoruz!
İşte bunca yaşanan olumsuzluklara ve bunların siyasilerce biliniyor olmasına rağmen, her platformda ve her koşulda o alanda değişiklik yapmayı vaat eden siyasetçiler, ne hikmetse iktidara geldiklerinde hiç oralı olmazlardı.
Cumhurbaşkanları, yök üzerinden, bilim insanları üzerinde kendisine tanınmış olan hakları(!)ndan özellikle vaz geçmek istemezdi.
Mevcut Cumhurbaşkanımızın geçmiş konuşmalarında ya da üniversite paydaşlarıyla yaptığı söyleşilerinde arşiv taraması yapılsa, emin olun, yök’ün kaldırılmasına yönelik onun vaatlerine bile rastlanılacaktır. LGBT haklarına yönelik sözleri dahi piyasada döndürülürken, kimse o alanda bir arşiv taraması yapmıyor! Çünkü artık kanıksandı.
O nedenle Prof Melih Bulu’nun üniversite dışından rektör atanmasına itiraz eden Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyelerinin dik duruşu ve nöbet eylemleri marjinal gösteriliyor! Üniversitelerine ve hocalarına sahip çıkmak için var gücüyle çaba sarf eden ve kendi kampuslarında dahi eylem yapmalarına müsaade edilmeyen, polisle karşı karşıya getirilen öğrenciler hain ve terörist ilan edilerek sindirilmeye çalışılıyor ve dirençleri kırılıyor. Akademik başarısı ve sıralamadaki yüzdelik dilimi en yüksek olan öğrenciler olmalarına rağmen Boğaziçili öğrenciler, dört yıllık fakülte mezunu olduğunu kanıtlayan üniversite diploması bir türlü bulunamayan Cumhurbaşkanı başta olmak üzere iktidar mensupları, siyasi ortakları ve medya kalemşörleri tarafından ülkeyi kaosa sürükleyen kesim olarak gösterilmeye çalışılmadı mı? Ve bu algıda başarılı olundu da.
Bugün Boğaziçi hocalarının güneş, yağmur, soğuk, sıcak hava koşullarına rağmen devam ettirdiği nöbet eylemlerinden kaç kişinin haberi var? Ailelerince ve hocalarınca uyarılarak kendi geleceklerinin karartılmaması için öğrenciler sessizce o alanlardan çekilmediler mi?
Yaşanan bunca antidemokratik uygulamaya, hukuksuzluk ve haksızlığa karşı protestolar neden yapılıyor? Yök yasası ve onun otoriteye sağladığı adil olmayan antidemokratik haklar yüzünden! Peki niye lokal ve kısıtlı sayıda hatta sadece Boğaziçi Üniversitesi’nde kaldı? Çünkü böl parçala yönet taktiği ile diğer üniversitelerdeki direnişler peyder pey kırılarak bugünlere gelinmişti zaten. Öyle olunca hak arayışında bulunanlar, kabak gibi meydanda kaldı ve kamuoyu nezdinde ihanet şebekesi konumuna düşürüldü.
Yök başkanı, yönetim kurulu üyeleri, rektör, dekan, müdür, genel sekreter gibi görevler siyasetle dirsek temasında bulunan, parti kontenjanlarından milletvekili ya da adayı olanlara tahsis edilir oldu. Hatta seçilemeyeceğini bilse dahi, aday adayı olarak iktidar partisinden gözükmek ve bir şekilde makam mevki kapmak isteyen, ileride bir şekilde -idari kadrolarda yer edinirim- beklentisi ile suya sabuna dokunmayan akademisyenlerin türemesi sonucu, süreç içindeki taşlar önceden döşendi. Ve kalktı ortadan liyakat, geldi çok yaşayası(!) sadakat…
İşin garibi ortalık -devrinin saygın ilim adamı, akademik anlamda duayen hocası ve günümüz muadili profesörü- kabul edilmesinde kimsenin tereddüt etmeyeceği İmam-ı Azam için “Saray’ın sofrasında yemek yemedi. İdamla tehdit edilmesine rağmen, ömrünü zindanlarda tamamlama pahasına Saray’a biat etmedi biliyor musunuz?” diyenlerle dolu…