Zaferlerle dolu şanlı tarihimizin serlevha aylarından birisidir Ağustos! Ve ardından o şanlı duvarımızı süsleyen ikinci levha Eylül!..
Anadolu’yu yurt edinmek üzere, Sultan Alparslan ile 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’ten açılan kapılar; yaklaşık yüzyıl sonra Bizanslılarca, Türkleri Anadolu’dan çıkararak tekrar yüzümüze kapatılmak istenmişse de hevesleri kursaklarında kalmıştır. 17 Eylül 1176’da bu defa şanlı komutanımız II. Kılıç Arslan tarafından adeta, “Burası bir Türk Yurdudur! O kapı bizim değil, sizin yüzünüze kapatılacaktır!” diye Miryokefalon Zaferiyle tüm dünyaya ilan edilmiştir. Ruhları şâd, mekanları cennet olsun…
Tarihte kurduğumuz, sayısı tartışmalı olan, yirmi iki veya Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlarla sembolize edildiği şekliyle, on altı kabul edilen devletlerimizin kuruluşu ile övünürken bir o kadarının neden yıkıldığı ve yine başka bir Türk devleti/milleti/beyliği tarafından yıkıldığı gerçeğini hep ıskalarız, ta ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluncaya dek!
Türkiye Cumhuriyeti, -bağışıklığı zayıflamış bünyeye en küçük mikrobun öldürücü olabileceği- gerçeğinde olduğu gibi, hasta adam olarak ilan edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun başına çöreklenmiş sömürgeci, müstemleke güçlerin Sevr ile parça pinçik edildiği dönemde iç ve dış düşmanları alt ederek kurulmuş bir devlettir. Hem de bütün mazlum milletlere, onları özgürlük ve hürriyete götüren yollarının umut ışığı olarak küllerinden doğup bütün dünyaya bağımsızlığını ilan etmiş bir devlet olarak!..
Elbette baş mimarı; bugün siyasi ve bürokrasi resmi otoritelerce saygı, minnet ve rahmetle anılmaktan imtina edilen veya milletin gönlünden sevgisi silinemediği görüldükçe çılgına dönerek konjonktürel bir tutunacak dal gibi görülüp ihtiyaç duyuldukça yapışılan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
(Allah ondan ebeden razı olsun ve mekanı cennet olsun. Bu dua ve yakarışımı bütün içtenliğimle söylüyor ve yarın huzuru ilahide onu kafir ve din düşmanı olarak gösteren sözde alim, hoca, lider, şeyh, veli, her ne varsa topu tüfeğinin nasıl pespaye ve paçavra konuma düştüklerine tanık olacağımızı buradan bir kez daha ilan etmek istiyorum!)
Türkiye Cumhuriyeti, Türk ırkı veya milleti olarak, başka bir Türk devletini yıkıp yerine kurulmamış bir Türk Devleti olmasına rağmen, cehaletin zirveye taşındığı cahillerin ferasetine güvenilip sığınıldığı günümüzde, Fesli Kadir’lerin uyduruk tarihi ile “Mustafa Kemal Atatürk, sanki Osmanlıyı yıkmış da, İngilizlerin koltuğu altında Türkiye Cumhuriyetini kurmuş!” gibi gösterilmektedir. Oysa o, ekibi ve inanmış silah arkadaşları ile manda ve himayeyi kabul etmediği gibi, içerden destek veren sözüm ona din baronlarını da yok ederek, genlerimizde var olan ama hep baskılanıp dip derinliklerde küflenmeye bırakılan hür ve bağımsız yaşama irademizi su yüzüne çıkarmıştır. Tanrı adına kandırıldığımız gerçeğini de fark ederek, dindar ile dinci ayrımını çok iyi yapabilmemizin turnusol kağıdını bilim, akıl ve vahiy eksenindeki örtüşme ile test edebileceğimiz gerçeğini elimize vermiştir.
Hem emperyalist sömürgecilere, hem de din sömürgecilerine karşı bizi ayıltarak sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve inanç alanlarında -manda ve himayecilik zihniyetini- ortadan kaldırmıştır.
Nasıl rahmet okumayayım, nasıl minnet duymayayım, nasıl saygı göstermeyeyim? Aksi halde dilim lal olur, kalbim durur, kanım donar! Varsın birileri anmasın. Onu ananlar, anlamış olanlardır. Anmayanlar ise anlamayanlar ve ısrarla anlamak istemeyenlerdir zaten…
Anma ile anlama arasındaki farka özellikle dikkat çekmek istedim ki, sadece tarihsel zaferlerle övünüp geçmişte kalmak hamaset doğurur. Kaldı ki bu yaklaşım, Neo-Osmanlıcılık Akımı doğurarak, elde musaf ve bayrak sallayıp, malı götürme realitesini doğurdu. Dikkat edin, ipte oynayan cambaza baktırılarak soyuluyoruz. Varımız yoğumuz, servetimiz ve zenginliklerimiz talan edilerek yok ediliyor. Çoluk çocuğumuzun geleceği çalınıyor. Gençlerimiz geleceğe dair plan yapamaz hale gelmiş, onların hayalleri bile çalınırken, halk suni gündemlerle manipüle edilirken; kimse kusura bakmasın milletin gözüne zafer ışıkları, zaferin yüzüncü yılı yüksek voltajları tutarak okurlarımın gözünü kamaştırmak veya kör etmek isteyemem!
Olaya sadece o cepheden bakarak siz değerli okurlarıma bir sunum yapmak, bu ülkeyi bize yurt yapan atalarımızın “Geleceğimizi emanet ettiğimiz bir eğitimci olarak hiçbir şey anlamamışsın. Yazıklar olsun, -tüüü- sana!” diyerek yüzüme tükürecekleri hissiyatımı ağır bastırıyor. O halde ne onları mahcup eder ne de boyunlarını büktürürüm! Filhakika kurtarıcı beklemeden mücadelemi verir, o uğurda gençler yetiştiririm ve ne yüzümü kızartır ne de kendime tükürtürüm!
Giyim kuşam ve yaşam tarzı üzerinden kadını aşağılayan, toplumda zerre kadar karşılık bulmamasına rağmen açık-kapalı ayrımcılığını körükleme! Sürekli mağduru oynayan ve kendisi gibi düşünmeyen hiçbir kesimin hak arayışı yanında olmadan, herkesi kendilerinin yanında olsun isteyen tipler üretme moda oldu.
Ne utanan, ne övünen ve ne de nemalanan birisi olmadığımı deklere eden bir İHL mezunu olarak, dincilerin ipliğini pazara çıkarmak ve dincilerden uzak durulması için çokça çaba sarf eden, sapına kadar bir dindar kardeşiniz veya ağabeyiniz olarak, o akıntıya asla kapılmayacağım! Ve çocuklarını yanından yöresinden geçirmeyip yabancı kolejler başta olmak üzere, diğer okullarda okutup, bana göre sayısal ve nitelik açıdan derhal güncellemeye tabi tutulması gereken okullar olarak karşımızda duran İHL’lere güzelleme yapanların arka planlarını da göstermeye çalışacağım! Onların derdi ne imam, ne hatip, ne din, ne diyanet! Onların tek derdi para, makam, mevki ve şöhret! Tek adam anlayışına evrilmiş olan ülke yönetiminde, İHL mezunu olduğu için Reisicumhur’a bağlılık ve sadakat göstergesi fotoğrafı verebilmek. Ardından maddi manevi kazanımlarına ve saltanatlarına devam edebilmek! Emin olun Sayın Erdoğan, başka bir lise mezunu olsaydı bu defa rota oraya çevrilecekti. Lakin asla burası kadar mümbit arazi olmayacaktı!
Hiçbir farkları olmamasına rağmen sadece yetki ve güçleri elinde olmadığı için IŞİD gibi davranamamış olan ama “Selefi akımlar tehlikeli, biz ciciyiz. Biz onlardan değiliz!” şeklinde gerçek yüzlerini gizleyerek mesajlar veren tarikat ve cemaat yapılaşmalarının açıklamaları ortada değil mi? Resmi, gayri resmi önderlerince açıklanan “Namaz kılmayanın öldürüleceği!” beyanatları için neden yargı kılını kıpırdatmaz? Silahlı poz verenlere, apartmandan -en az on kişiyi götürürüz- diyenlere, siyasal bir oluşum olan mezhepleri dinleştirmiş olan sünni anlayışın müdavimleri, İslam’a değil ama kendilerine aykırı açıklama yapan ilahiyatçılara neden bu ülkeyi dar eder? Ülkeden kaçıp gitmelerine sebep olunur? Niye onlar için yargının kılı kıpırdamaz?
Süleyman Soylu’nun, Binali Yıldırm’ın ve nihayetinde Tayyip Erdoğan’ın maddi manevi koruma zırhı altında “Nasıl olsa bize bir şey olmaz!” rahatlığı ile her alanda ülke soyulmuş soğana çevrilmiyor mu? İçerde ve dışarda itibar kaybına uğramıyor mu? Politik anlamda bir o yana, bir bu yana savrulmak zorunda kalmıyor mu?
Dini, vatanı, namusu, bayrağı ve ne kadar mukaddesat varsa onları dilinden düşürmeyen iğrenç ve aşağılık tiplerin, deşifre edilen kasetlerle, birer birer Survivor adasına veda eden yarışmacılar gibi devre dışı kaldıklarına tanık olmuyor muyuz? Yargı harekete mi geçiyor? Koskoca içişleri bakanı “Savcılar beni çağırsın mafya liderinden aylık 10 bin dolar para alan siyasetçiyi açıklayayım.” diyeli kaç ay oldu?
Ruhsar Pekcan, pandemi döneminde eşine hem de yeni kurdurduğu dezenfektan firmasından kendi bakanlığına normalden daha pahalıya fatura ettirerek milyonlarca liralık malzeme aldıran bakan olarak görevden azledilmedi mi? Peki ardından yargı harekete geçti mi, ne oldu o kadın bakana?
Yersen, Şarkıcı Gülşen’in hakareti ile ilgilen! Tutuklanmasına oh çek öyle mi? Hukuku da katleden bir karar oysa. Bal gibi serbest bırakılacak ve gerekirse parasını yine biz garibanların ödeyeceği kaçınılmaz olan, devleti tazminata mahkum ettirecek. Şahsi menfaatler uğruna masaya sürülen bu operasyonda amaç ne o zaman? Toplumu yine ayrıştırmak, karşı cepheye göz dağı vermek, muhalifleri sindirmek ve kendi tabanını konsolide etmek!
Kimsenin adını sanını duymadığı Zehra Taşkesenoğlu, Serkan Taranoğlu, Salih Orakçı, Ali Fuat Taşkesenoğlu, Mine Tozlu Sineren adlı iş kadınına kumpaslar kurarak nasıl rüşvet tezgahına oturtmuşlar? AKP milletvekili Zehra Taşkesenoğlu, nasıl oluyor da rektör olan kocası Ünsal Ban’a 70 milyonluk tazminat ile boşanma davası açabiliyor?
Biz bunları suç örgütü lideri diye anılan ama bal gibi devletin veya devleti yönetenlerin bir elemanı olarak kullanılmış ve şimdi oyun dışı bırakılmaya çalışıldığı için elindeki bilgileri açığa döken Sedat Peker’den mi öğrenecektik? Bunları öğrenince Sedat Peker’i pirüpak mı kabul edeceğiz? Bu ülkenin onurlu ve şerefli vatandaşları medya, yargı, siyaset ve bürokrat anlamında bu kadar kirlenmeye hiç maruz kalmış mıydı? Susurluk skandalına bile rahmet okuttular be!
Başarısız bir darbe veya kalkışma girişimi ile fetö örgütünün bütün mal varlığı devletin eline geçmiş olmasına rağmen, fetö mal varlıkları hazineye aktırılmak yerine, asıl fetöcüleri yetkili ve etkili makamlara getirerek, onların o -elleri mahkum- durumlarından yararlanarak kurulan tuzaklar ve kumpaslarla, neden belli vakıf veya şahıslara aktarılıyor?
Başarılı darbeler, antidemokratik ortam nedeniyle, yapanlar lehine çıkar sağlamaya sebep olduğu için ekonomik açıdan da ülkeleri geriye götürürken; nasıl oluyor da başarısız bir darbe girişimi ülkemizi geriye götürüyor? Bunu izah edebilecek bir babayiğit çıkabilir mi?
Rüşvet ve soygun çeteleri, -kümesin anahtarının tilkiye teslim edilmesi- misali üst düzey bürokrat ve Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı’nı da içine almamış mı? Cumhurbaşkanı ve Başbakan(eski) danışmanları, milletvekili, komisyoncu ve iş takipçisi zinciriyle rüşvet zinciri Saray’a uzanmış, hatta resmen kurdukları organize ağla Saray’ı abluka altına almışken nerede bu savcılar? Niye harekete geçmez veya geçemez? Türkiye Cumhuriyeti Savcıları, şahsım savcıları mı oldu yoksa?
Bağımsızlık ve özgürlüğümüzü bize bahşeden atalarımızın yüceliği ile övünüp durmak, bize asla bir şey kazandırmayacakken; o değerlerimize sahip çıkamamak, bizim heybemizde duran gelecek nesillerimize aktaracağımız en büyük utancımız olmayacak mı?
Özellikle festivallerin engellenmesi, toplu eğlence, mezuniyet programları iptali, gençlerin spontane olarak slogan atmalarından çekindiklerini aşikar kılmıyor mu?
Çok değil daha birkaç ay öncesinde hem de bağımsız ve tarafsız bütün milletin başı, cumhurun başı ve reisi olan Sayın Cumhurbaşkanı bir kesim kadınlarımızı hedef göstererek onlara “sürtük” demedi mi? Bu hakaret değil mi? Hani herkes kanun önünde eşitti ve bu Anayasal bir haktı?
Özür dilemiş olmasına ve aylar öncesinden söylenmiş olmasına rağmen, imam hatiplere hakaret içerikli sözler sarf etmesi üzerine Sanatçı Gülşen’in tutuklanarak cezaevine konulması için yargının anında harekete geçmesi gözlerimiz yaşarttı! Karıncanın hakkını bile yedirmeyiz, hassasiyeti güdüyor helal olsun yargımıza mı diyeceğiz? Yoksa herkese lazım olan o adalet terazisinin, bir gün ayarını bozanları da tartacağını mı hatırlatacağız? Korkarım o zaman onlara yapılacak ayarsızlıkları dile getirmek de yine bize düşecek!
Sadece bir gün hendekten karşıya atlarken refleksle kuyruğu havaya kalkmış koyuna;
-Aaa kıçını gördüm! Ne kadar utanmazsın?
Diye kuyruğu hep havada ve kıçı her daim açıkta olan keçi dalga geçmiş iyi mi?
Sahte diplomalı, diplomasız herkesin hak etmeden yönetici yapıldığı, her türlü hukuksuzluğun ayyuka çıktığı, dört beş maaşla kul hakkına giren zevatın din hassasiyeti, imam, hatip, türban hassasiyeti gösteriyormuş yemleri ile bizi oltalarına takmalarına müsaade etmeden serlevha bir Ağustos ayımızda iki gün sonra Baş Komutanlık Meydan Muharebemizin yıldönümünü ve 30 Ağustos Zafer Bayramımızın yüzüncü yılını kutlayacağız. Canı gönülden kutluyorum ve nice yüzyıllara inşallah diyerek dua ve niyazda bulunuyorum.
26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz, 9 Eylül’de Türk Askerinin İzmir’e girmesi ve 18 Eylül’de Yunan askerinin tamamen Anadolu’yu terk etmesiyle nihayete erdirilmiştir. Dikkat edin yine bir Ağustos kadraja giriyor, Çanakkale Savaşı cephesinde görev yapan Atatürk’ü, 10 Ağustos 1915’te Conkbayırı’ndaki şarapnel parçasından köstekli bir saatin korumasıyla bu millete bağışlayan Yüce Rabbimize hamdü senalar olsun ki, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Kurtuluş Savaşı taçlandırılıp bu topraklarda ebet müddet kalıcı olduğumuz tescillenmiştir! Yetişmiş ve kalifiye insanlarımızın ülkemizden göç etmek zorunda bırakılarak, asla entegre olamayacağımız sığınmacı tayfasının ülkeye doldurularak sessiz istila edilmesine de karşı olduğumuzu beyan ederek, o tescile sonuna kadar sadık kalacağız evelallah…
Adem KURUN 2 yıl önce
Hayati Yaman 2 yıl önce