Kapalı toplumlar en küçük birimi olan aileden tutun, en büyük birimi olan millete kadar; sosyal dokularında gizemi, gizliliği, üst akılı, aile reisini, derebeyini ya da modern tabirle kanaat önderini kutsar derecede sever ve saygı duyar. Bu durum, toplumda Buzdağının bir görünen, bir de görünmeyen yüzünü dikkate almayı zorunlu kılar…
Tepeden aşağı doğru dizaynı gerektiren bu zihniyet, yönetim modeli olarak devlet örgüsü içine girdiği anda, bu defa devlet kutsanır ve neredeyse tanrılaştırılır. Bu defa tanrılaştırılan devlet adına gizli faaliyetler yürütmek, sevap getirisi yüksek olan ibadet olarak algılanır. Sosyal doku olarak toplumun çoğunluğu ona hazır hale getirilirse, o zaman yaşasın gizli ibadetler, gelsin sevaplar…
Öte yandan, bin yıllık devlet kurma tecrübemizin vecizesi olarak “İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın!” kuruluş imgesi de dillerden düşürülmez… İşte “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” türünden garabet, tam da burada başlar!
Devlet dediğimiz soyut olgu; topraklarını habitat edinip, adına yurt ya da vatan dediğimiz evimizde simge, kurum, kuruluş ve yasaları ile somutlaşır. Bizi koruyup kollayan, sarıp sarmalayan, şefkat ve merhametle kucaklayan gerçekliğimiz olmalıdır. Biz yoksak boş bir salyangoz kabuğu, varsak anlamlı ve koruyucu kalkan olan Devlet; Adalet başta olmak üzere kurum ve kurallarıyla var olmalıdır.
Devlet evimizin kirişi, kolunu, dış cephesi, sıvası, enerji kaybımızı önleyen mantosu, yağmurdan yağıştan, fırtınadan boradan ve dahi güneşten koruyan çatısı olmalıdır. Evimizin iç mekanlarını ise ortak değerler etrafında kenetlenmiş millet olarak zevkimize göre barış, huzur, kardeşlik ve güven içerisinde biz düzmeliydik.
Üzülerek belirtmek gerekirse, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yakalanan o iklimi, bir daha yakalayamamışız! Bu, bir realite olmasına rağmen bir iddia olarak kabul edilebilir ve zatım ispata davet edilebilir. Çünkü ayarlarımızla o kadar oynandı, kodlarımız o kadar bozuldu ve bünye operasyonlara o kadar açık hale getirildi ki anlatamam! O nedenle ispat daveti mutlaka gelecektir diye düşünüyorum. Lakin konu, müstakil bir sunum gerektirir derim. Ve esas konumuza kaldığımız yerden devam etmek isterim.
Faili meçhul cinayetler, suikastlar, kumpaslar, yasadışı takip ve dinleme izleme operasyonları, özel hayata dair fuhuş tuzakları ile satın alınmış ve kuşatılmış siyasetçi ve bürokratlar, devlet adına iş tutan çeteler, itibarlı mafya örgütleri ve konjonktür gereği mafya liderlerinin konum değiştirmeleri, gazeteci satın almalar ve dilediğince algı yönetimi ile halkın manipüle edilmesi, … Daha neler sayayım Allah aşkına!
Lütfen aklıselim ile düşünün ve aşağıda sıraladığım sorularıma öyle cevap verin!
-Şeffaflık ve Adaletin baş tacı edildiği bir ülkede yukarıda saydığım, Aysbergin okyanus derinliklerine gömülmüş yüzü olarak görebileceğimiz olaylar gerçekleşebilir mi?
-Şeffaflık olmadığı için devleti yönetenler kendilerini devletin yerine geçirip, kendi bekalarını korumak adına bu eylemleri yapıyor ya da yaptırıyor olmaya! Sonuçta devletin bekası için evlat ve kardeş katline fetva üreten bir nesilden gelmiyor muyuz?
-Sadi Şirazi’nin dediği gibi “Hükümdar göz yummazsa, eşkıya kervan basamaz!” sözü, halen ülkemde geçerliliğini sürdüren başucu levhası bir tespit değil mi?
-Bir ülkede faili meçhul bir cinayet olabilir mi? Varsa orada yetkili bir kısım siyasi, emniyet, askeri, yargı alanında bürokratların, açık gedik bırakmadan, o işin üzerini örtbas ettikleri aşikar değil midir?
-Hele kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalkıp, yetkilerin tek elde toplandığı; birbirini denetleyen ve çek eden kurumların denetim, öneri, soruşturma ve izleme fonksiyonlarının rafa kaldırılmış olduğu bugünkü atmosferde halkımız ve devletimiz içerden ve dışardan operasyonlara daha açık bir pozisyonda değil mi?
-Bu durumda siyasilerin, aydınların, kanaat önderlerinin halka -daha itidalli, daha dikkatli olması gerektiği yönünde- telkinlerde bulunması gerekmiyor mu?
-O zaman İçişleri Bakanının anlamsız bir şeklide olayları tırmandırması spontane gelişen bir olay olabilir mi?
-Ülkemizde çok yakın geçmişte yaşanan 15 Temmuz hadisesinin karanlık noktaları aydınlığa kavuşturulabiliyor mu? Meclis soruşturmaları dahi neden reddediliyor?
-İnsanlar o hususta ağzını dahi açamazken, fetö terör örgütünün altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet diye sınıflandırılmış olmasına rağmen neden ibadet kısmı çoluğu çocuğu ile hısımı akrabası ile birlikte tecrit edilip açlığa mahkum edilir ve hapislerde çürütülür? Tespit doğru iken cezalandırma neden yanlış işler?
-Neden ticaret diye adlandırılan orta kısmın mallarına çökülüp, aynı zihniyetin değişik isimle vücut buldurulmuş yandaş vakıflara aktarılması söz konusu? Bu mudur terörle mücadele? Fetöcülerin sermayesine el konulmuş olmasına rağmen, başarısız bir darbe nasıl oluyor da ülkeyi ekonomik çöküntüye sevk edebiliyor?
-İhanet kısmının ise bakan seviyesinden danışman ve siyaset üst kadrolarına kadar hükümetle birlikte iş tutulmasına neden müsaade edilir? Öyle değil mi, Fetullah Gülen ile fotoğrafı olmayan Bakan veya Genel Müdür olamıyor neredeyse! Bunlar, rastgele eylemler olabilir mi?
-Gezi olayları son derece masum bir eylem iken, istihbarat elemanlarının işin içine sokularak olayın kendi mecrasından çıkarılıp kutuplaşmaya ve siyasi ranta çevrildiğine tanık olmadık mı? Halen onun üzerinden sözde hukuki karar gibi gösterilip, bal gibi siyasi kararlarla toplum vicdanı kanatılmıyor mu?
Bunların hepsi encümeni danış, aksakallılar, üst akıl vs gibi adlandırılan “derin devlet” efsanesinin ürünü değil mi? “Her kim iktidara gelerek ülkeyi yönetmeye başlarsa, derin devletin hazırladığı o “kırmızı kitap” yetkililerin eline sunulur.” diye bir mit dolaşmıyor mu ülkemde? Oysa devlet şeffaf olmalı değil miydi?
Adalet terazisinin tartmadığı her uygulama devlet adına işlenen zulme imza atmaktadır. Adil olmayan gizli uygulamalar, halkı devletine karşı küstüren ve düşman üretmeye çalışan karanlık eylemler olarak belleklere kazınır. Buna, hiçbir gerekçe ile kimsenin hakkı olmamalıdır. Devletin dini Adalettir ve adalet her yöne işleyerek devlete güven yeniden tesis edilmelidir.
İsim vermeyeceğim ama siz sözlerin kime ait olduğunu araştırınca bulursunuz! Bir kaçını sizler için derlediğim sözleri, bu ülkede en üst makamda devleti yönetenler sarf edebildi maalesef!
+Devlet zaman zaman rutinin dışına çıkar!
+Devletimin bekası için kurşun atan da, yiyen de bizim için muteberdir!
+Kaza içinden kaza çıkarmayın!
+Açılım sürecinde barış ortamı zedelenmesin diye doğu ve güneydoğu illerinde PKK’nın hendek kazmasına göz yumulması emrini ben verdim ben! Daha sonra devir değişince de o olaylara, valilerimiz göz yumdu!
+Tatbikat amaçlı uçakları kaldırıp, Suriye sınırı ötesine birkaç bomba salladık mı, savaşın meşruiyeti doğar!
+2015 seçimleri sonrasında Ankara Gar binası önündeki patlamanın perde arkasını anlatırsam, bazı siyasilerin sokağa çıkacak yüzü olmaz!
Onun için önümüzde bir seçim var ve pek çok kontrolsüz olaya gebe! Allah muhafaza, istenmeyen olayların yaşanabilme olasılığı çok yüksek. Birileri bundan çekinmiyor ve gözünü kırpmadan fitili ateşleyebiliyor. Yukarıda saydığım örneklerle bu konuda bir hayli kirli bagaja sahibiz maalesef! Dikkatli, basiretli ve ferasetli olmanın tam zamanıdır.
Geleyim Ümit Özdağ meselesine:
Kendisi bir siyasetçi olmanın ötesinde, akademisyen bir kişi aynı zamanda. Hatta haklı olarak akademisyen kimliğini ön plana çıkarıyor ve zaman zaman yazdığı kitapları üst üste dizerek ölçüsünü alıp, karşısındaki kişinin boyunu aşacağını dile getirerek üstünlük de kuruyor! Kendisi strateji ve istihbarat uzmanlık alanları ile ilgili pek çok eser vermiş, pek çok istihbaratçı ve üst düzey emniyet mensubu yetiştirmiş birisi. Onlarca makale yayınlamış ve konferans vermiş birisi aynı zamanda! Bunlar karşısında kuşkusuz ki Ümit Hoca’nın yanında ben de cücük kalırım!
Lakin siyasetçi olması nedeniyle elbette söyleyecek sözümüz olduğuna inanıyorum ve sözlerimin bu anlamda olacağını hassaten belirtmek istiyorum.
Siyasetçiler tarafından işine geldiği gibi kullanılan bir konuya kendisi, “2011 yılında ABD’de PKK’lı yetkililerle -Devletim adına Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak- görüştüm!” diyor. Şimdi sorular sorarak akıl yürütelim yine…
-PKK ile en ateşli ve şahin görüntülü mücadele veren bir kişi olarak hanenizde kayıtlı bu olay, yine şeffaflık ilkesine aykırı bir durum değil mi?
-Siz akademisyensiniz. Üniversitede eğitim öğretim faaliyetleri ile ilgilenmeniz gerekirken neden siz görevlendiriliyorsunuz? Yok, Dışişleri Bakanlığı veya MİT görevlisi iseniz o zaman akademisyenim diye gözümüze far tutup bizi avlamayın, gerçekleri söyleyin lütfen!
-Bu durumda İmralı’ya Apo ile görüşmek ve mektupları getirilmek üzere giden Doç. Dr. Ali Kemal Özcan’dan bir akademisyen olarak ne farkınız var? Ya da o olaya nasıl bakıyorsunuz?
-Kendisi bir akademisyen değil ama örneğin Doğu Perinçek de karşısındakilere, “AB Parlamenterler Meclisi’nde Ermeni soykırımı yalanlarını tek başına bitirmiş adamım ben! Ülkem ve yurttaşlarım adına o kutsal görevi yapmış bir kişi olarak karşınızdayım. Sözlerinizi ona göre seçin!” diyor. Ona ne diyeceğiz?
-Mehmet Ağar, Susurluk davasından ceza aldığında cezaevine giderken “Devletim beni burada istirahate çağırdı. Onu tamamlamaya geldim. Ben ne yapmışsam devletim için yaptım diyordu!” Ona ne diyeceğiz?
-Susurluk kazasında devlet, siyaset, mafya aynı aracın içinden çıkmıştı! Ya da enkazın altında kalmıştı! Yurt dışındaki elçi ve ataşelerimizi suikastle öldüren Ermeni Asala örgütünü devlet adına çökertmiş olan Abdullah Çatlı, o mercedesin içindeyken de devlet adına iş tutan bir mafya lideri miydi?
-Yahu Sedat Peker, Alaattin Çakıcı bile “Devletin bekası için…” diyerek o sırlı, sihirli ve büyülü sözleri kullanıyor efendim bu memlekette! Onlara ne diyeceğiz?
-Günümüzde ise bütün illegal işlere bulaşmış kim varsa onlarla omuz omuza mücadele eden Süleyman Soylu kullanıyor o sözleri. Ona da en büyük desteği kendi partililerinden önce Devlet Bahçeli veriyor efendim! Ona ne diyeceğiz?
-“Devletin bekası!” diye o tılsımlı sözcüğe dört elle sarılarak yaşananlara sessiz kalınmıyor mu bu ülkede? Gençler başta olmak üzere halkı soğutma pahasına; din, iman, vatan, bayrak, ezan gibi ortak kutsallarımız siyasete alet edilerek şahısların ali menfaatleri uğruna o değerler aşındırılmıyor mu?
Biz şeffaf, gerçek anlamda hukukun üstün olduğu, Adaletin bağımsız yargıya teslim edildiği, kirli ve alengirli işlerin dönmediği, liyakat esaslı yönetim anlayışının hakim kılındığı bir ülke hayaliyle yanıp tutuşuyoruz. Başka da bir isteğimiz yok…
Zafer Partisi, ve ittifaklara yönelik siyasi etkilerini de bir sonraki sunuma ayırayım…
Adem KURUN 3 yıl önce
Hayati Yaman 3 yıl önce