Bir köylü veya bir şehirli çocuğunun, kendi açısından artıları da eksileri de vardır. Doğayı tanımak, hayvanları bilmek ve hatta onlarla iç içe yaşamak, tabiat olaylarına karşı tedbir almak, sınırlı imkânlarla hayatı devam ettirmek konusunda köylü çocukları; şehirli çocuklardan daha ileridedir. İletişim araçları, teknik araçlar, ulaşım, sanat etkinlikleri, gösteri ve kültürel çalışmalar, müzeler, kütüphaneler, pazarlar, sağlık ve eğitim kurumlarından yararlanma konusunda şehirli çocuklar; köylü çocuklarından daha şanslı olduğu barizdir. Her iki tarafın çocuklarının da kendi sahalarında, kendi hayat şartlarında gerekli olanlar konusunda önemlidir, bilinmesi gerekir.
Ben de bir köylü çocuğuyum. Birçok konuda şehirli çocuklarla aynı imkânlara sahip değildim. Doğumum bile tarlada çalışan annemin sancılanmasıyla başlamış, hemen eve dönülmüş, hiçbir sağlık eğitimi görmeyen Şerife ebe tarafından yaptırılmış. Doğumdan sonra yapılması gereken kontroller ve aşılar yapılmamış. İki yaşına gelir gelmez ateşler içinde kıvranmışım... Boyalı şekerden yemediğim için de “Çocuk Felçi” hastalığına yakalanmışım. Uzun zaman hastalığımın adı dahi bilinmemiş. Dört kilometre uzakta, yani Çal Devlet Hastanesi’ne dahi gidilmemiş ama hurafelerden, on beş kilometre uzaklıktaki hocalardan, üfürükçülerden medet umulmuş. Ancak bir hocanın “Bu çocuğu doktora götürün” demesiyle, nihayet hastaneye tedavi için gitmişler. Hastalığımın adı öğrenilmiş ama bundan önce tedavi için bana yanlış uygulanan cahilane işler yüzünden hastalığım üç ayrı bir biçimde farklılaşmış ve ağırlaşmış.
Köylü çocuğu olarak sağlık konusundaki bu şanssızlığım, eğitimim konusunda da önüme büyük engeller çıkarmıştır. Hareketsiz olmam ve devamlı evde bulunmam, evdeki ve köydeki yaşlılarla oturup, mecburen onlarla konuşmam acısından zorunluydum. Onların anlattıkları masallar ve hatıralar ile hayal dünyam gelişti. Neler yapabileceğim, neler yapamayacağım konusunda beni düşündürüyordu. Yürüyemiyordum, adeta emekleyerek odadan odaya gidebiliyordum. Bu arada tedavim için belime yılan sardılar, yılanın kaburga kemikleri etlerime batmış olduğunu annem devamlı anlatır. Askerlik yaptığı yerde sıhhiye yardımcısı olan bir köylünün, bana vurduğu bayat penisilin iğnesi baldır kaslarımı çok zayıflatmış. Ya bir aklı evvelin verdiği “şok terapisi” tavsiyesi ve babamın uyguladığı canlı yengeç tedavisine ne demeli... Babam, yakalatmış olduğu canlı yengeçleri odanın içerisine bir eski teneke kutudan maşayla tutarak bırakmıştı. Yan yan giden yengeçler üstüme doğru gelince; korkudan pencere bacasına tırmanmıştım.
Beş yaşına yaklaşıyordum. Orta Çeşme tam bizim evin karşısında bulunuyordu. Anam tarla bağ bahçe işlerine giderse, beni koca kapımızın sol tarafındaki asmanın altına bir eski çul sererdi ve beni üstüne oturturdu. Yanıma da Dere Pınar’dan getirilmiş çamur bırakırdı. O çamurlardan değişik oyuncaklar, arabalar, heykelcikler yapardım. Gelen geçene bakardım. Bazıları benimle birkaç cümle de olsa konuşurlardı. Çamaşır yıkayanlara, çeşmeden su doldurup evlerine götürenlere bakardım. Çeşmenin ahırlarında at, eşek, öküz, inek, koyun ve keçilerini sulayanları izlerdim. Ne radyo vardı ne de televizyon; bundan dolayı odalar çok karanlık geliyordu.
O zamanlar Türkiye nüfusunun üçte ikisine yakını köylerde oturuyormuş. Köyler imkânsızlıkların yanında kara bir cehaletle de boğuşmaktaydı. Her yıl köylerde doğan çocukların yarıdan fazlası, yapılamayan aşılar, geç kalınan tedaviler, dikkat edilmeyen temizlik kurallarından dolayı daha yaşlarını doldurmadan hayatlarına veda ediyorlardı. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden önce köyümüze gelen bir öğretmenden burada bahsetmek istiyorum. Orhan Erişen daha yirmili yaşların başında köyümüze gelen bir öğretmen. O günlerde babam şimdiki evimizin yerinde olan yerde kahvecilik yapıyordu. Orhan öğretmende yukarı mahallede bir evde kiracı olarak kalıyormuş. Okula gidip gelirken beni koca kapının dibinde eski çulun üzerinde oturup, bir şeyle uğraşırken görürmüş. Babamla konuştuktan sonra benimle yakından ilgilenmeye başlamış. Bazen beni de okula götürürlerdi. Amca oğlumun sınıfıydı o sınıf. Önüme bir kitap verirlerdi; resimlere dakikalarca bakardım. Bir metinde deve ve hayvan resimleri çok ilgimi çekerdi.
Babamla Orhan öğretmen, benim geleceğim hakkında bazı planlar yapıyorlarmış. 1961’in eğitim yarı yıl biter bitmez beni Ankara’ya götürmek istemiş. Babam, Orhan öğretmenle üçümüz Kaklık tren istasyonuna geldik. Babam orada “tuvalete” gideceğim diyerek beni bırakıp gitti. Saatlerce ağladığımı hâlâ hatırlarım. Daha sonra yolcuları güldürdüğümü anlattı Orhan öğretmen...
Ankara Şaban Şifayi Hacettepe Çocuk Hastanesine götürmüş. Hastane karşısında mütevazi iki odalı bir evde annesi, abisi, ablası, ablasının bir oğlu ile beraber oturuyorlardı. Hastanede benim temizliğime büyük özen gösteren Halise ablası, hem çalışıyordu, hem de benimle ilgileniyordu. Onların da ekonomik durumları pek o kadar ahım şahım değildi. Lakin yürekleri çok büyüktü ve sıcaktı. Beni kendi evlatları gibi benimseyip, tedavimin her türlü külfetini üstlenmişlerdi. Bu arada ben kısa zamanda on ayrı ameliyat geçirmiştim. Sağ kalçamdan ayak parmaklarıma kadar on ameliyat yaşadım. Hastanedeki ameliyat ve fizik tedavilerinden sonra ayağa kalkıp, iki koltuk değneği ile yürümeye başladım. Hastanede yaşadığım acı tatlı hatıralardan bir tanesini burada kısaca yazmamda büyük bir yarar görüyorum: Bir bayram sonunda bir kadın sivil toplum görüyü adeta unutulmuş olan biz yoksul çocukları sevindirmek için ziyaret ettiler. Bize oyuncak ve resim malzemeleri getirmişlerdi. Bana da bir oyuncak ile resim defteri ve boyalar vardı. Hemen resim yaptım. Hemşeri resmimi beğendi. Sonra bölüm doktoru ve derken ameliyat eden Profesör Doktor Şakir Bey, “Oğlum, sen yaptığın resmi bana verirsen, ben de sana resim defteri ve boyalar hediye edeceğim” deyip başımı okşadı. Ne kadar çok sevindiğimi kelimelerle ifade edemem. Bu teşviğin etkisiyle kendime güvenim daha çok arttı.
Bir köy öğretmeninin hiçbir maddi çıkar gözetmeden yaptırdığı tedavinin sayesinde ayağa kalkabildim. Orhan öğretmen, beni, hastaneye götürdüğü zaman; profesör doktor Şakir Memikoğlu, “Siz, bu yoksul çocuğu, buraya kadar getirmişsiniz. Allah sizden razı olsun! Biz de tedavisini yapalım o zaman” demiş. Devletimiz de o vakitler, varlıklı değilmiş. Fakat, buna rağmen yoksullara gücünün yettiği kadarıyla yardım etmekten geri durmamış. O günkü yoksul Türkiye, sağlık konusunda hiçbir ücret almadan tedavimi yaptırmıştı.
Artık yürüyebiliyordum. Köyün her tarafını küçük koltuk değneklerime tutunarak dolaşıyordum. Okul yaşım geldiği sene, babam, Almanya’ya işçi olarak gitti. 1962 – 63 eğitim yılında ilkokula başladım. Kışın yürümek çok zordu. Bazen anam sırtında okula götürüp getiriyordu. İlkokul birinci sınıfta Nizamettin beyin öğrettiği türküler hafızamdadır. Nizamettin bey mandolin de çalıyordu. “Bak postacı” geliyor şarkısını hem söylemiştik hem de sahnelemiştik. “Menekşeler tutam tutam, Dalgalan dalgalan daldan aşağı” türkülerini unutamam.
İlkokul ikide sınıf öğretmenimiz olan ve bizi mezun edinceye kadar okutan Sadık Alkan’dan çok güzel bir eğitim aldık. Bilhassa matematik ve dil ile dilbilgisini ondan iyi öğrendik. İlkokul köyümüzde olduğu için bir sorun yoktu. Yarıyıl tatillerinde Sadık Bey bana okumam için kitaplar verirdi. O kitapların ilki olan ”Çalınan Taç ve Issız Adada Yirmi sekiz Yıl” kitaplarını yaşayarak okudum. Robinson Crusoe’nun Issıa Adada Yirmi sekiz Yıl romanını okuduğum zaman; geceleri karanlık yerlere, romanın etkisiyle korkudan çıkamamıştım. İlkokul dördüncü sınıfta okuduğum bu kitaplar sayesinde hâlâ okuma alışkanlığım devam etmektedir.
Ortaokul yıllarım çok zor geçti. Çal köyümüze yakındı. Oraya yalnız anam ve kardeşlerimle taşınamazdık: Babam, Almanya’da çalışıyordu. Anam, her iki dedemin de tarla bağ işinde ücretsiz çalışıyordu. Çal’a taşınırsak bu ücretsiz işçiden artık yararlanmak imkânsızdı. İkinci yolda, bizimle bir akrabanın Çal’a taşınması gerekiyordu; bu da mümkün değildi. Benim ortaokula gitmem bu yüzden suya düşmek üzereydi. Üçüncü çıkar yol ise, köyün altından geçen Çal Denizli yoluna kadar yürüyüp, yoldan geçen arabalara binmem gerekiyordu.
Bana tek bu zahmetli çıkış yolu kalmıştı. Yine bir öğretmen olan Ramazan Kuzdere’nin yazdığından bir alıntı yapıyorum. “Çal Ortaokulu’na giderken yaşadığım ve o gün çok üzüldüğüm bir hatıramı aktarmak istiyorum ki Halil’in yaşadığı zorluklar anlaşılsın. Köyden okula yaya gider gelirdik. Halil de asfalta kadar engeline rağmen, yürür bir vasıta gelinceye kadar beklerdi. Bazı günler traktör, kamyon vb. bizleri toplar götürürdü. Halil’in ortaokulda ilk yılıydı. Bir akşamüzeri okul çıkışı bir kamyon durdu. Bütün Yukarıseyitli talebeler kasasına doluştuk. Yerde tek kalan Halil’di. Şoförün yardımıyla onu da yukarı almıştık ama kamyon çok dolu. Çocukluk psikolojisi içinde bağrış çığrış yola devam ederken bir tek gözyaşı döken Halil vardı. Tabiî ki içindeki yoğun duyguları çocuk olarak biz anlayamazdık. Kamyondan inişinde yine zorlukla olduğunu hatırlıyorum. Bu ve buna bezer zorlukları her zaman yaşayan Halil, hiçbir zaman vazgeçmedi hayata sımsıkı sarıldı ve başardı.”
Ortaokulda da çok kıymetli öğretmenlerim ve sınıf arkadaşlarım oldu. Resim, Türkçe, fen, tarih, matematik, coğrafya dersleri çok ilgimi çekiyordu. Okul müdürümüz Ömer Vasfi Yüksel bey ile Ali Kara’nın tarih dersleri, sınıf öğretmenimiz Cengiz Belli’nin türkçe dersleri, Hatice Çırakoğlu’nun “Edirne’nin ardı bağlar” türküsünü, Mutahhar Çırakoğlu’nun resim dersleri ufkumu açtı. Bu arada halamın damadı Doktor Ramazan Akşit, Çal Devlet Hastanesinde doktordu. Onların yardımı ile Denizli Lisesi müdür yardımcı olan Özcan Kocabaş’ın onayı ile Denizli Lisesi’ne ve okulun pansiyonuna kaydoldum. Artık rahata erişmiştim ama Denizli Lisesi’nin eğitim seviyesine uyum sağlayabilmem bir hayli zaman aldı. Sanki uzayda bir başka gezegene gitmiş gibiydim.
Denizli Lisesi’nde artık sanat ve edebiyat yönünde kendi kendimi yönlendiriyordum. İlk çekingenliklerim geçince artık kendimi yine merkezde hissetmeye başladım. Pansiyonda kalmam birlikte yaşama bilincimi geliştirdi. Kültür ve edebiyat kollarında görev alarak, bastonlarımla tiyatrolarda oynadım. Yılmaz İşleten’den şiir okumanın, Sakin Öner’den dilimizin ve kültürümüzün derinliklerini öğrendim. Şiir de gelişimimi bilhassa Sakin Öner bey geliştirdi. Resim konusunda Mustafa Yaraç, bana o kadar destek oldu ki hatta kendi parası ile yağlı boyalar satın aldı ve ilk yağlıboya denemelerimi onun sayesinde yaptım. Resim sanatının tüm inceliklerini, bilhassa desenin önemini sevimli, güler yüzlü ve Akademi mezunu Besim Yazıcı’dan aldım. Onun öğrettikleriyle Liseyi bitirir bitirmez İstanbul Devlet Güzel Sanatlar akademisi’nin açmış olduğu giriş sınavlarına katıldım. İlk sıralarda iyi puanlar toplayarak İç Mimarlık ve Yüksek Resim Bölümleri’ne giriş hakkı kazandım. Tercihimi Resim Bölümü’nden yana yaptım. Akademi’de de değerli hocalarım oldu.
1962 yılında Almanya’ya giden babam, 1973’te ailemi oraya götürmüştü. Artık bizim ailenin Türkiye’de yaşayan tek ferdiydim. Lise eğitimimin son yılında ve Akademi tahsilim süresince yalnız olarak memleketteydim. Bazı yıllar yaz tatillerinde Almanya’ya onların yanına gidiyordum. 1978 yılında Düsseldorf Kunstakademisi’nde, profesör R. Sachenheim ile tanıştım. 1980 yılında yüksek lisans ve Meisterschüler (Ustalık) eğitimimi 1982 yılında tamamladım. Bir köy öğretmeni olan Orhan Erişen beni tedavi ettirerek ayağa kalkıp, yürüyebilmemi sağlamıştı. Aydınlığa ulaşabilmem için artık adım atabiliyordum.
İsmini saydığım ve sayamadığım bütün öğretmenlerim sayesinde karanlıktan aydınlığa çıkmıştım. Onların öğrettiklerine kendi bulduklarımı da katarak resim sergileri, şiir, hikaye, fikir kitapları yazarak insanların istifadesine sundum. Sayısız eğitim ve kültür üzerine konferanslar verdim ve vermekteyim. Kendi sahamda birçok saygın eğitim kurumlarında, üniversitelerde etkinlikler yaptım. Bütün bunlardan daha üstün olarak 1982 yılından bu yana tıpkı öğretmenlerim gibi, ben de öğretmen oldum. Çocukları, öğretmeyi ve öğretmenliği sevenlerin bu meslekte ne kadar mutlu ne kadar başarılı olduklarını bizzat yaşayarak idrak ettim. Hayatta olan ve olmayan bütün öğretmenlerimin, öğretmenlerin öğretmenler gününü candan kutlarım.