Tam iki mevsim geçti. Uzun gecelerin sabahına uyandığım salı günü tekerlekli sandalyem ile kaldığım evden dışarı çıktım. Artık tamir olan asansör sayesinde sokağa çıkarak tanıdık tanımadık herkesle selamlaşmak mümkün oldu.
Bir de doktor randevum vardı. Altı aydır normal olarak kontrol için her üç ayda bir vermem gereken kanı verememiştim. Önce doktora gidip bu işlemi yerine getirdim, daha sonra da düzgün olarak kullandığım ilaçları ve hapları alabilmem için bir kahvaltı yapmam gerekiyordu. Nerede iyi bir kahvaltı yapabilirim diye düşünerek yakındaki bir Türk dönercisine gittim.
Kahvaltımı yaptıktan sonra (bu konuyu daha önce de yazmıştım) Noel pazarına dolaşmak için dışarıya çıktım. Hava kapalıydı fakat çok soğuk değildi. Bu durumda, Noel pazarını gezebilirdim. Başlarım giyip soğuktan kendimi korumak için tedbir aldım; bizim oralarda manda havası denen bu serinlik ve yağmur yağmadığı için böyle bir hava bana çok uygundu.
Çevrede tahtalardan yapılmış küçük evlerden oluşan satış mağazaları demeyeceğim ama küçük dükkanlar vardı. Bu evcikler, parlak renkli kağıtlarla, değişik eşyalarla ve yeşil çam dallarıyla süslenmişti. Üç tarafı kapalı ama ön tarafı yerden bir metreden biraz fazlasına kadar tahta duvardı. Tezgah olarak bu tahta duvarın üzerine geniş bir tahta konmuş müşterinin yaklaşıp oradan eşyaları görebilmesi sağlanmıştır.
Bu her küçük evde, değişik şeyler, hediyelik eşyalar, küçük takılar, eski alman tatlıları, patates kızartması, değişik değişik pastalar, kestane, şekerli tuzlu bademler, balıklı, peynirli ekmekler yanan ateşte pişiriliyordu. Özellikle bu soğuk günlerde Noel pazarında alkol, Almanların milli içkisi bira başta olmak, üzere sıcak şarap satılıyordu.
Hatta bazı Türkler, bu küçük evlerden tutarak; orada kestane pişirip satıyorlardı. Sucuk satanları dahi görmüştüm. Renkli taş ve takılar satan Hataylı bir hanımefendi ile yıllardır tanışıyoruz. Ona bir merhaba demek için bütün Noel pazarına dolaşıp yerini buldum ve yanına uğradım.
Mini mini Sapphire, Yakut, lal renkli kırmızı taşlar, damar damar süslü taşlar, küçük taşlardan yapılmış mini mini figürler, taş cilası ile parlatılmış ve kimisine zincir takılarak kolye şekline getirilmiş: genellikle bu işleri Uzak Doğulu yani Çinliler yapıyordu. Bunların yanında sanırım bizimki de oradan aldığı taşları kendi küçük cep dükkanında satıyordu. Daha önce resimler de kullanmak için bazı yuvarlak taşlar ve taştan yapılmış tespih ve küçük hayvan heykelcikleri ile üstü damarlı taşlar satın almıştım.
Bu yazıya esas sebep olan aldığım şeyler ise çok güzel bir şekilde hazırlanmış olan ve özellikle varlıklı, gösterişli kesimlerin hediye edebileceği Faber Castell boya takımıydı. Kuru kalem resim yaparken en çok kullandığım kalem türü bunlardı. Tozlanmıyor, çizdiğiniz yerde toz dağıtmıyor, dağılmıyor, üstüne bir şey sürüldüğü zaman boyalar sağa sola gitmiyordu. Kaliteli bir boya ve kaliteli kalemler ama biraz pahalıydı, pahalı kelimesi de laf mı canım, herkesin ve benim gibi emekli bir insanın alabileceği bir durumda değildi.
Çok özel ve güzel bir tarzda; bu kuru boyalar için ağaçtan yapılan çantalar, açtığınız zaman iki kat olarak; boyalı kalemleri gözümüzün görebileceği şekilde dizmişler. Çanta, koyu kestane rengindeydi. Bu renkle bile insanları, müşterileri cezbediyordu. Açıp kapatma düğmeleri çok modern, anahtara gerek duymadan hafif bir çevirmeyi ile kilitleniyordu. Bütün bu işlemlerin sonucunda bu boya kalemlerin bulunduğu fiyatı sorduğunuz zaman; sanki kızgın bir demire elinizi değdirmiş bir insan gibi hemen çekiyor. Çünkü fiyat çok yüksekti…
İster istemez ben de kenara çekildim ve yüzümü buruşturup sustum. Silke’yi Daha önceden de tanıyordum. Burada çalışan satıcı kadındı ve o da kendine has çizimler yapıyordu. Bu açıdan onunla tanışmıştık. Bu dükkândan alışveriş yaparken, bana, kuru boya, mürekkepli keçe kalemler ve resim defterleri konusunda bilgi vererek yardım ediyordu. Benim bu boya çantasının yüksek fiyat noktasına böyle tepki verdiğimden dolayı gözlerimin içine bakarak;
“İnsan hayatında bir defa böyle bir malzemeyi almalı. Bu kalemler ve çanta bir sanatçı için bir ömürlük” diye söyledi.
Ressam arkadaş bu sözünde haklıydı. Kaliteli bir resim elbette kaliteli bir malzeme ile olurdu. Kaliteli bir malzemeden düzgün kullanıldığı zaman bir ömür bir sanatçıya yeterdi. Ben de mizahi olarak;
“Gerçekten bir ömürlük” deyip “fiyatı da iki ömürlük” diye ilave ettim. Gülüştük. Teneke kutuda olan daha az sayıda boyalı kalemi bulunan birini alarak oradan ayrıldım.
Bu arada İsmail’le buluştuk. İsmail bizim aile dostumuzdu ve kahve içmek için genellikle üniversite öğrencilerinin devamlı gittiği bir Kafeye gittik. Orada çikolatalı kahvemizi içerken bir resim çizdim. Bu resim hakkında biraz yazı yazdım.
Sosyal medyadaki adreslerimden bu metni ve resmi yayınladım. Resim ve o yazı hakkında duyarlı olan veya olmayan arkadaşlar, tanıdıklar ve tanımadıklarım sosyal medya kanalıyla, sevimli sevimsiz yumuşak ve sert eleştirilerini yazdılar. Bu yazdıklarından yazıyı gerçekten okuyup içeriğini anlayanları yazdıkları cümlelerinden fark ettim. Ama bir tanesi meselenin üzerine değil konuyu başka bir yere çekerek şöyle yazdı ve onunla o yazının üzerine yazışarak mesajlaştık. O mesajlardan yola çıkarak bu yazıyı düzenlemiş oldum.
Bu mesajı bana gönderen arkadaş, yıllarca tanıdığım sohbeti tatlı, güler yüzlü oluşuyla ve enine genişlemesi ile kilosunun da beni geçmesiyle devamlı dikkatimi çeker ve muhabbetimiz de bu yüzden oldukça iyi ve kendisi de okkalı birisidir. Yıllarca kitapsız olduğunu söylerdi. Bir gün ona;
“Yahu Yusuf kitapsız olduğunu söyleme; millet seni dinsiz zannediyor” dedim. O da bana;
“Çok şükür abi hacca gittim dinim var” diye cevap verdi.
Onun kitapsız şair oluşuna çok üzülürdüm. On iki sene sabrederek ite kaka onunla birlikte karşılıklı şiirler yazdık. “Balık Kavağa Çıktı” diye ortak eserimiz ile onu çok şükür “kitaplı bir şair” getirdik. Artık bundan sonra o da kitaplı bir şairdir. Çok güzel aynı benim gibi hece ölçülü şiirler yazar ve aynı zamanda da güzel saz çalar.
Şairliği yanında bir de girişimciliği vardır. Batı Avrupa Türk edebiyatına, şiirleri ile esprili sohbetleriyle vel gülüşleriyle katkıda bulunan bu nadir arkadaşımızın bir de bitmeyen parası yanında çok parlak aklı ile ekonomiye benden üstün katkısı olduğunu büyük bir iftiharla her yerde söyleyebilirim; bu gerçeği bilmek isteyen, tecrübelerinden yararlanmak isteyen olursa; yazılı olarak sunabilirim de…
Benden üstün olduğu taraflarından birisi de iyi bir ticari girişimci olmasıdır. Birkaç defa iflas etse bile moralini bozmadan yeniden ticari ve para sahasına el atmaktan çekinmez. Belediyede çalışmasına rağmen birkaç defa özellikle gıda sektörüne girdi ve restoranlar, küçük dönerci dükkanları, fırın ve kahvaltı yeri açtı. Buyurun beraber onun yazdığı cümleyle yola çıkalım. Bir önceki yazımı sosyal medyada yayınladığım zaman Yusuf, bana şöyle yazmış noktalı virgül
“Döner neden yemedin? Bana gelince hep döner ve kebap istiyorsun, para senden olunca çorbaya talim mi ettin?” (Gülümseyen emojiler) Ben de ona;
Ağanın şeyinin üstüne şey olmaz ki. (Kemal Sunal’ın Kibar Feyzo filminden bir cümleyi söyleyerek bu cevabı verip şöyle devam ettim.) ardından da; “senden kebap filan istemiyorum. İstersen o zarif ağaç kasalı boyaları alabilirsin.” Yusuf, anlam kargaşası ortaya çıkararak konuyu esas noktasından saptırmak istemiş; adeta bilmezlikten gelerek;
“Ağaç kasalı boya ne yahu?” ardından da “dönerin kesin on katıdır” diye cevap vermiş ve altına da yine iki adet emoji ilave etmiş.
Bu arada ona başka bir kalem kutusunun resmini gönderdim. Bu kutuda aynı şekilde ve üç katlı kaliteli bir Başka markaya ait boyaları içeriyordu. Çünkü bizim toplumumuz gördüğüne inanıyor. Hem onu bilgilendirmek hem de durumu görebilmesi için bu görsel reklamı sosyal medya kanalıyla gönderdim. Bir de şu cümleleri yazarak”
“Bunun gibi… bu marka da çok değerli ama Faber Castell Polychromos çok iyi. Benim aldığım teneke kutu altmışlık boyalı kalem kutusu “ dedim.
Bu arada teneke kutudaki boya kalemlerin resmini çekip ona gönderdim. Hatta 120’lik esas almak istediğim ağaç kutulu Faber Castell boyasının resmini bulup onu da gönderdim. Gönderdiğim resmin altına da onun gururunu okşayarak şöyle yazdım ve cevabını beklemeye başladım;
“Senin bana alıp ısrarla hediye etmek istediğin kalemler. 120 tane ve ağaç çanta içinde. Bir görmen lazım, kesin aşık olursun…” diye yazdıktan sonrada kalem sayısını, çantanın özelliklerini ve fiyatını yazan bir başka reklamı da ona hemen gönderdim. O da bana.;
Yusuf birden sert bir cevap verdi;
“Yok ben aşktan meşkten anlamam. Ben en iyisi sana döner yedireyim ”diye yazıp ardından da kahkaha atan bir emoji gönderdi.
Ben de hiç beklemeden;
“Ne zaman?” diye hemen sordun.
Bu işe çok sevinen Yusuf, ikramını cazip olması için şu şekilde sıraladı.
“Hatta yanında da gözleme, ayran, börek, lahmacun…” diye yazdı. Belki bunu baklava börek diye şişirecekti. Ben de hemen;
“Bu kalemler senin gibi aşk ve sanat ehline çok yakışır ama…” dedikten sonra “ne güzeller değil mi? Sanki 500 Eurolar gibi ne tatlı yan yana dizilmişler” diye övgüyle açıklamada bulundum. O da bana;
“Yok bana, Noel hediyesi kalemler yetiyor. Ha ne zaman derken; haftaya pazartesi boşum. Asansör de yapıldı. Essen‘e gel ve ne istersen ye!”
“Sen bir ressam kardeşi olarak bana hediye edersin diye dün ressam Vincent Van Gogh’a müjde verdim.”
“26’sında Nürnberg tarafına gidip bir hafta kadar oralarda kalacağım. Senin öteki alemle (ahiretle) bağlantı kurduğunu bilmiyordum.”
Burada ressam Vincent Van Gogh’a müjde verdiğimi gönderme yaparak öbür dünya yani ahiret ile haberleştiğimizi zannediyordu. Halbuki ben Theo’ya Mektuplar diye Vincent Van Gogh un bir kitabını okumaya başlamıştım. Kitabın resmini göndererek konuyu teyit ettim. Konuyu Nürnberg’e getirerek şu açıklamayı yaptım. Nürnberg adını duyunca; adeta kahkaha atarak güldüm. Hani derler ya “akıllı kuş dört ayak üstüne düşermiş” diye. Bu bahsettiğim boyalar için artık bu iş olacak diye çok sevindim. Çünkü, Yusuf, Faber Castell kalemlerini almak için; fabrikasının bulunduğu şehre gidiyordu. Sevincimi belirterek;
Bu kalemleri, bana, hediye etmek için bu kadar istekli olduğunu inan gerçekten bilmiyordum. Bundan dolayı sana çok teşekkür ederim. Çünkü bu kalemlerin fabrikası Nürnberg’de. Benim için kalemleri almaya ta oraya mı gidiyorsun? Gerçekten sanat tadına oraya gidip çok büyük bir zahmete gireceksin ama değer…”
Yusuf, Kendi sözüyle tongaya düştüğünü anladı ve ardından Noel tatilini bahane ederek;
“O tarihlerde oralar kapalı” diyerek Nürnberg meselesini kapatmak istedi.
Ben de;
“Orada tanıdığın birisine, bu resmi, parasını ve benim adresimi bırakırsın. Boyaları alınca da benim adresime bu boya çantasını gönderirler” zor bir şey değil diyerek” açıkladım. Çaresiz kalan Yusuf;
“Bu işlerden oralarda anlayan tanıdık yok” dedi. Fakat ben işin peşini bırakmıyordum. Esprili bir şekilde;
Nürnberg’de oturan bir tanıdığım var, istersen adresini verebilirim. “Büyük iş adamımız Hacı Yusuf bey, (biraz terleyecek ama) bu boyaları bana almak istiyor” derim. Hem oralarda cömert bir sanatsever ve iş adamı olarak namın da yürür”. Ben böyle yazınca Yusuf, üzüntülü bir şekilde kendisini acındırarak;
“Ben garip bir fırıncıyım” dedi. Ben de anlamamazlıktan gelerek, sanki her şey yolundaymış gibi;
“Tamam işi hallettik. Artık bu gece çok rahat uyuyabilirim” diyerek konuyu kapatmak istedim. Yusuf ise savunmaya geçip;
“Börek, çörek işinden anlarım. İyi uykular” diyerek ses tonunu biraz yükseltti. Yusuf sesini yükseltti ama ben işi alttan alarak sanki zafer kazanmış gibi şöyle söyledim.
“Senin anlaman önemli değil: önemli olan sanat aşkından dolayı bu boyayı ve birkaç resim defterini alıp bana ve benim gibilere hediye vermendir. Bu senin adını ve şanını Eyfel Kulesi gibi yükseklere çıkarır. Bu iyiliğimi sakın unutma ha!... Size de hayırlı geceler muhterem sanatsever hacı Yusuf Bey kardeşim” deyip üstüne bir de “tatlı rüyalar!” dedim.
Yusuf, bu içten dileğimle o sesini sertleştirerek;
“Ben sabah işe gideceğim. Senin gibi öğlene kadar yatmıyorum”.
Lafı uzatmaya hiç gerek yoktu. Ben de öyle yaptım. Son cümlem de şöyle diyerek noktayı koydum.
“Boya ve yatmak birbirine çok uzak kelime” dedikten sonra sohbetinizi kestik. Acaba gönderir mi diye merak ile hayal ettim. Ayın 26’sına daha çok var. Belki bir gün “boyalar geldi mi usta” diye soru sormasını dört gözle bekliyorum. Şimdi o ümit ile sanki boyalar gelmiş gibi sevinerek Vincent Van Gogh’un “Theo’ya Mektuplar” kitabını elime aldım. Bir yandan da, müzik çalardan şu türküyü dinliyordum.
“Akpınar yapısına,
Gün doğmuş kapısına,
Eminem çiçek göndermiş
Uyandım kokusuna.”
Benim içinde bu boyalar çiçeklerin resmini çizecek kadar nazik ve değerli çiçeklerdi... Kim bilir, belki, türkü de olduğu gibi birisi de bana, bir demet çiçek; yerine çiçek gibi zarif bu kalemlerden bir demet yapıp (çantalı olanı tercihim) çiçekler gibi gönderirlerdi. Sanki gelmiş gibi bir sevince kapılarak Vincent Van Gogh’un kitabının sayfasına döndüm. Aynı anda da tebessüm ettim.