Yeryüzünün tek hâkimi olan insan türü, diğer birçok canlı gibi annesini, babasını seçemez. Kardeşlerini de… Daha dünyaya gelmeden başlamıştır aralarındaki ilişki. Çünkü inkâr edilemeyecek bir kan bağı vardır. Bilimsel bir kesinliktir bu. Bunu derinden duyumsar, bu gerçeği ne olursa olsun değiştiremeyeceğinden hareketle bir kabulleniş durumuyla ömrünün sonuna dek yaşayıp gider.
Hatta kimi zaman, kadere, feleğe, talihe; kime denk gelirse isyan eder bazen. “Keşke senin evladın olmasaydım. Olmaz olsun senin gibi kardeş. Nerden bu ailede doğdum?” gibi farklı duygusal tonlarda karşısındakine lanet okuduğu bile olur.
Elbette, böyle olmayabilir de… Sahip olduğu ebeveyn ve kardeşleriyle, yakınlarıyla bir ömür boyu sürecek mükemmel ilişkiler kurabilir, belki de olması gerektiği gibi gelişir bu süreç. İyi ve kötü her şeylerini fazlasıyla paylaşabilir, zorunlu değil gönüllü bir ilişkiye evrilebilir bu akrabalık durumu. Bizler bu durumu bile “Ne kadar iyi anlaşıyorlar, şunlara bak; sanki baba oğul ya da ağabey kardeş gibi değil iki arkadaş, iki dost gibi gibi…” şeklinde tanımlarız.
Peki, en yakınlarımızla kurduğumuz ilişkileri tanımlamada bile kullandığımız, aynı kanı canı taşıyan akrabalarımızı dahi benzetme ifadesinde tercih ettiğimiz bu arkadaş, ondan da öte dost da ne ola ki?..
Küçüklüğümüzden beri “beslenme, temizlenme, barınma, korunma” gibi en temel ihtiyaçlarımızı gideren; bundan da öte ihtiyaç duyduğumuz en gerekli şey olan sevgiyi bile fazlasıyla veren ailemiz yeterli olsaydı, onlardan, dostlardan söz dahi edilemezdi sanırım.
Demek ki, ailede bulunamayan sıcaklık, ananın sonsuz şefkatinde doyurulamayan merhamet, babanın sınırsız koruyuculuğuyla üstümüze geren kanatlarında duyamadığımız güven, kardeşin elimizin altında her daim hazır olan desteği yeterli gelmiyor bir süre sonra.
İnsan istiyor ki, bir şeyler zoraki olmasın. Bir görev duygusuyla sevmesin beni kimse. Belli bir sorumluluk duygusuyla bağlanmasın bana kalpler, çevrilmesin gözler. Kendiliğinden, hiçbir koşul olmaksızın, yalnızca içimden geldiği gibi sığınacağım bir liman olsun. Ben de açayım ona gönlümün sarayını ve konuk edeyim, kurulsun tahtına. Ve bu kişi, hem bana çok yakın, hem de çok uzak olabilsin.
Arzu edilen kadar, zaman ve koşulda kurulabilecek bu ilişki şekli, hiçbir yazılı kurala ya da norma bağlı kalınmaksızlığın da esnekliğiyle, istenilen kadar sürsün. Bu ilişki ihtiyacından doğan dostluk, beraberinde bilinmezliği, heyecanı, sürprizleri de barındırdığı için cezbeder insanı biraz da.
Gerçekten de kendinizi tanıdığınız ilk dönemlerden beri hayatımızı bir şekilde kuşatan, sosyal bir varlık olarak açıldığımız hayat serüveninde ailenin dolduramadığı o çok derin boşluğu dolduran, gizemli bir gönül eşidir dost.
Küçüklüğünüzde komşunuzun bahçesinden erik aşırdığınızda erketede gözetleyeniniz… Koşarken düşüp yaralandığınızda tutan eliniz… Sapanla vurduğunuz kuşu sizden önce kapıp da tek başına yemeye kıyamadan geri getirip bölüşeniniz… Bayramlarda hiç tanımadığınız uzak evlere şeker toplamaya gittiğiniz vakit, kapılardaki birkaç saniyelik ayaküstü misafirciliklerinizde yanınızdaki aile ferdinizdir.
Kimi zaman yaşamın karşınıza çıkardığı engelleri aşmada destek… Kiminde döktüğünüz gözyaşlarınızı akıtacağınız en şefkatli kucak… Sırtınızı tam bir metanetle yaslayacağınız sarsılmaz bir dağ... Bazı günler kendinizden dahi saklayacağınız sırlarınızı anlatıp yükünüzü alan dipsiz bir kuyudur da serini verse de tek bir harfinizi ifşa etmez yâda yabana…
Kimi vakitler en şen kahkahalarınızı onların yanında atmış, bir incir çekirdeğini doldurmayacak saçma bir duruma beraber gülmüşsünüzdür en samimisinden. Oturup saatlerce ettiğiniz baldan tatlı sohbetlerinizde erimiştir zaman çaydaki kesme şekere denk.
Bir gece yarısı, ıssız bir tepe başında herkeslerden uzak benzer hayaller kurmuşsunuzdur hayata, geleceğe dair, yüreğinizi titreten… Hiç yadırganmadan, hafifsenmeden dinlenmiştir anlattıklarınız, en ciddisinden…
Sınıfta işlediğiniz basit bir çocukça suçu göğüs germeden üstleneniz… Aşağı mahalleyle maçta çıkan kavga sonrası posta koymalarda ilk çağırdığınız… En zor yazılılarda “bana da göster oğlum”unuz… İlk maaşınızda yayvan bir gülüşle burnunuzun dibinde biteninizdir.
Bazı günler hiç yok yere kırdığınız, kırıldığınız, hatta karşılıklı bağrıştığınız… Birkaç saat sonra şimdi ne yapıyor ki acaba dediğiniz… İlk karşılaşmada ise dayanamayıp giderek sarıldığınız, her şeyi bir anda unuttuğunuzdur…
Acınızda burnunun direği sizden önce sızlayan, sevincinizde sizden çok mutlanandır. Başarınızda aldığınız ilk tebrik, ortak duyulan gurur… Canınız sıkıldığınızda hiç tereddüt etmeden tuşlanan numaranın karşısında duyduğunuz o bildik “Efendim?”dir de aynı zamanda dost…
E, daha ne olsun… Varsa böyle birileri hayatınızda, şanslı olduğunuz kadar dikkatlisinizdir de… Çünkü herhangi bir kazaya uğratmadığınız, büyüsünü bozmadığınız bu kutsal ilişki, kendi yolunda gitmektedir doludizgin. Aman ha, sarıp sarmalayın onu sevgi kundağında ki üşütmesin onu kötücül duygular. Kendinizden dahi koruyun gerekirse, katman katman yüreğinizin derinliklerinde… Zaten kaç tane var ki hepi topu…
Olmadıkları bir hayat ağır gelirdi elbet yumruk kadar yüreğinize… Örümcekler ağ örerdi gönül pencerenize… Tadı tuzu olmazdı be dostum sizler olmadan hiçbir şeyin… Buradan selam olsun yeniden, canımı şenlendirenlere, “ İyi ki tanıdım!” dediklerime…
Hayati Yaman 3 yıl önce
Hayati Yaman 3 yıl önce
Hayati Yaman 3 yıl önce
Adem KURUN 3 yıl önce
Adem KURUN 3 yıl önce