Batı Avrupa’da Türklerin, “Misafir İşçi” olarak gelişlerinin canlı şahitlerinden birisiyim. Rahmetli babam, 1962 sonunda Federal Almanya’ya “Misafir İşçi” sıfatıyla gittiğinde henüz yedi yaşındaydım. Bu misafir işçinin yurtdışına gitmesi; ileride seçeceğim ve öğrenimini göreceğim mesleğim açısından yani bir ressam olmamda da çok büyük etkisi olmuştur.
Babamın Almanya’dan memlekete izine gelirken getirdiği oyuncaklar, kalemler, defter ve ders araçları; daha ilkokul sıralarında resim yaparken malzemenin sağladığı kolaylıklardan dolayı özgüvenimi ve başarımı artırıyordu. Renkli boya kalemler, suluboyalar, güzel resim defteri ufkumu geliştiriyordu.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Resim Bölümüyle Dekoratif Sanatlar Bölümünün açtığı yetenek sınavlarını kazandım ve tercihimi Resim Bölümü’nden yana yapmıştım. İkinci yılımda Almanya’ya gelip, sağ dizimden bir ameliyat geçirdim.
Bu esnada resim malzeme satan yerleri, sergi salon ve galerileri, bazı büyük müzeleri görerek bu alandaki bilgimi artırmaya çalıştım. En önemlisi de Alman halkının her yaş grubunda resim, heykel, müzik, şair, yazar, ressam, heykeltıraş gibi kavramların nasıl görünüp saygı duyulduğunu bizzat yaşadım.
O zamanlar bizim Misafir İşçi kardeşlerimizin böyle ince işlerle uğraşmadıklarını; yaptığımız sohbetlerde yaşadım. Yüreklerinde büyüttükleri umutları, hep gelecek seneye kalıyordu. Memlekete kesin dönüş hayali taşıyan bu birinci kuşak Misafir İşçiler, büyük tasarruflar yaparak sağladıkları birikimlerini; memlekette tarla, arsa, ev, dükkân, abisinin, ablasının, arkadaşının borçlarını ödemek gibi kendi ihtiyaçları haricindeki yerlere harcıyorlardı.
Birikimlerinden sanat dalları belki binde birden bile az bir pay alamıyordu. Büyük çoğunluğu kırsal kesimden gelen bu işçiler; fotoğraf ile resmi ayıracak bir dünya görüşüne ve fikrine de sahip değildiler.
Değişik yıllarda yaz tatillerinde bütün ailemin oturduğu Oberhausen şehrine geliyordum. Üç dört ay ailemin yanında kalıyordum. Eşin dostun ve tanıdıkların portrelerini ya çiziveriyordum ya da suluboya ile yapıveriyordum.
Böyle bir suluboya portreyi bir kuzenime yapmıştım. Çerçevesi pahalıya geldiği için mutfak dolabının kapağına bantla yapıştırmış olduğunu görünce çok üzüldüm. Sanata değer bunlarda bu kadar deyip resim yapmaya devam ettim. Yıllar sonra o kuzenden, resim arşivim için; o portrenin bir fotoğrafını isteyince; “O evden taşınırken, o resim yırtıldı!” deyince; inanın üzüntüm Himalaya dağının zirvesini aştı ama yapacak bir şey yoktu.
Yine Almanya’ya güya izine geldiğim bir yaz tatilinde üç kişinin yağlıboya portresini yaptım. Bu resimler, babamın çalıştığı firmanın şefinin (babamın ricası üzerine), Oberhausen şehrinin Belediye Başkanı olan kadının ve o yıllarda Almanya Başbakanı Helmut Schmidt’in portreleriydi.
Bu üç portreyi de sahiplerine teslim ettik. Bu portreler sayesinde hem maddi hem de manevi destek gördüm. Oberhausen Stadthalle’de tanınmış Alman politikacısı olan Herbert Werner’e Helmut Schmidt’in portresini basın önünde teslim ettim. Kendi el yazısı ile şükranını sayın Başbakan Helmut Schmidt, bana gönderdi ve özel ve değerli bir kâğıda Türkçe olarak yazılmış mektup gönderdi.
O zamanlar yetmişli yılların sonuna geliyorduk. Memleket adeta kan gölü halindeydi. Kendi atasına düşman ve Türk Milletine kan kusturan Stalin gibi emperyalistlerin peşinden gidenler ile vatanını sevenler arasında müthiş bir çatışma vardı. Batılı dost sandığımız birçok devlet, Sovyet ve Çin komünistleri ajanlarıyla bazı derin devlet uzantıları Türkiye’de iç savaş çıkarmış durumdaydılar.
İşte böyle bir yaz tatilinde artık İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nden can güvenliğim olmadığı için Düsseldorf Kunstakademisi’ne nakil yaptırmak için müracaat ettik. Kısa bir zamanda çizimlerimi gördüler ve beni, hemen kabul ettiler. İstanbul’daki eğitimim biter bitmez alacaklarına dair bir belge verdiler. Bu belge ile Almanya’ya öğrenci olarak tekrar girebildim.
Akademideki beş ayrı hocadan “tavsiye mektubu” alarak Kasım 1980’de artık Düsseldorf Kunst Akademisi’nde “Meister Schüler - Yüksek Lisans” öğrencisi olarak eğitime başladım.
“Bize Avrupa’dan sanat ve kültür getir” diyen hocalarımıza rağmen Alman Hocam Prof. Sackenheim, “Bizim sanatımız, eski Yunan ve Roma’dan alınandır. Sizin müthiş eserleriniz var. Neden onları yapmıyorsunuz?” deyince adeta şok oldum.
Meğer bu hoca İkinci Dünya Savaşına asker olarak katılmış ve Sovyetlere esir düşmüş. Daha sonra da Semerkant esir kampında kalmış. Oradaki sanat eserlerini, halıları, sarayları, eski medrese ve türbeleri, mezar taşlarını, çini ve seramik işlerini görmüş. Bunlara hayranlığını her zaman belirtirdi...
İlk katıldığım sergi Düsseldorf’ta Akademililerin oluşturduğu bir karma sergiydi. Çekine çekine katılmıştım bu ilk sergimize. Burada birkaç resim satınca kendime güven geldi. Bir alışveriş merkezinde yaptığımız bu sergiyi izlemek için bir Türk ailesi kapıya kadar geldiler ve kapıdan şöyle bir baktılar; içeriye girmeden gittiler. Alman ve diğer uluslardan olan arkadaşlara çok mahcup olmuştum; fakat, durum bu idi ve yapacak bir şey yoktu...
1982 yılında bir okulda öğretmenliğe başladım. Bu arada Düsseldorf Belediyesi hem atölye hem de ev olarak kullanabileceğim bir yeri, şehir merkezinde bana verdi. Öğrenci olarak aldığım oturma iznimi; işe başlayınca çalışan olarak değiştirmem gerekiyordu. Fakat, o zamanki kanunlar buna izin vermiyordu.
Bu arada meşhur İkinci Viyana Seferi’nin 300. yılı yaklaşıyordu. Viyana Modern Sanatlar Müzesi, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Türk Sanatçılarından oluşan karma bir resim heykel sergisi planlamıştı. Ben de bu sergi için bir davetiye aldım.
Bu davetiye, özel bir iş müsaadesi almamda çok etkili oldu. Artık bu izinden sonra Almanya’da kalıp çalışabilmem konusunda bir engel kalmamıştı. Bu arada her yıl Almanya’nın değişik şehirlerinde en az beş altı kez sergi açabiliyordum. Sipariş resimler de bir hayli kabarıktı.
Bir ressam arkadaşımın tavsiyesiyle bekar olarak gittiğim Samsun’dan evli olarak döndüm. Hanımı evlilik yoluyla Almanya’ya yine bir Alman yetkilisinin yardımıyla getirebildim. Resim ve ressamlık; hem evlenmemde, hem de aile birleşiminde tekrar baş rolü oynamıştı.
Bu arada bazı Alman şehirlerinde bir kaç defa sanat etkinliği yapınca özel ilgi gördüm ve Neuss Belediyesi tarafından “Ehrenbürger - Onur Hemşerisi” olarak kabartmalı şehir amblemli bir belge ile taltif edildim.
Bu dönem de sol görüşlü arkadaşlar sanat ve edebiyata sağ görüşlü olanlardan daha çok önem verdikleri gibi örgütsel alanda da ileriydiler. Sağ görüşlüler, görsel sanatlara karşı bir inanca sahiptiler. Heykel ile put kavramını karıştırmışlar ve büyük çoğunluğu resim, heykel, müzik, süsleme ve hatta şiire bile karşı olduklarını her yerde ilan ediyorlardı. Halife sultanlardan II. Abdülhamit; İstanbul Sanayi-i Nefise adında Güzel Sanatlar Akademisini kurmuş, kendisi de karakalem kızının portresini çizmiştir. İtalya’dan Zanoro adında bir ressamı davet ederek, birçok tablo yaptırmıştır.
Avrupa’da Türkler arasında bazı sanat birlikleri kurulmuştu. Böylesine dernek çatıları altında toplanan sanatçıların üzerinde durduğu “Misafir İşçiler” ve Türkiye’deki politik sorunlar en büyük konulardı. Sosyalist realizm ise bu konuda adeta resimlerin temel konusuydu. Diğer sanat ve resim ekolleri onları pek ilgilendirmiyordu.
Bense bu arada realist, hiper realist ve sürrealist akımların arasında mekik dokuyordum. Elbette yabancı işçileri resimlerimde hem motif hem de konu olarak işliyordum. O zamanlar, Alman sanatçıları ve sanat eleştirmenleri, bizleri, adeta ötekileştirerek; “Yabancı Sanatçı ve Ötekiler” gibi vasıflandırmışlardı.
Bizse hala sanat eserinin bir mesajı ve ideolojisi olmalı diye diretiyorduk. Koskoca Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle artık bu durum değişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber tek parti diktasının, hür düşünce ve sanata nasıl darbe vurduğunu; işçi kardeşliği gibi kavramları kullanarak Rusları birinci sınıf, diğer halkları özellikle de Türkistan ve Kuzey Türklerini nasıl ezdiğini herkes gördük.
Seksenli yılların son yarısından itibaren, özellikle doksanlı yıllarda Avrupa’da yaşayan işçi kökenli Türklerin arasında girişimcilik ve (hayali de olsa) ticaret atılımı yapıldı. Fabrikalarda giriş - çıkış kartı basarak zengin olamayacağını anlayan bazıları, kanunlardaki boşlukları da çok güzel kullanarak bir nevi “Türk Burjuvazisini” meydana getirmeye çalıştılar. Bu arada ideolojilere ve siyasi sistemlere dayalı Türk Sanat Örgütleri dağılıp gittiler.
Artık burada doğup veya burada eğitim alıp yetişen sanatçılar; eskisi gibi kalıplaşmış konuları değil, mitolojik figürlerle ya da fütürist sembolleri kullanıp her türlü sanat ekollerinde kendilerine özgü bir yer oluşturuyorlardı.
Artık birinci nesil diri ve tabutta memlekete dönmüştü. İkinci kuşak bir nevi geçiş alanı olarak arada eriyip gitmişti. Fakat, üçüncü nesil eşit eğitimden yararlanarak dördüncü kuşağı doğdukları yere göre hazırlamıştı. Artık Almanya “gurbet” değil bir tür “Anavatan” değil, bir tür “Vaterland yani Babavatan” oldu.
Eski Türklerde, Türkistan’da resim sanatı çok önemliydi. Uygurlarda resim yapamayan prensin Kağan olması mümkün değildi. Uygurların eserlerinden bir kısmı Bezeklik’te görülmektedir. 1981 yılında Düsseldorf Kunstakademisin kütüphanesinde 1920’li yıllarda baskısı yapılmış ve bu dönemi anlatan büyük ebatlı kitapları gördüm. Bu kitapları Türkiye’de bir ressam olarak görmedim.
Fatih Sultan Mehmet, güzel sanatların ne kadar büyük etkisi olduğunu fark etmiş. Gentilli Bellini’yi davet ederek kendi portresini yaptırmış ve kendisi de resimler çizmiştir. Ondan sonra gelenler dini inanışlarının yorum farkından dolayı bu gelişmeye karşı çıkmışlardır.
Resim ve güzel sanatlar kişinin merak duygusunu uyandırır ve hayal etmesini sağlar. Bilim ve sanat önce hayal edilerek araştırma noktasını geliştirir. Yapılan araştırmalar sonucunda bilimsel veriler ve sanat eserleri ortaya çıkar ve sonuç olarak; bir milletin sevgi, dünya görüşü ve kültürel uygarlığını oluşturur. Sanat, bir milletin bir nevi kültürel zenginliği ve adeta kimliğidir. Onun için büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. - "Efendiler; hepiniz milletvekili olabilirsiniz. Bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız." veciz sözleri bu duruma güzel bir örnektir.
Başka bir yazımda da Sanatın Bir Milletin Kimliği ve Kültürü üzerindeki önemini ele alacağım. Aynı zamanda meşguliyet terapisindeki önemi hakkında yazmayı arzu ediyorum. Resmin ve diğer güzel sanatların insanı ruh, duygu ve diğer gelişimindeki olumlu etkileri hakkında yazacağım. Özellikle bedensel engelli olarak benim gibi birisine toplum içinde kimlik verdiğini ve özgüveni geliştirdiğini bizzat yaşayarak gördüm.
Batı Sanatı ve Resmi de Türk kökenli sanatçıların; aynen diğer Batılı sanatçılar gibi kaygı ve hedefi oldu. Bence de doğrusu buydu: Çünkü, önce sanat kurallarına uygun olmadı ve kesinlikle herhangi bir buyruk dikte ettirilmemelidir. Onun bunun amacı için kullandığı sanatçı değil; kendi düşünce ve becerisini yansıtan olmalıdır.