Dünkü sunumumda Nuh Mete Yüksel diye hafızamda kalan ismin, Nusret Demiral olması gerektiğini, bizzat kendisi, yaşadığı çok dramatik anısıyla birlikte bana mesaj olarak iletti. Değerli okuyucumuz İbrahim Özmen Beyefendi’ye buradan teşekkürlerimi arz ediyorum. Onun düzeltmesiyle birlikte ben de editör çalışması için site yöneticilerine bildirim geçtim ve değişiklik sağlanmış oldu. “Bize dokunun, hırpalayın, örseleyin ama sevin ve takipte kalın!” önerilerimin okuyucuda makes bulmasının mutluluğunu yaşatan Yüce Mevlamıza sonsuz şükürler olsun. Övgü sadece ve sadece Onun hakkıdır. Kusur ve hatalar biz kulların güzelliğidir. Bu hatırlatma ve bilgilendirme ile sözlerime başlamış oldum:
. . .
Refah Partisi’ne açılan kapatma davasının akabinde beklenen sonuç çıkabileceği için 17 Aralık 1997’de Fazilet Partisi kurulmuştu. Herkes biliyordu ki bu Parti, kapatılmasına kesin gözüyle bakılan RP’nin yerine geçecek Milli Görüş’ün yeni partisi idi. Öyle ki amblemi bile küçük bir ayrıntı ile neredeyse aynıydı. Dinci söylemlerle Siyasal İslamcı Milli Görüş ve Irkçı politikalarla kürt seçmenin tek temsilcisi gibi kendisini gösteren günümüz HDP’sinin geçmişteki temsilcileri kapatıldıkça bitmiyor, başka bir isim ve amblemle yine siyaset sahnesinde yer alıyordu. Yani parti kapatmak çözüm değildi ve çocukların akşama kadar evcilik oynayıp eve dönerken yıktıkları oyuncak yapıtlar gibiydiler. Ertesi gün yine oyuncaklarıyla aynı oyunlar oynanıyordu çünkü! Ülkeye enerji ve zaman kaybettirmekten başka bir şey değildi!..
Asker, yargı ve ideolojik kanattan Devlette muktedir olan kim ise onların hakim kanaati gereğince siyasi kararlar verilmekteydi. Siyaset o muktedir gücünü hiç eline alamamıştı Oysa o da çözüm değildi. Onun çözüm olmadığını da günümüzde Ak Parti uygulamaları ile görmekteydik. Mükemmel ve ideal olan demokratik sürecin, “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ile birbirinin alanına müdahale etmeksizin işletilmesi yeterliydi. Yasama, Yürütme ve Yargı eşit haklarla ve uzlaşmacı olarak sadece ülkeyi ve halkını ileri götürebilmenin hesaplarını yapmalıydı! Gel gör ki o uğurda bir arpa boyu yol alınamamıştı.
Antidemokratik yargı kararları ile halk nezdinde yargıya güven de azaltıyordu. Fakat günümüz penceresinden o zamana bakıldığında, her kesimin yine birbirini anlamadığını gözlemlemekteyim. Aslında laik ve seküler kesimin de ne kadar haklı çekinceleri varmış da, ben anlayamamışım diye özeleştiri de yapmak zorundayım. Hatta o, on sekiz maddelik tavsiye kararlarının pek çoğunun bile, alınması gereken ne denli önemli kararlar olduğunu bugün daha iyi anlıyorum. O dönem kendi adıma konuşayım “Ne kadar algı yönetiminin kurbanı olmuşum da haberim yokmuş!” diye tarih önünde özeleştiri yapmayı bir borç olarak görüyorum.
Bulanık sular ne kadar sığ da olsa, durulmayınca içini tam olarak göstermemekteydi!
TV’lerdeki haber kuşağında Genelkurmay ve Yargıtay binalarının gözümüzün içine sokarcasına haberler verilmesi, çekilmez olmuştu. Asker ve Yargı üyelerinin (isimlerini önceki sunumlarımda zikrettiğim kişiler) sürekli beyanat veriyor olması gına getiriyordu. Yetmiyormuş gibi açık oturum tarzında yapılan tartışma programlarında darbeleri ve antidemokratik uygulamaları savunan yazarçizer takımı, emekli asker, emekli yargıçlar halkın çoğunluğunun içini karartıyor ve ülkeyi huzur, güven ortamından uzaklaştıracak bir iklime sokuyordu. Onlar ve destek veren sol kesim ise kendilerini Cumhuriyetin koruyucusu kollayıcısı zannediyor ve kamplaşmadan uzak duracak demokrat açıklamalar yapamıyorlardı. Oysa 1980 darbesinde ülkücülerle birlikte, karşılıklı birer birer idamlarla bedel ödemişlerdi. Ona rağmen dingin bir akılla olayların önünü almayı başaramıyorlardı.
1980 öncesinde Kominizme karşı eylem yaparak ülkeyi koruduk diyen ülkücüler ve ABD emperyalizmine karşı hareket ediyor, çıkarlarımızı Rusya’nın yanında olmakta buluyoruz diyen devrimci solcular ülkeyi birbirlerine dar ederken, Sistem 12 Eylül Darbesi’yle birlikte her iki kesimin de tepesine çökmüştü. Sağcılar kendilerine -aferin- beklerken öyle olmamıştı. “Ülkenin polisi askeri var kardeşim size ne oluyor? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz?” diye onların tepesine binen muktedirler, solculara da “Ülkeye Kominizm gelecekse, onu da biz getiririz! Siz kim oluyorsunuz da boyunuzdan büyük işlere kalkıyorsunuz!” diye de onlara çöküyordu.
İdealist ve gerçekten vatanperver bir nesil yok ediliyordu. Muhsin Yazıcıoğlu’nun yürekleri sızlatan meşhur ifadesiyle “Ülkenin sokaklarını bile bize paylaştırmayanlar, 2.5 metre karelik hücrelere bizi sığdırdı ve hücreleri paylaştırdılar!” sözü yakın tarihin hafıza kaydı gibiydi.
O nedenle ne zaman ülke üzerinde oyunlar oynanmaya kalkılsa, herkes “Yazıcıoğlu ne diyecek acaba?” diye ondan gelecek beyanatlara dikkat kesilirdi!
Velhasıl 18 Nisan 1999 seçimlerine gidilirken, Öcalan’ın paketlenip ülkeye getirilme coşkusu, MHP’nin “Ürkeklere değil erkeklere oy verin.” mesajlı propagandaları ile seçimlere girilmiş oldu.
Seçimlerden %22 ile DSP birinci, %17 ile MHP ikinci sırayı alarak çıkmıştı.
Siyasi tarihimizde ”Başbuğ” diye yer edinmiş Alparslan Türkeş’in MHP’si, Devlet Bahçeli Genel Başkanlığı’nda girmiş olduğu ilk seçimlerde sağın birinci partisi olarak çıkmıştı. Ve “Devletin başına Devlet gelecek!” mottoları ile o zamana kadar hep -bürokrasi kadrolarında yer ediniyor- diye tevil getirilip övünülerek tabanda önü alınan ülkücü camia, ilk kez siyaseten de Başbakanlık yapma hakkına erişecekti.
Ama öyle olmadı!
Büyük bir sükutu hayale uğrayacak olan taban, bizzat Bahçeli’nin ağzından “DYP dinlensin!” açıklamasını duymuştu! Taban ve bütünüyle seçmen şokta idi…
Seçim sonuçlarına göre barajı geçen diğer partilerin oy oranları şöyle idi.
%15 FP
%13 ANAP
%12 DYP.
Önceki dönem Meclis’te bulunmasına rağmen ilk kez %8 oy oranı ile CHP de baraj altında kalmıştı. BBP de Meclis’e girememişti.
Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı Meclis aritmetiğine göre, önceki dönem hükümette yer almadığı için en doğal sağ hükümet, Bahçeli Başbakanlığında kurulacak MHP-DYP koalisyonu idi. Sağ seçmen bunu bekliyordu.
MHP açısından, FP ürkekler konumunda olduğu için onunla yapılamaz, ANAP zaten gensoru ile düşürülmüş bir iktidarın ortağı idi, onunla da yapılamazdı. Bir de DSP ile koalisyon yapılmamasına yönelik, daha önemli bir kriter olacak açıklama Rahşan Ecevit’ten gelmişti. Rahşan Ecevit ki, DSP’nin Kurucu Genel Başkanı idi. Eşinin siyasi yasaklı olduğu dönemde DSP’yi kurarak siyaset sahnesinde yer edinmişti.
Rahşan Ecevit “Eli kanlı katillerle hükümet kuramayız!” diyerek ülkücülerle hükümet etmek istemediklerini belirtmişti. O nedenle doğal olarak Bahçeli’den beklenen de, DSP ile hükümet kurup Başbakan yardımcılığı yapması yerine, sağda Başbakan olarak Hükümet kurması yönünde idi. Şartlar buna zaten müsait ve bunu gerektiriyordu!
Her darbe sonrası siyaseti yeniden dizayn eden o gizli el, doğal işleyişi bozuyor siyasi hayata estetik operasyon yapıyordu. Hiçbir şey değişmiyor, AnaSol-D Hükümeti’nin protez bacağı D (rolünü tamamlamış olan şemsiye amblemli DTP) yerine estetik operasyonla M monte edilerek DSP, ANAP ve MHP arasında kurulan AnaSol-M Koalisyon Hükümeti, TC’nin 57. Hükümeti olarak kurulmuştu.
Bakalım neler olacaktı! Bizi neler bekliyordu?
Hayati Yaman 3 yıl önce
Aden KURUN 3 yıl önce