Kur’an’da hiçbir delil olmamasına rağmen, Arapça’yı “Allah’ın dili, Ahirette tüm insanların konuşacağı ortak dil” diye tanımlayanlar, kutsayanlar Arap dilinin zenginliğinden bahsederek onu yere göğe sığdıramazlar. Oysa her dilin çok anlamlı (anlamdaş veya eşanlamlı) kelimeleri olduğu gibi Arapça’nın da oldukça fazla eşanlamlı kelimeleri vardır. Kur’an meallerinde insan aklına ve vicdanına aykırı gelen, insanın kabullenmesinin mümkün olmadığı çeviriler, bu çok anlamlı kelimelere meal verilirken, anlamca yanlış tercih edilmesinden kaynaklanmaktadır. Öncelikle bunu tespit edelim.
Ve çok önemli evrensel bir İlahî yasayı da ortaya koyalım! Yaratılmış her ne varsa, onların olduğu gibi her dil, her ırk, her renk de Allah’ın ayetlerindendir (Rum-22).
Bir önceki paylaşımımda bahsi geçen ve din diye anlatılan saçma sapan öğretiler de işte bu çok anlamlı kelimelere verilen yanlış manalardan kaynaklanmaktadır. Onlardan birisi cennet, diğeri Adem’dir. Kur’an’da geçen cennet kelimesine her yerde Allah’ın kullarına ödül olarak vaat ettiği Cennet mealini, Adem kelimesine de Adem Peygamberimiz mealini verirlerse sonuç işte o hikaye ve masallara çıkmaktadır.
İnsan türü, bizlere vaat edilen cennette değil bu dünyada yaratılmıştır. Yaratılış yerimize işaret olarak geçen Bakara-35 ile 38. Ayetlerdeki cennet, bahçe demektir. Hem de öyle bir bahçe ki geniş yapraklı ağaçlarla bezenmiş dibini, altını göstermeyen bir bahçe! Orijinal ifadeyle cennet kelimesi Kur’an’da pek çok yerde bahçe olarak geçer. Furkan-8 ve Sebe-15 ayetlerini örnek vereyim ki, okuyun ve Arapça metninde geçen cennet kelimelerinin bahçe olduğuna tanık olun.
Cenin, cin, can gibi örtülmüş, saklanmış, görünmeyen ama var olan şeyler ile cennet aynı kökten gelir. Vaat edilen Cennet de şimdilik görünmez ama inanılır. Fakat nasıl ki, anne karnında saklanmış olan cenin, ultrason sayesinde görünür boyut kazanıp görülebiliyorsa, vakti zamanı geldiğinde can, cin, cennet de görünecek demektir!
Peki şimdi de yaratılış yerine delil olarak gösterilen, yukarıda bahsettiğim Bakara Suresinin ayetlerindeki cennetin, neden ödül yeri olarak vaat edilen cennet olamayacağını ispat edelim!
-Ödül yeri olarak vaat edilen cennet imtihan yeri mi ki Tanrı Adem ile Havva’ya “Orada şu meyve hariç, dilediğiniz her ne varsa onlardan yiyin.” diyor!
-Cennet tasavvurumuzda sınırsızlık, her ne istersek, neyi dilersek ona kavuşmak yok mu? Kısıtlamalar varsa, orası cennet olabilir mi yoksa cennet tasavvurumuz mu yanlış?
-Ödül yeri olarak vaat edilen cennete kimler girebiliyor? Şeytan oraya girebilir mi, şeytanın orada ne işi var?
-Girmesi mümkün değil ama haydi kabul edelim ki şeytan cennete girdi! Ödül yeri olarak vaat edilen cennet ebedi değil miydi de, şeytan Adem ve Havva’yı ölümsüzlük vaadi ile kandırıyor?
İşte bu sorulara, A’râf-19 ile 24. Ayetler ışığında verilecek cevaplar, insan türünün yaratılış yerinin vaat edilen cennet olmadığını apaçık ortaya koymaktadır. Hatta A’râf-25. Ayet Biyosfer ve Ekosistemlerimizdeki diğer canlıların olduğu gibi biz insan türünün de yaratılış yerinin, yaşama yerinin, ölme yerinin ve yeniden dirilme yerinin bu Dünya olduğunu açıkça beyan etmektedir.
Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’in öğretilerini bize din diye satmanın, dayatmanın bir anlamı yoktur. Kaldı ki onlar “Adem ile Havva’nın yasak elmayı yemesi yüzünden cennetten kovulduk. Yoksa mis gibi cennette doğacak ve orada yaşayacaktık. Onların suçlu olması nedeniyle günahkar olarak doğuyoruz.” şeklinde inandıkları için doğan bebekleri vaftiz etmektedirler. Oysa bizim inancımıza göre doğan her bebek tertemiz, suçsuz ve masum doğar. Dahası ana belleğine yüklenmiş olan Kur’an İslam’ı frekanslı bir fıtrat üzere doğar.
Çok anlamlı bir kelime olan cennet kavramına yönelik yanlış algılarımızı düzelttiğimizde bilim ile dinin, evrim ile İslam’ın çelişmediğini anlamak hiç de zor olmasa gerek!
Şimdi de gelelim acaba insan türü tek bir insandan mı türedi? İlk insan kavramının Kur’an’dan delili var mı? Sorularına açıklık getirmeye…
Buradaki sorun ise ayetlerde geçen “Adem” kelimesine, her yerde “Adem Peygamber” manası verilmesinden ortaya çıkmaktadır.
Oysa bazı ayetlerde geçen Adem’in İslam literatüründe insanoğlu, bilimsel anlamda ise Homo sapiens olan insan türü’nü kast ettiği bariz olarak anlaşılmaktadır. Örneğin meleklerin secdeye davet edildiği A’râf-11. Ayette geçen Adem, Peygamber ve ilk insan(!) kabul edilen Adem değil, insan türü olan ademoğlu’dur. Dahası oradaki secde de boyun bükmek, boyun eğmek ve kabullenmek anlamındadır. Çünkü bilindik anlamda secde bir kula, insana değil sadece Allah’a edilir.
Zümer-9. Ayetle bilgiyi övgüye mazhar kılan Allah, meleklerin dahi bilgi ve bilge karşısında boyun bükmek zorunda kalacağını beyan etmektedir. Nitekim Bakara-30 ve 31. Ayetlerde geçen “Adem” kelimesi de bilgi ile donatılmış ve her türlü bilgiye erişim kabiliyetinde yaratılmış bir tür olarak yeryüzüne halife olarak atanıp gönderilen Homo sapiens türünü işaret etmektedir. İşte melekler özünde o bilgi karşısında boyun eğmişlerdir.
İlk başta Tanrının her türlü emrini eksiksiz yerine getiren kendileri dururken, neden yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve kan döken insanoğlunu seçtiğini sorgulasalar da bilgi karşısında “Senin bildiğini biz bilemeyiz Ya Rabbi” diye özür dileyerek melekler boyun eğmişlerdir. Elbette kibir abidesi kovulmuş şeytan hariç!..
Bakara-31’de geçen “Adem’e her ismi öğretti” ifadesinde geçen Adem’i, Adem Peygamber olarak kabul eden geleneksel din anlayışına sahip ilahiyatçılar, bu noktadan hareketle son derece hatalı varsayımlarda ve çıkarımlarda bulunmaktalar. İlk insan neslinin de modern insanlar gibi olduğunu, hatta onların daha üstün olduğunu, insanlığın gittikçe daha kötüye gittiğini, ilk insanlık neslinin de her şeyi bildiğini, Nuh Peygamberin bile oğluyla cep telefonundan konuştuğunu iddia edebiliyorlar! Akıllara ziyan ama üzülerek belirtmek gerekirse bunları televizyon ekranlarından dile getirebilmekteler! Onları işiten gençlerimiz başta olmak üzere insanlar, dine mesafeli olmasın da ne yapsın?
(Elbette www.eura24.com olarak bizi takip etsin.)
İşte tüm o yanlış çıkarımlar vahiy, bilim, akıl, fıtrat ve vicdan örüntüsü içerisinden süzülmeyen bir ayet okumanın acı sonucudur.
Bakara-30. Ayette bir yanlış meal verme daha söz konusudur. Orada geçen “câilûn” kelimesine “yaratacağım” manası verilmektedir ki son derece yanlıştır. Seçilmiş olarak “atayacağım” ya da “tayin edeceğim” anlamı verilmelidir. Çünkü yaratmak anlamı olmayan bir kelimeye yaratma anlamı verince, Allah’tan başka kimsenin vakıf olamayacağı gayb bilgisine meleklerin de sahip olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır!
Böyle bir durum ise tanrı, melek, yaratılmışların gayb bilgisine vakıf olma gibi temel ilke ve kavramlara dair tasavvurumuzu yerle bir eder.
Dolayısıyla yeryüzünde yaratılmış olan Homo türleri var ki bu evrimsel olarak da geçerli bir durumdur. Onların kan döktüğüne, bozgunculuk yaptığına ilkel ve vahşi bir yaşam sürdüğüne melekler de tanık olmaktadırlar. Kendileri dururken, Tanrının onlar arasından bir türü seçmesine anlam vermemektedirler. Bu şekilde bir sunum ne dine ne de bilime aykırıdır. Ayrıca Allah’ın evrimsel yasalar çerçevesinde yaratma ve seçme ilkelerine son derece uygundur.
İlk insan kavramının da Kur’an’dan delil bulamayacağını belirtmeliyim. Bir insan yaratan Tanrı, ikinci ve daha fazla insan yaratmaktan aciz midir? Hatta son derece bilime akla, ahlaka, evrensel etik değerlere aykırı olarak ilk insandan eşini ve çaprazlama kardeş evliliklerinin insanlık türünü çoğaltmak asla Kur’an’dan delil bulamaz.
O hususları, bir sonraki sunuma bırakmak koşuluyla, yine yüreğimizi parçalayan şehit haberleri ile sarsıldık! Aziz şehitlerimize rahmet, kederli ailelerine ve Milletimize baş sağlığı diliyorum.