Çevremizde öyle ilginç şeyler vardır ki, bir çoğumuz bunları görmesine rağmen, o güzellikleri anlayamaz ve fark edemez. Bunlar, taşlar, topraklar, bitkiler, böcekler, hayvanlar, kuşlar, suda yaşayan balıklar velhasıl insanlar olabilir. Neye baktıysam mutlaka bir uyum, ölçü, renk güzelliği gördüm.
İsterseniz havadan başlayalım. “Nasıl yani?” der gibi soru yönelttiğinizi hisseder gibi oldum. Müsaade ederseniz izah edeyim: Havaya çıkıp oradaki güzellikleri izleyebilmek için atmosferin dışına çıkmaya gerek yok. Belki ileride o da olabilir. Kim bilir belki gezegenler arası futbol maçına ya da akşam kahvesine gideceğimiz günlerde gelebilir ama bu piyango bu yaşımızla bize vurmaz herhalde.
Yaklaşık her sene gidiş geliş olarak en az bir- iki defa uçakla seyahat ediyorum. Tekerlekli sandalyede oturan bir engelli olduğum için hava yolculuğum büyük merasimlerle oluyor: Öyle diplomat, politikacı, zengin veya mega star. VIP yolcusu filan değilim. Uçağa binebilmek için telaş, bavulları verdiğimiz yerden başlıyor, gümrük ve polis kontrolünden geçip, uçağın giriş kapısına kadar sürüyor. Orada da iki kişi gelip özel bir tekerlekli sandalye ile uçağın içine taşıyıp, bize ayrılan yere yerleştiriyorlar. Özellikle belgeli engellileri uçağın cam kenarına oturtuyorlar; sanki, uçak, Allah korusun düşerse; pencereden atlayıp kurtulmamızı düşündüler galiba. İyi hoş düşünmüşler fakat, uçağın penceresi de pek dar.
Bütün bunlara rağmen uçağın pencere kenarına oturmaktan da büyük keyif alıyorum. Yolcuların büyük çoğunluğu ya uyuyor ya gazete, kitap okuyor, ya da yeni uçaklardaki önünüzdeki koltuğun arkasına monte edilmiş ekrandan film izliyorlar. Gerçi ben de genellikle kitap okurum, ya yarım olan yazı ve şiirimi tamamlarım, bazen de küçük bir çizim yaparım.
En son uçak yolculuğumda Avrupa semaları bulutluydu. Uçak bulutların arasından geçerek havalandı. Bulutların üstü güneşli ve gökyüzü mavinin envaiçeşidini ihtiva ediyordu. Yeryüzünden bulutları alttan ve ara sıra da bazen yandan görüyorduk. Bulutları üstten ve sanki rüya alemindeki gibi görmek de insana büyük bir haz veriyordu. Yakınımızda başlayan koyu ultramarin mavisinin arasında koyu kobalt maviler bizden uzaklaştıkça açılıyordu. Çok çok uzaklarda adeta hava ya kral mavisine dönüşüp çok açık bir şekilde Türk mavisiyle karışıyor ve ondan sonra da beyaza yakın bir hal alarak bulutlarla iç içe geçiyordu. Bulutlardaki gölgeler de mavi ve morun tonlarına bürünmüşlerdi.
En üstteki bulutlar sanki bir ressamın geniş fırçayla sağlı sollu boyaması gibiydi. Uçağın altında görünen bulutlar ise dereli tepeli engebeli araziye benziyordu. Uçağın alt kısmındaki bulutlardaki gölgeler yine mavi rengin tonlarıyla gölgelenmişti. Alttaki bulutların arasındaki boşluklar daha koyu Prusya mavisi ile boyanmış gibi görünüyordu. Alttaki bulutlardan güneş ışığını gören tepecikler ise empresyonist ressamların gümüş sarısıyla daha dikkat çekiciydi. Bu bulut yığınları arasında güneş ışıklarını çok olgun bir renkte veriyordu. Hiçbir yerde mavi gölgeler de ve beyaz renklerde de çiğlik yani uyumsuzluk yoktu.
Cemreler de ağır ağır düşüyordu. Şubat ayında gökyüzü bulutluydu. Bir ara güneş bulutların arasından yüzünü gösterdi. Hanım, “Birkaç gündür dışarı çıkmadın. Akülü sandalyeye bin ve ekmek alıp gel, hem de biraz hava almış olursun” dedi. Onun yardımıyla çok hızlı hazırlandım. Başıma başlığı giydirip bir de maskemin ipini kulaklarım arkasından geçirdikten sonra; “Aman, kalabalık yerlere girme! Çabuk gel” deyip beni uğurladı. Sokakta renkli elbiseleri ile dolaşan karnaval eğlencesi yapmak isteyenleri gördüm. Birden gözümün önüne eski karnaval eğlenceleri geldi. Köşe başında karnavallarında eski tadı yok diye arkadaşlar ve komşular konuşuyordu.
Önce Corona virüsü karnavalı insanların zihninden adeta sildi. Son bir iki senedir karnaval kutlamaları, virüsün yayılma ve bulaşma tehlikesinden dolayı iptal edilmişti. Karnaval düşkünleri üzgün ve buruk bir umutla hep gelecek seneyi bekliyorlardı. İnsanlar arasında büyük korku ve endişe yayan virüs yüzünden; çevremizden ve yakınlarımızdan hiç ummadığımız birçok tanıdık değişik yaşlarda toprağa verilmişti. Her yeri hastalık bulaşması ve ölüm tehlikesi sarmıştı. İstenmeyen misafir olan korona virüsü kimlik değiştirerek adeta ölüm korkusu saçarak her eve sadece kapı, pencereden değil; bacalardan da giriyordu. Girdiği evlerde de bazen keşke aşı olsaydık; belki ölüm olmazdı gibi dönüşü imkânsız acılara gark ediyordu.
Hastalık sınırları aşarak bütün kıtaları geçip insanlar arasında kültürel, sosyal, turizm, seyahat, ticari, siyasi ve bilhassa insani ilişkileri kopardı. Eskiden görkemli olan düğünler bile yapılamaz oldu. Hasta ziyaretleri, ölüm ve cenaze defni hastalık ve ölüm korkusundan dolayı belli bir sürede olsa terk edildi. Birçok meslek eski önemini yitirdi, adeta dijital ticaret, sipariş, evlere yemek ve yiyecek servisleri yaygınlaştı. Eğitim sistemi büyük sekteye ve kesintiye uğradı. Aile içinde günlerce beraber kalma zorunluluğu yüzünden bazı sıkıntılar ortaya çıktı. Bazıları bu değişime ve dönüşüme uyum sağlayamadıkları için aile içi sorunlar çoğaldı ve ayrılıklar adeta tavan yaptı. Artık kimse kimse ile ilgilenmiyordu. Adetler, gelenekler, görenekler, toplantılar, toplumsal etkinlikler, bayramlar, sergiler, konserler ve yaşadığımız şehirdeki karnaval bile eski etkisini, işlevini yitirmiş duruma geldi…
Komşu Margaret ile arkadaşı Anton’u evimizin sokağında gördüm. Rengarenk giyinmişlerdi. Yanlarına iki metre yaklaşınca maskemi biraz aralayarak;
“Aaa! Karnaval var mı?”
Ellerindeki alkol şişelerini havaya kaldırarak;
“Yeter artık virüsten korkmamız!” diye hoplaya hoplaya haykırdılar ve “elbette var!” deyip ana caddeye doğru dans ederek gittiler.
Fırının yanına yaklaşınca; elindeki ekmek torbasıyla çıkan bir delikanlı, ağzını kurt gibi açarak ana caddeden geçen tramvaya doğru;
“Ulan Putin! Sırası mıydı Ukrayna'yı işgal etmenin! Senin yüzünden bu sene de karnaval eğlencesi ve geçiş töreni iptal edilmiş.”
Ben de karnaval eğlence ve törenlerinin iptal edilmesini böylelikle duymuş oluyordum. Fırından ekmeği alarak hemen eve döndüm. Eve dönerken yüzleri asık gençleri ve bizlere yaklaşmaktan korkan endişeli yaşlıların köpeklerini gezdirdiklerini gördüm. Ne yalan söyleyeyim benim de moralim bozuldu. Aslında karnaval eğlencelerine katılmam ama üç senedir de korona virüsü yüzünden sinirler iyice gerilmişti. Ölümcül virüsten daha fazla bir de dünyayı nükleer savaş tehlikesi sarmıştı. Eski Rus imparatorluğunu tekrar kurmak isteyen Putin’in ihtiraslarını kimse önleyemiyor ve sırayla önce parçalıyor ve sonra da yutuyordu.
Yayılmacı ve saldırgan tavrından dolayı Rusya Devlet başkanı, Avrupa’yı ve dünyayı “çok korkunç savaşlar olacak” diye korkutuyordu. Adeta ayı ile fare kavga ediyor, farenin ezilmesini ise diğer ülkeler ve insanlar televizyon ekranlarından maç seyreder gibi izliyordu. Sanki İkinci Dünya Savaşında Hitler’in Polonya, Danimarka, Hollanda, Belçika, Fransa ve Balkanları işgal durumuna benzer bir hali yaşıyorduk.
Yüzüm asık olarak eve geldim. Hanım sofrayı hazırlıyordu. “Yardım eder misin?” deyince gülümseyerek başımı evet anlamında salladım. Masadaki yerime tekerlekli sandalyemi park ettim. Önüme iki adet kırmızı soğanı getirdi. “Kuru fasulyenin yanında iyi gider. Hem de hafta sonu” diye izah ettikten sonra; “Yuvarlak yuvarlak dilimleyip üzerine de tuz ekip terbiye edersen midemize de dokunmaz” dedi.
Hemen içimden besmele çekip işe koyuldum. Kırmızı soğanın ince kabukları koyudan açık bir mor renge doğru gidiyordu. Arada sarımtırak ve saydam damarlar vardı. Çok dikkatli olarak aynı kalınlıkta yuvarlaklığını bozmadan dilimledim. Büyükçe ve düz olan kahvaltı tabağına güzelce dizdim. Yeşil ve kırmızı biber ile küçücük marul yapraklarıyla süsledim. Bu işlemi yaparken de savaşın korkunçluğunu, şehirlerde bozulan düzenden dolayı hiçbir şeyin bulunamayıp, bu acı soğanın bile bal tadında olacağını düşündüm. Hazırladığım tabağa bakınca soğanın çizgileri ve ortaya konan motiflerden etkilenerek Ukrayna’daki savaştan dolayı aç kan çocukları, kadınları, hastaları, yaşlıları, engellileri düşündüm… Barış içinde yaşayarak acı soğan da olsa ailecek, kardeşçe bal tadında yemek varken ne gerek var savaşa deyip, kuru fasulye tabaklarının arasına kırmızı soğan tabağını koydum ama beyaz kâğıt peçete ile gözlerimi sildim.
Çok şükür kuru fasulyenin kırmızı soğan tabağını da hazırladık. Çizgiler ne güzel değil mi? Güzel Rabbim ne güzel yaratmış. Bu soğanı yerken değil; soyup böyle dilimlerken inanın, bu güzellik karşısında gözlerim yaşardı… Sevgiyle birbirimize yaklaşırsak; acı soğan bile bal gibi olur yeter ki sağlık, huzur ve barış olsun.
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?