Hukukçu Cumhurbaşkanı

17-03-2022

1999 seçimleri sonucunda şekillenen Meclis, içinden AnaSol-M Hükümetini çıkardığı gibi, yine içinden veya dışardan ülkenin 10. Cumhurbaşkanı’nı seçecek bir Meclisti aynı zamanda! Çünkü o dönemde Süleyman Demirel’in yedi yıllık görev süresi doluyor ve yasalar gereği Cumhurbaşkanlarını Meclis seçiyordu.

 

Bülent Ecevit’e kendisinin aday olması teklifi götürülüyordu. Fakat kendisi Lise mezunu olduğu için mevcut yasalara göre aday olamıyordu. Aslında yasayı değiştirmeyi bile teklif ediyorlardı. Olur muydu? Ülkede olmayacak hiçbir şey yok gibiydi ama Ecevit, o yolu tercih etmedi.

 

%47’lik oy dağılımı ile Mecliste temsil edilen sağ partiler (MHP, FP, ANAP, DYP) kendi aralarından bir Cumhurbaşkanı çıkarabileceğine inanıyorlardı. O yönde çalışmalar başlatılmış ve üzerinde uzlaşılabilecek bir aday arayışı içindeydiler. Tabi bu çalışmalara Devlet Bahçeli ile başladılar, kendisi üniversite mezunu olduğu gibi Doktor ünvanlı akademik titri de vardı. Başbakanlık görevine yanaşmadığı gibi, Cumhurbaşkanlığı adaylığına da yanaşmadı!..

 

Daha sonra geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrılan MHP Aksaray Milletvekili Sadi Somuncuoğlu üzerinde anlaşmaya varıldı. Somuncuoğlu, MHP milletvekili olsa bile adaylığı elbette Bahçeli’ye rağmen idi! Çünkü Bahçeli kendisi aday olmadığı gibi MHP’den de kimsenin aday olmasını istemiyordu!

(Bu vesileyle Sadi Somuncuoğlu’na da Yüce Allah’tan rahmet dileyelim.)

                                   .           .           .

Şimdilerde sağ veya sol tandanslı sağduyulu seçmenin hiç anlam veremediği, siyasetle ilgilenenlerin ise mümkün olmayacak kararlara imza atıyor diye analizler yaptığı Bahçeli’nin o tavır ve tutumları yeni değildi anlayacağınız! Görevini sonuna kadar icra edinceye dek de devam edecek gibi gözüküyor! Çünkü kemikleşmiş kitle denilen parti tabanı, “O ne dediyse bizim için de son söz öyledir!” şeklinde kodlanmış ve konumlanmış vaziyette idi.

                                   .           .           .

 

Bahçeli ne yapıp etmiş, kazanması kesin olan Sadi Somuncuoğlu’nun adaylığını engelleterek, ülkücü bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasının da önüne geçmişti. Ne kadar ilginç değil mi? Ülkücü bir Partinin Genel Başkanısınız, -Ülkücülük öyle sağda solda olmaz. Ülkücülüğün içerdesi dışardası olmaz. Ülkücülüğün bağımlısı bağımsızı olmaz. Ülkücülük sadece ve sadece MHP’de olur! Başka çatı, başka ev aramaya gerek yoktur. İşte size baba ocağı, işte size ev, işte size çatı!- diye söylem geliştireceksin. Zaman zaman yuvaya davetler yapacaksın. Ama fiiliyattaki durum ise her daim ülkücülerin önünü kesmek olacak! Tabi buraya da siyasi alanın kutsal tevilleri anında harç olarak sıvanır! Nedir onlar?

“Bu küçük aklınla sen bunları idrak etmeye kalkma. Zira sendeki bu terazi bu kadar yükü çekmez. Sistem kayış atar, devrelerin yanar. Sizin bilmediğiniz şeyler var! Sizin aklınız ermiyor! Büyükler her şeyi bilir!”

Yersen, afiyet olsun anam…

 

Devlet Bahçeli, Sadi Somuncuoğlu’nun adaylığını engellettirme operasyonunu şimdi MHP’den ayrılmış olan ve halen Meclis’te Demokrat Parti Milletvekili olarak görev yapan Cemal Enginyurt üzerinden yürütmüştü.

Belki yumuşama olur diye son ana kadar bekleyip dilekçesini vermek üzere akşam saatlerinde Meclis Bahçesi’ne giren Sadi Somuncuoğlu’nun aracının önü kesilmiş, araca Cemal Enginyurt ve bir kısım arkadaşı darp uygulamış, bırakın Meclis Başkanlığı’na adaylık dilekçesi vermeyi, kendisinin araçtan inmesi dahi engellenmişti!

 

Tam bağımsız, yerli ve milli olamamış kukla ülkelerde darbelerin siyaseti nasıl dizayn ettiğini görüyorsunuz değil mi?

 

Sonuç olarak TBMM, kendi rüştünü gösterememiş ve Cumhurbaşkanı adaylığı için yeniden dışardan adaya mahkum olmuş konumunda idi. Çünkü o zamana kadar üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, sekiz ve dokuzuncu Cumhurbaşkanları olan Turgut Özal ve Süleyman Demirel sivil Cumhurbaşkanı idiler! Öncesinde hep TBMM dışından ve genellikle asker kökenli seçilen Cumhurbaşkanlarımız vardı.

 

Cumhurbaşkanlığı ve Köşk’ün bulunduğu Çankaya, siyasi tarihimizde çok önemli bir yer olarak kabullenilirdi. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam olarak görülse de, devletin temsil makamı da olduğu için aynı zamanda onurlu bir makam idi. Sonuçta yetkileri çok fazla olduğu için her seçim döneminde müthiş doğum sancıları olurdu! Aslında tanımlanırken; -siyasetten uzak, partisiz olmalı, siyasetten geliyorsa bile partisinden istifa ederek bağımsız davranmalı ki, halkın tüm kesimlerini kucaklayan pozisyonda olabilsin- anlayışı hakim kılınmıştı! Partilerden gelince ister istemez taraflı davranır ve tarafsızlığını muhafaza edemez, şeklinde ön kabullerle dışardan adaylıklar sıcak karşılanırdı! Bakıldığında çok mantıklı izahlardı bunlar ama rüştünü ispat edememiş Meclis görüntüsü vermek de hoş değildi!

 

Cumhurbaşkanlarının yetkileri çok fazla ama seçmene karşı sorumlulukları yoktu. Çünkü hem seçimlere girmiyor, hem de hükümet etmiyordu! Fakat kararlar onun imzasıyla onaylanıyor ya da veto ediliyordu. Ona rağmen seçimlerde halk faturayı siyasi partilere ve liderlere kesiyordu! Bu yönüyle hep eleştirilen ve sıklıkla ülkede krizlere neden olan bir makam idi de...

 

Bir de sol kesim ve sol aydınlar Çankaya’yı son kale olarak, Cumhurbaşkanlığı makamını ise Cumhuriyetin emniyet supabı olarak görür ve o şekilde değerlendirirlerdi. Aslında ne kadar da haklılarmış da bizim haberimiz yokmuş! Çünkü bugünden bakılınca o haklılığın ayan beyan ortaya çıktığı görülmekte idi. Fakat sağ ve dindar kesim ise o makamı kendilerine karşı güç ve cephe olarak kullanılan bir kurumsal yapı olarak değerlendirmekte ve Cumhurbaşkanlarına öyle bakmaktaydılar. Özellikle Demirel’in artık seçmene ihtiyacının kalmadığı, Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki antidemokratik tutumları, yaptığı beyanatları bu algıyı pekiştirmişti!

 

Sorun, aslında kamplara bölünmüş olan ülkenin çeşitli kesimleri arasında yer alan tarafların birbirlerine olan güvensizliklerinde yatmakta idi.

 

Bütün kurumların tek bir görüş veya fraksiyona hizmet eder pozisyonda toplanmasının her alanda dayanılmaz acılar doğurduğu apaçık ortadır. Kurumları ele geçirelim mantığıyla hareket edilerek, liyakat yerine sadakat temelli bir bürokrasi kadrolaşmasının ne kadar haksızlık doğurduğunu ve yanlış sonuçlarla vatandaşın devletine olan güvenini yerle bir ettiğini bugün çok daha iyi görmekteyiz. Ama o günün şartları ön görülerimizin önünü tıkamaktaydı!

                                   .           .           .

 

Ecevit’in önerisi ile AYM Başkanı, hukukçu Ahmet Necdet Sezer 10. Cumhurbaşkanı adayı olarak Meclis’e sunuldu ve Meclis’te seçilebilecek oy rakamına 3. tur oylamaları neticesinde ulaşarak, Cumhurbaşkanı seçilmiş oldu. Tarihimizde ilk kez hukukçu bir Cumhurbaşkanımız olmuştu. Bakalım gelecek günler nelere gebe idi!

Çünkü Adalet mülkün temeli ve Hukuk herkese lazımdı…

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?