İkinci Dört (…+4+…)

09-04-2022

İlkokulu bitiren çocuğumuz, artık on yaşına geldi. Bu yazımızda ortaokulda okumakta olan öğrencilerin, onlarla bu süreci kesintisiz bir şekilde yaşayan öğretmenlerin ve anne babaların da etkisinde kaldığı durumlardan söz edeceğiz.

Eski, belki de eski dememeliyim, önceki sistemde bir yıl daha okuyup ilkokulu tamamlıyor ve ondan sonra ortaokula başlıyordu. Ancak, Blog’da köşe komşum olan Hayati Yaman Hoca’mın anlattığı malum nedenlerden dolayı ne yazık ki eğitime de siyaseti karıştırıp 4+4+4 sistemini getirdik. Bu sistemin tutması için ilkokul birinci sınıfların okula başlama yaşı bile bir ara neredeyse beşe çekildi. Ve on bilemedin on bir yaşındaki bir çocuğa sen artık yetişkin oldun, ortaokullusun dedik.

Peki, biz böyle deyince çocuk hemen büyümüş oldu mu acaba? Yaşı gereği, matematiksel işlemlerle ilgili olarak aslında daha sadece somut işlemleri kavramakta bulunan o körpe zekâsı, algılama gücü soyut kavramları nasıl ne şekilde algılar, işte bunu hiç hesap edemedik.

5. Sınıf öğrencileri henüz somut işlemler döneminde olduklarından soyut konuları, bilhassa matematiksel konuları algılama sorunu yaşıyorlar. Eskiden böyle sorunlar yaşanmıyordu. Tıpkı önceki eğitim sistemi olan 5+3 şeklinde olduğu gibi. Hala Avrupa’da benzer kurumların bu soyutlukta matematiksel kavramları öğretirken çocuğun yaş ve gelişimini dikkate aldıkları gibi…

Birçok köy, ne yazık ki yapılan bir dizi hata sonucu köylüler tarafından terk edildi. Şehre göçler hızlandı. Bunun sonucunda da köyde bulunan ilkokullarla ortaokullar ne yazık ki kapanma yoluna gitti. Devlet çözümü taşımalı eğitimde buldu. Taşımalı eğitimle sabahın köründe henüz güneş doğmamışken köyünden kalkıp servise binerek yarım saat, kırk dakika aç bir şekilde yolculuk yapıp şehirdeki ortaokula zor yetişen öğrenci parası yoksa öğleye kadar bir şey yemiyor, parası varsa soluğu kantindeki poğaçanın dibinde alıyor.

Bir öğrenci için kahvaltı, güne zinde başlamanın, zihnî melekeleri harekete geçirmenin ilk şartı. Ancak taşımalı öğrencilerin çoğu kahvaltının ne olduğunu en azından hafta içi unutmuş durumda.

Aynı zamanda bu ortaokuldaki minikler, isteseler de herhangi bir sosyal kulübün, okulda öğleden sonra ders dışında düzenlenebilecek kültürel veya sportif etkinliklerin hiçbirine, servise yetişip tekrar köyüne dönmek zorunda olduğu için katılamıyor.

2012 yılında zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılmış, eğitim kademlerinin süreleri yeniden düzenlenerek, sistemde yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu düzenlemeyle, ortaokulların haftalık ders saati 35’e çıkarılmıştır. Günümüz ortaokul eğitiminde günlük 7 ders saati çok fazla. Üstelik hiç de yararlı ve verimli değil. “Biz yaptık, çaresiz çocuk bu kadar dersi alacak.” düşüncesi temelden çürük ve mantıktan oldukça uzak. Henüz oyun çağındaki bir çocuğun derslerde gördüğü bunca bilgiyi algılama, öğrenme, özümsemesi açısından da kolay kolay altından kalkabileceği bir yük değil. Bu nedenle çocuklarda psikolojik sorunların bile sık sık yaşandığına tanık olunuyor artık. Günlük ders saati en çok 6, haftalık ders saati en fazla 30 olmalı.

Aslında diğer kademelerde olduğu gibi ortaokul sistemi de kendi içinde birçok çelişkiyi barındırıyor. Siz bir yandan on, on iki yaşındaki bir çocuğa ders yükü ve müfredatı bakımından hem kapasitesinin çok üzerinde bir yükleme yapıyorsunuz. Beri yandan da öğrencinin zorlanacağını, sınavlarda zayıf alacağını, dahası sınıfta kalacağını da hesap ederek geçmeyi kolaylaştırıyorsunuz. Yani bir elinizle yapmaya çalıştığınız bir binayı, diğer alinizle yıkıyorsunuz.

Hâlbuki ders ve müfredat yükü hafifleştirilmeli, bunun yanında sınıf geçme zorlaştırılmalı. Ortaokul ve liseler zorunlu eğitim kapsamına alındığından beri öğrencilerin sınıfta kalmaları ülke ekonomisine yük oluşturacağı hesap edilerek sınıf geçme kolaylaşmıştır.

Öğrenciler, dersleri ve konuları ne kadar kendilerini zorlayıcı mahiyette olursa olsun, bir şekilde kolayca sınıfını geçtiğini hissettiği andan itibaren ders çalışmayı bırakıyor. Öğrencilerin sınıf tekrarı veya kalmalarının söz konusu olmadığı bir sistemde derslerine doğru dürüst çalışmadan bir de belge alması o belgelere ulaşımı kolaylaştırıyor. Buöğrenci nezdinde belgelerin bir cazibesi de kalmıyor. Böyle olunca benim ortaokulda okuyan öğrenci ders çalışmaya niçin gerek duysun ki?..

Ortaokullar üzerine yapılan araştırmalarda gözlemlenen bir başka sıkıntı, “velilerin okula karşı ilgisiz olması”. İlkokulda çocuğuyla nispeten daha fazla ilgilenen veliler, ortaokulda bu ilgilerini büyük oranda kaybetmiş gibiler. Bu veli profilinin büyük kısmını da eğitim seviyesi düşük, sosyoekonomik düzeyi yetersiz veliler oluşturuyor.

            Bu noktada asla yanlış anlaşılmak istemem. Evini geçindirmek zorunda olan, bunun için zor şartlarda para kazanma derdine düşen bir veliden, 8-5 mesaisi yapan, daha varlıklı ve rahat bir veli kadar çocuğuyla ilgilenmesini beklemek pek mümkün değil. O tip velileri suçlayacak kadar insaniyetimizi de yitirmedik henüz.  Ancak, özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük, yoksul ebeveynlerin, eğitim gündemi dışında, yaşamsalkaygılarının olması, okula ilişkin ilgisizliğin nedenlerinden biri. Bu fotoğrafı tersinden okursak, sosyoekonomik gücü nispeten yerinde ve eğitim seviyesi daha yüksek velilerin çocukları belirgin ölçüde başarılı diğer akranlarına göre.

Ortaokulların hayati sorunları arasında “eğitim politikalarının” ve “eğitim programlarının” sık değişmesi de var. Eğitim politikaları, eğitimin doğası gereği, uzun perspektifli olmak zorundadır. Çünkü bugün, ilkokula başlayan bir öğrenci, hiç sınıfta kalmazsa, 16 yıl sonra lisans düzeyinde bir yükseköğretim programından mezun olacak. Ancak Türkiye’de, eğitim sistemine ilişkin çoğu düzenlemenin ömrü, ortalama iki-üç yıl olup bir öğrencinin mezuniyet sürecini kapsayacak kadar uzun ömürlü bile olamadı şimdiye kadar.

Son on, onbeş yıllık eğitim politikaları incelendiğinde, yalnızca ilköğretimden ortaöğretime geçişi düzenleyen sınavlara bakıldığındadahi, bu sorun görülebilmektedir. Örneğin, 2005 yılında liselere giriş sınavı kaldırılarak, yerine Ortaöğretim Sınavı, 2007 yılında bu sınavdan vazgeçilerek 6,7 ve 8. sınıflarda sınava girmeyi gerektiren Seviye Belirleme Sınavı (SBS) getirilmiştir. Bu sınavın ömrü üç yıl olmuş, 2010 yılındaLiseye Geçiş Sınavı yeniden düzenlenmiş, sınav sayısı üçten bire indirilmiştir.

2013 yılına gelindiğinde SBS yerini, Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sınavı’na (TEOG) bırakmıştır. Bu sınav ise 2017 yılında kaldırılmış, yerine ikili bir yapı getirilmiş; liselerin büyük çoğunluğunda “adrese dayalı yerleştirme”, az sayıda “nitelikli” liseye ise yeni bir geçiş sınav getirilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bu düzenlemeler, eğitim sahasında yer alan öğretmen, öğrenci, veli, idareci gibi hiçbir paydaşın görüşü alınmadan ve çoğu zaman pilot uygulamaları yapılmadan hayata geçirilmiş, eğitim politikaları açısından kısa denilebilecek sürelerde de uygulamalardan vazgeçilmiştir.Eğitim sistemindeki bu tür değişimler, beraberinde belirsizlikler getirmektedir. Ve ne yazık ki deneme yanılma usulünün belki de son uygulanabileceği bir yer bile değildir eğitim alanı.

Bildiğimiz gibi, uzun zamandır okullarımız çocuklara sadece bilgi yükleme yarışına mahkûm oldular. Yani sadece zihinsel alanda faaliyet gösterdiler. Bu bile, tam anlamıyla olmadı. Çocuklarımızın zihinsel yeteneklerini, yani anlama, kavrama, akıl yürütme, hatırlama, soru sorma, problem çözme, hayal gücünü çalıştırma gibi yeteneklerini geliştirmeyi amaçlaması gereken zihinsel eğitim; sadece test sınavlarında doğru cevap seçeneğini hatırlama yeteneğini geliştirmekle sınırlı kaldı. Gerçek öğrenme sağlanamadı. Bedensel ve duygusal eğitim ise tümden unutuldu desek, yanlış olmaz sanırım.

Bu eğitim anlayışından ortaokullar da fazlasıyla nasibini aldı. Anne ve babalar, “Aman çocuğum LGS’ye girsin de yüksek bir puan alarak bari, geçmişteki bir bakanın deyimiyle, nitelikli bir okula kayıt yaptırma hakkı kazansın” düşüncesiyle ha babam, LGS’ye hazırladılar. Ortaokuldaki ağır müfredat yüküyle uğraşmak zorunda olan çocuk, bir de on üç yaşında sınav kaygısının altına girdi. Onların çocuk olduğunu unuttuk. Hatta öylesine unuttuk ki, dersine girdiği bir sınıftaki LGS’yi kazanma ışığı gördüğü birkaç öğrencinin adını sayan sözde bir matematik öğretmeni, diğer öğrencilerle zaman kaybetmemek içinonlara “Siz LGS’yi nasıl olsa kazanamazsınız, okul derslerine bakın en iyisi…” diyebilecek kadar meslekî ve beşerî anlamda irtifa kaybedebildi.

Kendilerinin çocuk olduğunu onlar bile unuttu ve adeta robotlaştılar. Bütün bir yıl boyu gece gündüz çalışan küçücük yavrular, birkaç saate sığdırmaya çalıştılar alın terlerini, göz nurlarını, kucak kucak test kitaplarından zihninde kalanları… Sonunda çok azı sevindi, nitelikli oldular çünkü. Diğerleri niteliksiz (!) etiketiyle farklı okullara savrulmak zorunda kaldılar.

Ortaokullardaki söz etmek istediğim son sorun ise, kimi öğretmenlerde görülen tükenmişlik sendromu. Yapılan araştırmalara göre öğretmenlerin bazılarında gözlemlenen bu duygu durumu, ne yazık ki öğretmenin dersine, verimliliğine, öğrencilerle iletişimine; hatta özel hayatına da yansımakta. Kimi zaman ekonomik sorunların ve buna bağlı olarak toplumun büyük çoğunluğunun nezdinde öğretmenin eski saygınlığının bulunmadığı inancı, söz konusu sendromu ne yazık ki besliyor.

…Ve nihayet çok şey söylemek istediğimiz, belki de en zor süreç olan “lise dönemi”ne gelmiş bulunuyoruz yazımızın sonunda. Görüşmek dileğiyle…

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Adem KURUN
Adem KURUN 3 yıl önce
Söylenecek o kadar çok şey var ki, neyi anlatacağına karar veremiyorsun Hocam. Sanırım "lise dönemi" tek yazıya sığmayacak.
Hayati Yaman
Hayati Yaman 3 yıl önce
Ne güzel harmanladınız hocam sorunları! Ağzınıza sağlık, dimağınıza kuvvet...