Kendi planlarımızı yaparız ama kaderin de planları olduğunu unuturuz. İnsan, hayatında olan biten ne varsa anlamlandırmaya çalışır. Anlam veremediği hususlarda ise Yüce bir gücün takdirine teslim olmak zorunda kalır. Bazen, eli görmediğimiz için yazıyı kalemin yazdığını sanırız. Kötü olaylar yaşadığımızda kaleme öfkelenir, küser, kızar, sızlanırız. İyi olaylar yaşadığımızda ise, kaleme ve kendimize övgüler yağdırır, olan bitene sevinir hatta şımarırız. Kısaca iyi bir seçim yaptığımızda aklımızı kutlar, kötü bir seçim yaptığımızda kaderi suçlarız.
Olgun insan ise, yaşadığı iyi şeylerde kendi payını unutmamakla birlikte kalemi Allah’ın tuttuğuna inanır. O’nun nasibinin hayatın tüm alanlarında başrolde olduğunu bilir. Olgun insan, kötü şeylerde ise kendi payını aramaya çalışır. Dünyada bir şeyler yanlış gidiyorsa bende de bir şeyler yanlış gidiyordur, deme cesaretini gösterir. Gücünün yetmediği durumlar olduğunda da bütün yazıları yazan Allah’ın eli olduğuna inandığı için olaylar karşısında dalgaların art arda çarptığı bir kaya gibi durur. Sakin, sağlam, çevresindeki hareketlerin durulmasını bekleyen bir kaya gibi. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş,” makamı böyle bir duruşun sonucudur.
İmam-ı Azam, el-Vasiyye adlı eserinde şu bilgilere yer vermiştir: Allah Teâlâ, kaleme yazmasını emretmiş, kalem, “neyi yazayım?” diye sormuştur. Allah Teâlâ da “kıyamete kadar olacak şeyleri yaz”, demiştir. “Onların işledikleri bütün işler defterlerdedir. Küçük, büyük ne varsa hepsi levh-i mahfuzda yazılıdır,” buyurmuştur. (Kamer Suresi, 52-53)
Ne varsa her şey yazıldığına göre, insan kaderinin mahkûmu değil midir? Özgürlüğümüz ve irademiz elimizden alınmamış mıdır? Hayır, özgürlük ve irade elimizdedir. Çünkü Allah’ın her şeyi önceden yazması veya bilmesi, kullarını mecbur bırakmaz. Kullar kararlarını mümkün olan seçenekler arasından özgürce seçerler. Allah’ın olacak olan olayları önceden bilmemesi asla düşünülemez. Çünkü bilgisizlik, eksiklik doğurur. Allah ise eksiklikten münezzehtir, uzaktır. Bilmeyen bir Allah'a hiç kimse tapmak istemez.
Hiç şüphesiz ki, hayatta değiştiremeyeceğimiz şeyler de vardır. Doğduğumuz aile, genetik yapımız, güneşin doğudan doğup batıdan batması, ilkbaharda doğanın canlanmaya, sonbaharda sönümlenmeye başlaması, mutlak kaderdir. Yaşamdan ölüme gitmek, insan için değiştirilemez bir hakikattir. İbni Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözü, istisnaları barındırsa da teslim olmamız gereken gerçeklerdir.
Buna mukabil, hayatta değiştirebileceğimiz şeyler de vardır. İnsan, genç, sağlıklı ve varlıklı iken dağları devirebileceğini düşünür. Gücünün ve özgürlüğünün zirvesindedir. Ancak yaşlı, hasta, yoksul, acılı vb. durumlarda iken kendisini son derece zayıf ve kaderin bir mahkûmu olarak görür.
Kur'an-ı Kerim'de insanın, birbirine zıt gibi görünen her iki durumuna bir işaret vardır. Bu zıtlıklar arasındaki uyum ve denge bizi zenginleştirir ve sakinleştirir. Sıcakla soğuğun, karanlık ve aydınlığın, siyah ve beyazın uyumu nasıl ki doğada gizlenmiş bir zenginlikse, özgürlük ve esaretin uyumu da kaderde gizlenmiş bir zenginliktir. İnsan yaşamındaki bu zıtlıklar ve zikzaklar, sanki aynı potada eriyip gitmektedir. İnsan, kâh kuru bir yaprak gibi rüzgârın önünde savrulan zayıf bir varlık, kâh rüzgarı arkasına alarak yol kateden güçlü bir varlıktır. Önemli olan gücümüzün veya güçsüzlüğümüzün farkına varıp, ona göre şekil almaktır.
Bir kutsal kitapta geçen şu dua bu duruma çok güzel bir örnektir: “Allah’ım! Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmem için bana güç ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için yine bana güç ver. Neleri değiştirebileceğimi ve neleri değiştiremeyeceğimi ayırt edebilmem için de bana akıl ver...”
Hz. Peygamberin hayatında kaderi anlamamızı kolaylaştıracak birçok örnek vardır. Şöyle ki: Bir adam, uzaktan gelmiş, Hz. Peygamber'e: "Devemi bağlayıpta mı, Allah'a tevekkül edeyim? Yoksa salıveripte mi?" diye sormuş. Hz. Peygamber: "Deveni bağla, öyle tevekkül et," buyurmuştur.
Başka bir konuşmasında da insanlara şöyle hitap etmiştir: "Sizler, Allah'a gereği gibi tevekkül etseydiniz, sabahleyin aç olarak gidip, akşamleyin tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı."
Doğadaki sistemin işleyişi muhteşemdir, yol göstericidir. Kuş kadar aklı ve gücü olanların bile rızık peşinde koştuğunu gösterir bize... Nasıl olur bilinmez ama Kaşgarlı Mahmut’un dediği gibi, ağılda oğlak doğunca, derede otu biter.
İnsana gelirsek, kuş kadar aklımızın olmadığı zamanlar yaşamışızdır elbet. Gücümüzü fark ettiğimizde de eskilerin deyimiyle, kuru taşın üzerinde ev olmuşuzdur. Erkeğimiz avcı, kadınımız toplayıcıdır. Zekâmız kavrayıcıdır. İnsan, yeri gelmiş, dağlar aşmıştır. Yeri de gelmiş, el emeği göz nuru ile hazırladığı çeyizler sandıktan taşmıştır. Şimdilerde ise suya dökülen renkleri adeta dans ettiren ebru, suluboya gibi sanat eserleriyle, uzaya giden mekikleriyle gönlünü ve ufkunu açmıştır. Doğa olaylarına uygun, yaşam ferahlığı veren evler, caddeler, bağlar, bahçeler tasarlamak, insan onuruna yakışır hayat tarzları tanzim etmek yine insanın varoluşuna karşı bir borcu ve şükrüdür.
Tedbir aldıktan sonra takdire boyun eğerek tevekkül etmek, müminin takınacağıen güzel tavırdır. Tevekkül, gerekli gayreti gösterip, önlem aldıktan sonra işin sonucunu Allah’a bırakmaktır. Abdülhakim Arvasi’nin belirttiğine göre tevekkül en başta, başaramama korkusunu yenmektir. Başaramama korkusunu yenip de elimizden eleni yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmaktır. Yarınlar henüz yaratılmamıştır. O ne dilerse onu yaratacaktır. Hırsa boğulup başarıda diretmemek, vaktinde ve yerinde bırakmayı bilmekte bir tevekküldür. Ağaç değiliz ya, yerimizi değiştiririz. Başka kapılar belki daha hayırlıdır. Allah bir, kapısı bin birdir.
Hz. Ömer, halifeliği dönemimde veba salgını olduğunu öğrendiği Şam'a girmeyip geri döner. Bazıları:
"Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun Ey
Ömer!" deyince, Hz. Ömer şöyle cevap verir:
"Ben, Allah'ın bir kaderinden başka bir kaderine kaçıyorum. Önlem alıyorum.
Hiçbir fiil kaderin dışında kalmaz. Bulaşıcı hastalık bulunan bir beldeye girmemek de bir kaderdir."
İmam Cafer Sadık, kader ile ilgili şöyle söylemiştir: “Bir olumsuzlukta kulu kınayabiliyorsan bu, kulun seçimidir. Kulu kınayamıyorsan bu, Allah'ın seçimidir.”
Plutarchos'un verdiği şu örnek, kader ve tevekkül anlayışımızın nasıl olması gerektiğine güzel bir örnektir:
"Bir fırtınanın yaklaştığını gören kaptan, Yaratıcıya yakarır ama bir yandan da dümeni kendine çeker, yelken direklerini indirtir ve böylece fırtınadan kurtulur."
Hz. Ali de, her şeyin, kadere göre gerçekleştiğini belirttikten sonra, kaderin, insanları mecbur bırakmadığını ve fiillerini hürriyet içinde gerçekleştirdiklerini söylemiştir. Aksi takdirde hem dünyada hem de ahirette, mükâfat veya ceza uygulamasının Allah’ın adalet ilkesi ile bağdaşmayacağını, insana akıl verilmesinin, peygamber ve kitap gönderilmesinin bir anlamının olmayacağını belirtmiştir.
Bütün bunlara rağmen, kaderin ilahi bir sır olma özelliğini de koruduğunu bildiren yine Hz. Ali’dir. Gerçekten de hayat, bazen sırlı yüzüyle karşımızdadır. Hangi kelimeleri yan yana getirirsek getirelim, hangi düşünce bulutunun içine girersek girelim, Allah’ın sistemini bütün yönleriyle kavramamız mümkün değildir. Çünkü akıl terazisi küçük, evrenin sırları büyüktür. Terazi çekmez. Biraz zorlarsak, sistem çöker. Allah'ın ilmi ve tasarımı ise, ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine de yaza yaza bitmez. İnsana düşen, gücü ölçüsünde gayret etmektir. Gücünün yetmediği hususlarda da takdiri ilahiye teslim olmaktır. Hayatını kader inancına göre şekillendiren mümin, çalışmasının sonucunda başarı elde ederse “Allah'tan geldi”, diye düşünür. Şımarmaz, böbürlenmez.
Çalışmasının sonucunda başarısızlık olursa yine, “Allah'tan geldi”, diye düşünür. Üzülmez, karamsarlığa kapılıp kendini bırakmaz. Kendini ve başkalarını suçlamaz, intiharı düşünmez, madde bağımlısı olmaz. Kader inancı, her şekilde, insanı hayata karşı muhafaza eder, özgürleştirir. Çünkü insan hayatın kışkırtıcılığına karşı sadece kendi iç kaynaklarıyla direnemez. Göklerden gelen bir kararın varlığını bilmek insana iyi gelir.
Zaman zaman insan suretinde peygamberlerle görüşen ölüm meleği Azrail, Hz. Süleyman’ın ziyaretine gitmişti. O sırada orada bulunan bir gence manalı gözlerle baktı. Kısa süren bir sohbetten sonra da izin isteyip ayrıldı. Genç, Hz. Süleyman’a onun kim olduğunu sordu. Hz. Süleyman “Azrail” diye cevap verdi. Birden gencin içine bir korku düştü. Yüzü sarardı. Hz. Süleyman bu durumu görünce, “Metin ol, o senin için gelmedi, zaman zaman yanıma gelir” dedi. Genç: “Bana manalı gözlerle baktı. İçime bir korku düştü” dedi ve şu dilekte bulundu: “Ey adaletli hükümdar! Allah rüzgârları senin emrine verdi. Nolur, rüzgârlara emret de beni Hindistan’a götürsünler. Azrailden uzak olmak istiyorum. Bir müddet orada kalıp dönersem içimi dolduran bu korkudan kurtulurum.”
Hz. Süleyman, gencin ricasını kabul etti ve rüzgârlara emretti. Onlar da onu Hindistan’ın Seylan adasına uçurdular.
Ertesi gün Azrail yine uğrayınca Hz. Süleyman, bir gün önce olanları hatırlatıp gencin durumunu sordu. Azrail şöyle cevap verdi:
“Ey Allah’ın peygamberi, benim o gence manalı bakmamın nedeni, onu burada görünce şaşırmamdır. Çünkü Allah bana o günün gecesinde onun ruhunu Hindistan’da almamı emretmişti. Bu adamın yüz tane kanadı olsa yine de o vakte kadar Hindistan’a gidemez, diye düşündüm ve şaşırdım. Fakat Hindistan’a gidip tam vaktinde onun da oraya gelmiş olduğunu görünce emri yerine getirdim ve Allah’ın takdirine hayran oldum. Sana bugün tekrar uğramamın nedeni de bu işin sırrını ve dün benden sonra olanları öğrenmek içindi.”
Hz. Süleyman, “O güya senden uzak olmak ve ölümden kurtulmak için oraya gitmek istemişti” dedi.