İstemek, Kavuşmanın Müjdesidir. (İ. Rabbani)

İstemek, Kavuşmanın Müjdesidir. (İ. Rabbani)
10-07-2023

İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü karadır, derler. Tabi dilencilerin yaptığı gibi boş beleş veya onursuzca istememelidir. Emek ve hak nispetinde istek ve ihtiyaçlar ifade edilirse yaşamın tadına daha iyi varılır. İsteklerimiz birileri tarafından fark edilsin ve giderilsin diye beklediğimiz olur. Ancak bu, gerçekçi değildir. Bize ait olan bu hayatın sorumluluğunu taşımak yine bize aittir. Çoğu zaman hayat hakkımız mücadelemiz kadardır. İnsan türü yeterince olgunlaşmış olsaydı, o zaman belki hakkımızı istemeye gerek kalmazdı. Ama dünya böyle bir yer değil henüz.

Nisa suresi 32. ayette şöyle buyrulur:

"Erkeklerin, çalışıp kazandıklarından nasipleri vardır; kadınların da çalışıp kazandıklarından nasipleri vardır."

Allah'ın verdiği bu nasiplerin farkına varıp onu istememizde hiçbir yanlış yoktur. Fedakarlığına ve bağışlayıcılığına hayranlık duyduğumuz insanlar vardır. İstemekten kaçındıkları gibi, kendilerinden hırka isteyene paltolarını verirler. Kendilerinin veya ailelerinin ihtiyaçlarını ötelerler. Uzaktan bakıldığında takdir edilecek bir davranış gibi görünse de bu durum bazı sorunları beraberinde getirir. Nefsimizin ve bakmakla sorumlu olduğumuz kişilerin üzerimizde haklarının olduğunu unutmamalıdır. Yani almanın da vermenin de kendi içinde bir ahlâkı vardır.

Allah Resûlüne yumurta büyüklüğünde bir altınla bir adam geldi ve “Ey Allah'ın Resûlü, bu sadakadır. Aileme ise bir şey bırakmadım,” dedi. Allah Resulü, altın parçasını adama verip:  “Biriniz bütün malını dağıtıyor sonra da ailesi insanlara muhtaç oluyor,” buyurdu. (Ebu Davud)

...

Hayat, gerektiğinde vermekle, gerektiğinde almakla ilerler. Ancak hak ve emeğimizi almak istediğimizde bazı engellerle karşılaşabiliriz. “İstedim ama vermedi," dediğimiz olur. Belki de yanlış üslup, doğru sözün celladı olmuştur. Belki de başka bir yöntem takip etmek gerekir. Aynı yöntemlerle farklı sonuçlar beklemek akıl karı değildir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Allah insanların durumunu, onlar kendilerinde olanı değiştirene kadar, değiştirmez.” (Rad 13:11) Demek ki kendimizde bir değişiklik yapmalı ki sonuçta da bir değişiklik olsun.

İstemenin yeri, zamanı, kararı, ayarı, adabı oldukça önemlidir. Öğrenci hazır olunca, öğretmen gelirmiş. Kişi gerçekten almaya hazır olunca ve ne istediğini bilince, nasıl bir yöntem takip edeceğini, sezgileri ona öğretecektir. En azından, sürekli kendinden vermeye sınır koyarak işe başlayabilir. Kişi kendinde olana sahip çıkabilirse bu bile bir başarıdır. Sıra başkasında olan hakkını almaya da gelecektir.

Sınır koymak olsun, emeğini veya haklarını almak olsun, bunlar, özellikle kadınlar için ürkütücüdür. Genelde, karşı tarafa isteklerinin çok fazla geleceğinden, reddedileceğinden, yargılanacağından ya da terk edileceğinden korkar kadın. Korktuğu başına gelirse bu çok acı vericidir. Çünkü bilinçaltının derinliklerinde, daha fazlasını almaya layık olmadığı inancını taşımaktadır. (John Gray) Bu yanlış inanç, çocukluğunda, duygu, ihtiyaç ya da arzularını her bastırışında güçlenmiştir.

Bazılarımız, kendisinin sevilmeye ve almaya layık olmadığı yönündeki olumsuz ve yanlış duyguya özellikle meyillidir. Toplumsal kurallar gereği de zaten kadınlar verici olmalıdır. Kadın, “fedakâr” imajını kaybederse dışlanacağını düşünür. Eğer kişinin annesi, vermeyi bildiği kadar almayı da bilen birisi ise bu bir şanstır. Çünkü annesi kendisini değerli buluyordur ve bu değerlilik duygusu çocuğuna da geçecektir. Haim Jinott’un belirttiğine göre, çocuklar donmamış beton gibidir. Üstüne ne düşse iz bırakır. Değerlilik duygusunu çocuğuna geçirebilen anne babaların, genelde eğitimli oldukları düşünülebilir. Ama bu bir yanılgıdır. Çünkü diplomalarını rulo yaparken beyinlerini de birlikte saran birçok eğitimli kişi vardır. Öte yandan, nice eğitimsiz Anadolu kadını vardır ki, bir eliyle beşik sallar, diğer eliyle dünyayı...Öylesine hakikatlidirler. Eski Türklerde Hakanla Hatunun devleti birlikte yönettiği göz önünde bulundurulursa, Anadolu kadınının dünyayı sallamasında garipsenecek bir şey yoktur.

Çocukluk döneminde anne figürü zayıfsa, çocuk, annesinin, gönülden verebildiğine, gerektiğinde de alabildiğine tanıklık edemediyse, çocuk ihmal ve/veya istismar edilmişse, ya da başkalarının ihmal ve istismar edildiğine sıklıkla tanık olmuşsa, almaya layık olmadığı duygusu daha da güçlü olur. İleriki yaşamında vicdanındaki adalet terazisi sürekli olarak başkasının lehine, kendisinin aleyhine çalışır. Kendi değerini belirlemesi zorlaşır. Bilincinin derinliklerindeki bu değersizlik duygusu, başkalarına muhtaç olma korkusu yaratır. Halbuki bir şeylere ihtiyaç duymakla, muhtaç olmak çok ayrı şeylerdir. Bu ayrımı yapamayan kadın, gözden düşeceğinden ve bir parçası hep yapayalnız kalacağından kaygı duyar. Destek görememekten korktuğu için farkında olmadan kendisine gereken desteği istemekte zorlanır.

Sevgi ve güven duyguları içinde yetişen insan sayısı çok azdır. Genellikle ana babalar, çocuklarına yaptıkları fedakarlıkları kötü niyetle olmasa bile sık sık hatırlatır. Hatta öfkelendiklerinde başa kakarlar. İşte böyle oluşur benliğimizin acı verici yapı taşları. Aldıklarımızın günün birinde bize hatırlatılacağı endişesi ihtiyaçlarımız konusunda yardım istemeyi zorlaştırır. İnancımız ise hem almayı hem de vermeyi destekler. Çünkü insan eksik bir varlıktır. Mükemmellik Allah'a mahsustur.

...

Son yüzyıllarda doğanın işleyişinin Darwinci evrim yaklaşımıyla değerlendirilmesi insan ilişkilerini de etkiledi. Doğal seçilim yoluyla güçlü canlıların hayatta kaldığı tezi sosyal hayata da uyarlanınca toplumda güçlü ve baskın olanın kazançlı olacağı ve hayatta kalacağı anlayışı yaygınlaştı. Büyük balık, küçük balığı yutar, altta kalanın canı çıkar, insan insanın kurdudur, gibi söylemler, Darwinci evrim yaklaşımın sosyal hayata etkisini gösterir. Bu etkiyle vermeyi değil almayı yücelten toplumlar bencilliğe dolayısıyla da yalnızlığa mahkûm oldu. Buna mukabil dinler, adaleti ve hakkaniyeti emreder. Adaletin olmadığı toplumlar çökmeye mahkumdur. Özellikle toplumun zayıf kesimlerine destek vermek gücü nisbetinde herkese farzdır. Tarih hiçbir ateist toplumun medeniyet kurduğuna şahitlik etmemiştir. Oysaki dinlerin gelmesiyle toplumlar medeniyet kurmuşlar, insanlıklarını ileri düzeylere taşımışlardır. Zayıfların lehine olan davranışları hem bir sevap kapısı sayarak hem de yasaya dönüştürerek toplumun düzenini sağlamışlardır. Fakirler, köleler, çocuklar, yaşlılar, hastalar, engelliler vb. pozitif ayrımcılık yapılarak korunan kesimler olmuşlardır.

Dinlere göre yalnızca vermek de değildir marifet. İncitmeden, beklenti içerisine girmeden, verdiğinin en iyisinden ve nezaketle verebilmektir marifet. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi: "Tatlı bir söz ve bağışlayıcı olmak, ardından başa kakılarak eziyete dönüşen bir sadakadan daha hayırlıdır." (Bakara suresi, 263)

Sevgiyle, rızayla, gözünde büyütmeden ve karşılık beklemeden verdiğimiz her şey, büyük sevap ve iyileştirici bir güçtür. İbn'ul Mukaffa’nın dediği gibi: ”Bir kimseye bir iyilik yaparsan onu anmaktan, biri sana iyilik yaparsa onu unutmaktan sakın.” 

...

İstemek söz konusu olduğunda, bir de Allah'tan dua yoluyla istemeyi incelemekte fayda vardır. Dua, müstakil bir yazıyı hak edecek kadar değerli ve geniş bir konu olmakla birlikte şu birkaç hususu belirtmeden geçmemelidir:

Allah’la kulunun ilişkisi, birbirine güvenen iki samimi dostun ilişkisinden pek farklı değildir. Nasıl ki samimi bir dostumuzdan çeşitli istek ve beklentilerimiz varsa Allah’tan da çeşitli isteklerimiz vardır. İnsanın kendisini ve ihtiyaçlarını bilip dua yoluyla ifade etmesi bir farkındalık, bir şifa, aynı zamanda da bir ibadettir. İnsanın doğası gereği, Yaratıcısıyla dua yoluyla bağ kurmaya ihtiyacı vardır. Yine insanın, kendisine verileni, içinde ve dışında olanı keşfetme yolculuğudur dua. Çünkü insan yaratılırken, verilmesi gerekenler zaten baştan verilmiştir. Geriye, verilenleri keşfetmek kalır. Allah, fındığı verir ama onu kırmaz. Limonu verir ama limonata yapmaz. Çalışmadan değil, çalışmakla birlikte olur dua. Sadece dünyalık elde etmek için ve sadece kendisi için, her önüne gelenden dua isteyerek, Allâh’a dört koldan baskı yaparak değil, verilmiş olanlara kanaat ederek ve başkalarını da düşünerek olur dua. İşçi-patron ilişkisinde olduğu gibi ‘şu kadar dua, ibadet ettim, karşılığında şunu hak ettim’, beklentisiyle değil, verileni kabul ile olur dua. Yalnızca kara günlerde değil refah zamanlarında da kulun ihtiyacıdır dua. Ancak, insanın yazgısı böyledir, kendisiyle karşılaşması hep karanlıkta olur. (Dücane Cündioğlu) Aydınlıkta insan ne kendisiyle ne de Rabbiyle karşılaşabilir. Karanlıkta kalan insan, var gücüyle hayatı sorgulamaya başlar. Bu sorgulama bir değişimin başlangıcıdır. Kierkegaard’ın dediği gibi dua, Rabbi değil, dua edeni değiştirir. 

Her insanın bir isteği, bir hayali, bir duası olmalıdır. Olmayacak duaya bile âmin demelidir. Çünkü neyin olup olmayacağına karar veren Yüce Allah’tır.

Akla uygun görünmese de bir hayalin olması muhteşemdir. Yeter ki ahlaka uygun olsun.

Verilecek gibi görünmese de herkesin bir isteğinin olması muhteşemdir. Yeter ki hak etmiş olsun.

Olacak gibi görünmese de herkesin bir duasının olması muhteşemdir. Yeter ki dine uygun olsun.

Göle maya çalmanın, olmayacak duaya âmin demenin ne mahzuru olabilir?

İmkansızı bile deneyen toplumlar gelişir ancak...

Hz. İsa’nın buyurduğu gibi:

“Dileyin; size verilecek. Arayın; bulacaksınız. Kapıyı çalın; size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır.”

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Merih
Merih 1 yıl önce
Kıymetli dost, yazılarınızı büyük bir keyifle okuyorum.Her satırı ayrı bir anlam yüklü.Günümüz dünyasında önemli konulara dikkat çeken, engin dağarcığınız ile duyguları; dünyanın farklı coğrafyalarından , farklı zamanlarda yaşamış filozofların düşüncelerine refaransla bağlamanızı ayrıca takdir ediyorum. Akıcı , anlaşılır bir dil kullanmanız konunun etkileyiciliğini artırıyor.Kaleminize ve yüreğinize sağlık.En kalbi duygularla tebrik eder saygılarımı sunarım.
Nur
Nur 1 yıl önce
İlginize teşekkür ederim hocam... Sevdiklerinizle birlikte sağlıklı ve huzurlu bir ömür dilerim...