Barış… Kutsal rivayetlerin çoğunda anlatılan ve Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabil’in ilk kez bozduğu, bir daha da insan adı verilen türün yeryüzüne pek hâkim kılamadığı o huzur verici duygu…
Tarihsel süreçte en küçük topluluklardan koca koca milletlere, hatta ittifaklara varıncaya kadar kiminde süngüyle, mızrakla, tüfekle… Bazen topla, füzeyle delik deşik edilen ve ne yazık ki o masum yüzünü çoook nadir görebildiğimiz, insanın bağrını yüreğini sıcacık kucaklayan ipeksi dokunuş…
* * *
Küçükken arkadaşlarla sık sık kavga edip küserdik. Küslüğün başlangıcında kendimi inanılmaz haklı, tepeden tırnağa bencil duygularla donanmış, beton gibi bir gurur abidesi hissederdim. “Bir daha da asla o çocukla konuşmam!..” sözünü de sık sık söylerdim kendime.
Gel gör ki, zaman geçtikçe, günler birbiriyle deveran ettikçe, o içimde dolup taşan, gurur ve onurla soslanarak özgüven tadında duyumsadığım sahte duygu yerini yavaş yavaş yamru yumru, kaskara, kaskatı bir taşa bırakır giderdi. Yüreğimin başucunda oturan bu ağırlığın etkisi, gün geçtikçe daha da ezmeye başlardı.
Ardından; arkadaşımla dolaştığımız sokaklar… Ceviz topladığımız ağaçlar… Ortak emek vererek uçurtma uçurduğumuz gökyüzü… Bakışlarıma saplanır, hafızamı gagalar, didik didik ederdi… Bilirdim ki arkadaşım da benim gibi hissederdi. O da aynı duygulardan mustarip, o da huzursuz ve mutsuzdu. Yolda karşılaştığımızda onun da mahcup ve özlem dolu bakışlarla başını eğişinden anlardım.
Çok sürmezdi bu küslük. Ya birkaç saat, bilemedin birkaç gün sonra sarmaş dolaş, bizleri bekleyen maceralara sevinç içinde kayıp düşerdik peş peşe… Barış böylesine güzel, bu derece sımsıcak, her iki tarafı da mutlu eden erişilmez yücelikte şeydi.
* * *
Fakat son örneği 2019’da verilen ve Hasan Kaçan’ın reklam yüzü olduğu “İmar Barışı”, benim bu yaşa kadar deneyimlediğim, duyduğum, şahit olduğum hiçbir barışa benzemedi.
Ne, çocuklukta yaşadığımız, “Tamam oğlum, barıştık.” sözünün ardından neşeyle koşuşan, gülücükler saçan afacan yüzler…
Ne, aralarında yıllar yılı husûmet, kan davası olan iki aile veya sülalenin o günden sonra silahlara veda edip hiçbir gonca fidanının solup gitmemesinin garantisi…
Ne, yedi düvele karşı onurlu bir savaş yürütmüş olan bu necip milletin Türkiye Cumhuriyeti topraklarının tapusunu almaktan duyduğumuz haklı gurur ve övünç…
Hiç!... Bunların hiçbirisini getirmedi bu sözde “imar barışı”…
Toplumun güvenli ve sağlıklı yaşayacağı; içinde huzur bulacağı tek yer olan yuvasının yapımıyla ilgili uluslararası statü ve normlara uygun olmayan…
Kaçak göçek… “Reklam filminde de belirtildiği” üzere bilip bilmeden; daha doğrusu bilmeden inşa edilmiş ev veya binaları oralara konduran insanları doğrudan suçlamak gibi bir niyetim de yok. Onlar bir yerde mecbur kaldılar belki de… Tüm amaçları başlarını o anlık sokabilecekleri bir çatıydı sade...
Ya, gözbebekleri dolar işaretine dönmüş, daha çok para kazanmak hırsıyla beş altı kat ruhsatı olan yerlere bile on on beş kat çıkan müteahhitlerin imza attığı belgeleri onaylamak son derece sakat, yanlış, mantıksız değil miymiş?..
O gün “Milletimiz bizden imar barışı istiyor. Bizim amacımız halkımızı mutlu etmek sadece…” görüşünü savunurken aslında halkın seçimlerde oyunu cukkalamaktan başkaca bir amaç taşımayanlar…
Bugün yaşanan depremler nedeniyle gümbür gümbür binalar çökünce… O zavallı insanlardan birçoğu betonların altında pestil gibi ezilip en fecî şekilde ecel şerbetini içerken…
Henüz ölmeyenler, göçük altında, günlerce yaralı, aç susuz… Her şeyden de iç yakıcı olanı, çaresizce… Önce ne zaman kurtarılacaklarını… Zaman geçtikçe de ne zaman öleceklerini beklerken…
Kurtarılanlardan birçoğu, yüreklerine kaybettikleri yakınlarının acısını en zehirlisinden mızrak gibi saplayıp… Boyunlarında hiç bilmedikleri kaderlerini peşinen takmış bir şekilde… Daha önce belki de hiç görmedikleri şehirlere doğru, ellerinde koskoca bir ömürlerini sıkıştırdıkları tek valizleriyle hayat devşirmeye çıkarken…
Yitip giden canların hangisini geri getirebilirler… İnşa edilecek hangi ultra lüks konforlu daire, onların cam kırığı gibi tuz buz olan ruhlarını, kaybettikleri hatıralarını var edebilir?.. Sadece bedenleri değil, ruhları sarsılanların bir ömür boyu unutamayacakları bu korkunç travmaları tam anlamıyla silip atacak psikologlar var mı acaba yeryüzünde?..
Bu, bir barış değildi!.. Ne yazık ki, masum halka kendi idam fermanlarını, bir de yüksek meblağlar karşılığında kendi boyunlarına astıran; akıl, bilim ve öngörüden zerrece nasibini almamış olanların… Son cehalet vesikalarıydı!..
Hayati Yaman 2 yıl önce
Adem KURUN 2 yıl önce