Depremin ağır hasar verdiği illerden birisi de Kahramanmaraş’tı! Maraş ekibi ile birlikte konaklıyor olmamız ve dağıtım merkezi olarak aynı depoyu kullanıyor olmamız Kahramanmaraşlılara ait anılarımızın birikmesine de sebep olmuştu. Ortak kararımız, bu süreçte hayatın kadınlar için daha zor olduğu yönünde olmuştu. Çünkü başından beri çadır hayatına alışık olunsaydı problem yoktu. Tarihte atalarımız göçebe olarak yaşamış olsalar da yerleşik hayata geçmiştik çoktan. Ama depremle birlikte yeniden konargöçer atalarımızın hayatına dönmüştü yöre insanımızın yaşantısı. Keşke nostalji olsaydı ya da film platosunda bir set!..
İşte gözünüzde canlandırmaya çalıştığım o kesitte erkekler bir şeklide sokak ateşi yaktıkları fıçıların etrafında veya meydanlarda toplu sohbetlere koyulmuş sigara fosurdatıyordu. Ve bir şekilde acıkacaklar, karınlarını doyurmaya çadırlarına gireceklerdi. Oysa kadınlar! Onların işi başından aşkındı. Yağmur altında tepeden ıslanan, alttan su çeken çadırlardan dışarı sarkmış borular duman tüttürüyorsa eğer, o çadırda yanan sobanın başında bir kadın, pişen aşın dibi tutmasın diye, tencereye kaşık sallıyor demektir…
Bölgede olduğumuz sırada sağanak yağışın getirdiği sel baskınları neticesinde, depremden çok ağır hasarla çıkmamış olsa da, bu defa Şanlıurfa’dan acı haberler gelmeye başlamıştı. Şehir şebekeleri patlayan Şanlıurfa’da su, bir anda ihtiyaç listelerinin başına yapışmış kalmıştı! Onların acil kodlu çağrılarına derhal cevap vermiştik, sel felaketinin yaşandığı günün gecesinde iki tır su yükleyip göndererek…
Bugün sizlere yöre halkına ait anıların nişanesi olsun diye üç tır şoförü kahramanın hikayesini anlatacağım. Biri Kahramanmaraşlı, ikisi Şanlıurfalı kardeş şoförlerin hikayesi bu…
Maraşlı Süleyman henüz yirmi dört yaşında çam yarması gibi babayiğit bir kardeşimizdi. Daracık alanlarda o koskoca tırı topaç gibi fırıl fırıl döndürüyordu. Direksiyonu elinin, tırın kellesi ise ayaklarının altında olarak… Sen tarif etmeye gör yeri, o oyuncak bir arabayı yanaştırır gibi tırın dorsesini sıfır ve düz bir şekilde denk getirirdi oraya.
Onun tırını uyku tulumları ile yüklemiştik. Mola esnasında, eşinin yeni doğum yaptığını ve çiçeği burnunda baba olduğunu öğrendik. Bu yükü götürürken eve uğrayıp eşini ve çocuğunu görecekti ki onun heyecanını yaşıyordu aynı zamanda! Çünkü hayat devam ediyor ve tazeliğini koruyan umutlar yöre insanını hayata bağlıyordu.
Deprem unutulmuyordu. Zira sürekli sallanarak, unutmaya aşırı meyilli insanımızın unutmasına, yine kendisi izin vermiyordu. Ayaklarımızın altında yeri, kayar gibi hissettiren hafif sarsıntılar karşısında “Acaba psikolojik mi?” diye düşünür ve milleti panikletmek için bir şey demezdik. Fakat yöre insanı biliyor ve hissediyordu. “Bak yine oldu” derdi onlar bize! Amacımız acıları paylaşılarak azaltmaktı.
Tam öylesi bir anekdot paylaştığımız sırada anne ahbaplarımız gözleriyle anlaşarak çaktırmadan Süleyman’ın yeni doğan bebeği ve eşi için paket hazırlamak üzere aramızdan ayrıldılar. Yükleme bitince sevkiyat evrakını imzalamak üzere büroya gitmiş olan Süleyman, geri dönerken bize ne dese iyi, biliyor musunuz?
-Ben sizin böyle bir şey yapacağınızı anlamıştım ama alamam abilerim, ablalarım. Allah’a şükür benim dört tane tırım var. Maddi durumum iyi, çocuğumun ve eşimin her türlü ihtiyacını karşılayabiliyorum ben! O nedenle alamam…
-Ya yanlış anlama kardeşim. Biz senin alamayacağını düşünerek vermek istemiyoruz. Lütfen bizi yanlış anlama. Senin eşin ve çocuğunu görmek için evine varırken zaman kaybı yaşamaman ve bu malzemeleri daha kısa sürede yerine ulaştırman için işini kolaylaştırmak istiyoruz. Hepsi bu! Yoksa elbette alacak gücün var ama zamanın yok. Lütfen sen de bizi anla. Üstelik biz yanlış bir şey de yapmış olmuyoruz sonuçta sen de deprem bölgesinde ikamet eden bir kardeşimizsin.
-Olmaz abilerim gerçek ihtiyaç sahibi bir kişinin ihtiyacının karşılanmasının önüne geçmiş olurum ve bu durum benim vicdanımı yaralar. Beni bağışlayın alamam!
Ne dediysek, yenemedik o çam yarması babayiğidin yufka yüreğini. Hepimizin gözleri doldu bu duygusal atmosferde. Allah’ım ne güzel insanlarımız var, nasıl canını malını feda etmezsin bu ülkenin insanına dedik hep bir ağızdan…
Güle güle Süleyman, Allah analı babalı büyütsün yavrucuğunu bahtınız açık olsun kahraman kardeşim…
* * *
Urfalı kardeşlerin birisi 33, diğeri ise 31 yaşındaydı. Osman ve Ahmet. Onlar hayatın yükünü küçük yaşlardan itibaren omuzlamış olmalılar ki, daha yaşlı gösteriyorlardı. Büyük olan Ahmet evli ve 13 yaşında çocuğu varmış onun da! “Eşimle sorunum yok, mutluyuz ama şimdiki aklım olsaydı o kadar küçük yaşta evlenmezdim.” diyor dobra dobra. “Ama bize soran ve dinleyen mi var ki hocam? Bizim oralarda öyle. Kızları bizden daha küçük yaşta evlendiriyorlar. Babam 17 yaşında evlenmiş, 1975 doğumlu ama hem benden hem de kardeşim Osman’dan daha genç duruyor.” Derken, Osman söze girip “Şimdi babamla bizim üçümüzü yan yana dizseniz, bize baksanız -bu sizin kardeşiniz mi?- diye sorarsınız.” dedi. “Hiç çalışmaz, sabah kahveye gider akşam eve döner. Bir de üstüne üslük eve geldiğinde sağa sola fırça kayar, anamı azarlar. Etrafa emir yağdırır durur.”
-Babanın emekliliği var mı? Diye sorarım.
-Yok. Ayrıca niye olsun ki? Ne zaman paraya ihtiyacı olsa arar telefonla bizi. “Şu ıbana para yolla” der. Anında göndeririz, der Osman… Ama Allah var sırayı şaşırmaz dört oğlundan para istemede! O kadarcık adaleti vardır babamın…
-Kaç yaşınızdan beri şoförlükle haşır neşirsiniz? Diye depo ekibi arkadaşlarımızdan biri sorar.
-On, on bir yaşlarından beri bu işlerin içindeyiz abi. Baba mesleği. Babamın bir kamyonu vardı. Onunla nakliye yaparak bize bakardı. Artık kamyon çok eskimiş, sanayiden gelmez olmuştu. Kazandığı paralar hep masrafa giderdi. Ben askerden geldim. Daha sonra Osman da askerden geldikten sonra babamla kavga gürültü kamyonu sattık. Kredi çektik iki adet tır aldık biz başladık taşımacılığa. Irak, Suriye, yurt içi nere olsa gidiyorduk. Borçlarımızı ödedik iki tır daha aldık. Diğer kardeşlerim de onları kullanıyor. Evimizi katlı aile apartmanı yaptık. Babam baktı ki işleri biz daha iyi yürütüyoruz. Elini eteğini çekti her şeyden, şimdi geziyor, hava atıyor. Diye hayatlarından önemli bir kesit anlattı Ahmet…
Osman:
-Benim dedemin bile halen çocuğu oluyor hocam dedi. Acı bir tebessümle. Adama laf anlatamıyoruz, 73 yaşında. “Ya dede kaç çocuğun var, bizim kuzenlerimiz kim? Onları teker teker biz tanıyamıyoruz!” deriz kendisine. “Aman olsun zarar gelmez çocuktan. İleride o da büyüyecek ve bize bakacak.” dermiş. Üç evliymiş dedesi!
Varın siz, film gibi bu hayatlardaki garabeti düşünürken, öte yandan demografik yapının bozulmasına bağlı olarak nice dram ve trajedi hayat örnekleri olabileceği vahametini de düşünün!
Bir diğer arkadaşım;
-Biz çocuklarımıza nasıl daha iyi bir gelecek sunarız? Onlara nasıl daha iyi koşullarda bakarız? Diye düşünürken, sizinkiler kendilerine baktırmak ve kendi rahatlarını düşünmek için çocuk yapıyor! Vay be, hayat ne güzel(!) onlar için! Dedi ironik bir şeklide…
Fakat hepsinden önemli bir detayı, tekrar ettirerek onların ağzından dinlememize vesile oldu bir diğer kardeşimiz ki; Irak ve Suriye anılarını anlattıktan sonra
-Ülkemize kurban olayım. Oralar berbat. Herkesin omzunda bir keleş, herkes kendisi devlet ve kanun! Karmaşa ve güvensizlik çok kötü. En kötü devlet bile devletsizlikten çok çok iyi. Biz, bunu bizzat yaşayarak gördük oralarda!
Diye sözlerini tamamladı Ahmet ve Osman kardeşler.
Yüklediğimiz tırlarla saat 00.15 sularında yola çıktılar. Yolunuz açık, bahtınız aydınlık olsun can kardeşler. Sizi de çok sevmiştik ve iyi ki tanımıştık.
Suları, saat 3.00 sularında, kendilerini dört gözle bekleyen Şanlıurfa’ya ulaştırmışlardı. Video atarak bizi sevince boğmuşlardı. Bambaşka bir mutluluktu.
Adem KURUN 2 yıl önce
Hayati Yaman 2 yıl önce
Çok teşekkür ederim ilgine Adem hocam.