Kalem Kaşlıdır Cezayir’in Güzelleri

Kalem Kaşlıdır Cezayir’in Güzelleri
08-04-2025

Ben Cezayirli Hasan, zabitim Ali Bey’in, yıllardır Cezayir’de emir eri olarak hizmetinde bulundum. Kendisiyle birlikte Fransızların saldırısında çok zor günler geçirdik. İşgalci Fransızlara karşı yan yana savaştık. Hatta bir cephede ben yaralanmıştım; aha şurada o yaraların yeridir. Fransızlar karşıdan acımasızca saldırıp ateş edip buldukları yaralı askerlerimi oracıkta öldürüyorlardı, hiç vicdan ve insafları yoktu.

O günlerde başkentimizde sıkıntılar olduğu için İstanbul’dan düzenli bir yardım da alamıyorduk. Gönderilen yardımların bir kısmını Fransızlar ve yandaşları, Ege ve Akdeniz’de deniz yollarını keserek; malzemeleri alıp gemilerimizi kendi limanlarına çekiyorlardı.

Cezayir gazileri olarak; açlık, susuzluk ve cephanesiz kalmanın ağırlığı omuzlarımıza koca bir dağ gibi çökmüştü.

Karşı sahillerde olan Fransa’dan devamlı taze kuvvet geliyordu. Bu gelen taze Fransız kuvvetleri içerisinde Fransız sömürgesi olan ülkelerden Müslüman askerler de vardı. Onlarda esir aldıklarımıza niçin Müslüman ‘ın yanında yer almıyorsunuz diye sorduğumuzda; “Fransızlar, Türkler artık Müslüman değildir. Ellerinde halife hazretleri esirdir ve onu kurtarmak için geldik ama siz de bizim gibi namaz kılıyorsunuz” deyip aralarından bize katılanlar da olmuştu.

Bir avuç Osmanlı askeri olarak, yerli yardımcılarımızla beraber Fransızlara karşı direniyorduk. Her gün güçten takatten düştüğümüz ve taze kuvvet gelmediği için çekilmek zorunda kalmıştık. Bütün bu sebeplerden dolayı, bizler de elde kalan bir avuç askerler olarak gemilere binip ana vatanın yolunu tutmaktan başka bir çıkış yolu kalmamıştı. Akşam güneşi, ufkun ardında sessizce kaybolurken, gökyüzü Cezayir’in alevler içinde bıraktığımız topraklarını andıran kızıllığa bürünüyordu.

Maalesef birçok nedenlerden dolayı Cezayir’i Fransa’ya terk etmek zorunda kaldık. Cezayir limanından yapılan anlaşmalara göre hayatta kalan bir avuç Osmanlı askeri gemilere binip ülkemizi terk edeceklerdi. Bizleri, Osmanlı gittikten sonra Fransız gavuruna hizmet etmemek için veya onların tarafını tutanlar tarafından öldürülmek vardı işin içinde.

Başlangıçta Cezayir’i terk etmek istemiyordum. Çünkü orada doğmuş, orada büyümüştüm. O toprakların tozuyla yoğrulmuş, o sokakların taşlarına çocukluğumu kazımıştım. Osmanlı topraklarına döndüğümde beni bekleyen ne bir aile ne de sığınacak bir yuvam vardı. Zabitim Ali Bey’e yalvardım:

“Komutanım, beni de birlikte götürün. Hür olayım, ezan sesi duyayım. Sizin yanınızda olayım” dedim. İyi yürekli zabitim Ali Bey, gözlerinde derin bir hüzünle başını salladı ve;

“Benimle gelirsen, ancak seni köyüme götürebilirim. Orada sana biraz toprak alırım, bağ bahçe işlerinde çalışır hayatını devam ettirirsin. Başka bir şey yapamam” dedi. Ben de ona;

“Kumandanım, en azından sizin yanınızda olurum, hür olurum ve ezan sesi duyarım” diye yalvararak cevap verdim.

Cezayir’den ayrıldığımızda, ardımızda yanmış köyler, yetim kalmış çocuklar, susturulmuş ezanlar ve o güzelim memleket, Fransız zulmüne boyun eğmek zorunda kalarak boynunu bükmüştü. Ardımızda düşman süngüsünün gölgesinde solan bir millet bırakmıştık. Osmanlı’nın son neferleri olarak, ne kadar dirensek de bu durumu değiştiremedik.

O an anladım ki, bazen bir insanın kaderi tek bir cümle ile değişir. Ve benim kaderim, bundan fazlasını istemeye de hakkım yoktu. Bekardım zaten. Ali bey de beni emir erim diyerek yanına aldı. Onunla birlikte gemiye bindim ve Akdeniz’in dalgalarıyla sarsılan gemiye binerek Osmanlı toprağına, İzmir’e doğru yola çıktık.

Hiçbir şeyim yoktu. Henüz yaşım yirmi yedi idi. Ali bey ise ellisini çoktan geçmişti. Onbeş senedir Cezayir’de askerlik yapıyordu. “Gelirken evde bıraktığım küçük çocuklarım acaba yaşıyorlar mı” diye bana defalarca söyledi ve ardından da. “Oğlum Hasan, köyümü akrabalarımı unuttum ama çocuklarım çok küçüktü, hiçbir zaman gözümün önünden gitmiyor” deyip hüzünlenirdi.

İzmir limanına vardığımızda, askerî kışlada bir süre bekledik. O bekleyişin soğuğunda bile içimde yanmakta olan Cezayir hasretini ateşler içinde hissediyordum. Ardından Ali Bey’in emekliliği geldi ve beni de yanına alarak köyü Seyyid-i Bala’ya doğru yola çıktık.

Yollar uzundu, ama onun anlatıları daha uzun… Yıllar önce geride bıraktığı köyünü, orada bıraktığı ailesini, çocuklarını anlatıyordu. Yıllar önce sevdiklerini geride bırakmış, şimdi ise onların yanına yabancı biri gibi dönüyordu. Gözleri bazen uzaklara, bazen ise bir yolcu misali geçmişine dalıp dalıp gidiyordu. Artık köyü Seyyid-i Bala da yeni bir hayat onu bekliyordu.

Zabitim Ali beyin sırtındaki hasret yüküyle Seyidi Bala köyüne yürüye yürüye geldik. Bizim Cezayir gibi yakıcı bir sıcaklık yoktu. Hava güneşli olmasına rağmen serindi ve rahattı. Her taraf yeşillik içindeydi.

Yorgun savaşçı Ali Bey, köyüne gelince evlerini aradı buldu. Babası öleli çok olmuştu ama yaşlı annesi yaşıyordu. İyice çökmüş olan annesi ona candan sarıldı. Hanımı da onu gelecek diye birçok çileye katlanıp kayınvalidesini terk etmemiş ve onunla birlikte sırt sırta verip beraber Cezayir yollarına gözlemişlerdi. Üç çocuğundan birisi ölmüş biri oğlu bir kızı vardı. Bu iki çocuğu da büyümüştü artık. Kızı Sultan yirmisinde bir genç kız, oğlu Mehmet ise ondan iki yaş küçüktü.

Hemen bana evin yanındaki küçük bir yeri verdiler. Orayı kendime göre hazırlayıp temizledim. Bu arada konu komşu ve köylüler, önce bana mesafeli dursa da zamanla beni benimsediler. Sonra da yatak yorgan tedarik ettiler. Kumandanım Ali Bey’in hanımı ve güzel kızı Sultan ile arkadaşları, odamı bir güzel döşediler. Onlar, beni sanki çok yakınları gibi kabul etmişlerdi ve onlarla beraber yaşamaya başladım.

İnsan bir yere ait olmak için toprağına basmalı, ekmeğini bölüşmeli derdine ortak olmalı. Ben de öyle yaptım.

Tarla sürdüm, hayvan güttüm, köylülerle omuz omuza çalıştım. Kırık dökük Türkçem düzeliyordu. Evlendikten sonra hayatım bir düzene girdi, paylaşılan ekmek, aynı ocağın başında içilen çorba, dertlerin ve sevinçlerin ortak olmasıyla Sultan, benim için kök saldığım bu topraklardaki en büyük dayanağım oldu.     Fakat, kalbimde taşıdığım Cezayir’e olan hasretim hiç dinmedi.

Boynum uzun, omuzlarım geniş, cildim ise biraz esmer olduğu için onlardan şekil olarak biraz ayrılıyordum. Ali Bey, beni “Cezayir hatırası oğlum Hasan” diyerek tanıtıyordu. Ama köyde kimse ismimi söylemiyordu artık; herkes bana “Cezayirli” diyorlardı.

Zabitim Ali Bey, fitneye, dedikoduya mahal vermemek için kızı Sultan’la beni nikahladı. Köylüler de sevmişti beni, ben de onları bir kardeş gibi seviyordum. Beni aralarına kabul etmişlerdi ve kimse adımla hitap etmiyordu; bana herkes Cezayirli diyordu.

Garp Ocaklarından yani Cezayir’den ayrılalı tam elli yıl geçmişti. Elli yıl… İçimde yankılanan eski zamanların sesi, dalgalar gibi sahile vuruyordu. Tam elli yıl… Kimi zaman bir göz açıp kapayıncaya kadar kısa, kimi zamansa bir ömür boyu sürecek kadar uzun…

Kaybedilmiş veya elinden zorla alınmış bir yer olan Cezayir, buralarda çok seviliyordu. Cezayir için ellerinden geleni yapan halk türküler yakarak bu ızdırabını hafifletmeye çalışıyordu.

Cezayir’in güzellerini kalem kaşlı olarak tasvir ediyorlardı. Oraya gönderilen askerleri yardımları anlatıyorlardı. Cezayir “sokaklarının mermer taşlı, güzelleri kalem kaşlı” deniyordu. Ama Cezayir’e yardım için gemilerin dolu gittiğini ve boş geldiğinde söyleyerek mücadele ettiklerinde ifade ediyorlardı. Ben Sultan’la evlendikten sonra aradan yirmi sene geçti ve çoluk çocuğa karıştım, Hasan olan ismim, Cezayirli olarak beyinlere kazınmıştı..

Burada ne zaman bir düğün olsa tam gelin çıkarken; Cezayir için bestelenmiş olan hareketli ezgisi olan bu türküyü kapının önünde çalarlar, babası gelini tutarak dışarı çıkarır ve ata bindirir. İşin en önemli tarafı da Cezayir türküsü çalındıktan sonra kimse o gelini kendisine kaçırmak için bir girişimde bulunmazdı.

Cezayir’i Unutturmayan bir türküdür bu. Yıllar geçti… Evlatlarım oldu, torunlarım büyüdü. Ama ne ben Cezayir’i unutabildim ne de Türkler. O topraklarda yaşananları unutmamak için köyde bir gelenek başladı. Her düğünde, gelin evden çıkarken, mutluluğa adım attığı o anda, bir türkü çalınırdı:

Bu türkü söylendiğinde, herkes Cezayir’i hatırlar, orada verilen mücadeleleri anardı. Zalim Fransızların işkenceleri, yakılan yıkılan camiler, susturulan ezanlar, zorla kabul ettirilen diller… Bütün bunlar unutulmasın diye, en mutlu günümüzde bile Cezayir’inin acısını kalbimizde hissederiz.

 

“Sokakları mermer taşlı Cezayir’i

Güzelleri kalem kaşlı Cezayir’i”

 

Kanlı gözyaşı ile Fransız gavurunun insafına terk ettiğimiz Cezayir’i ve Cezayirleri; biz burada evlenen gençlerin en mutlu günlerini neşelendiren bir türkü olarak gelin evden çıkarken çalıp oraları ve işgaldeki Cezayir’i unutturmuyorduk. Cezayir’in terk edilmesi ve orada Fransızların yaptığı işkenceler katliamlar unutulacak cinsten değildi, birçok cami kapatıldı ve Cezayir ‘in ana dilinin yerine kendi dilleri Fransızcayı zorla kabul ettirdiler.

“Cezayir Türküsü,” Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki varlığını, özellikle de askerlerin ve denizcilerin oradaki hatıralarını anlatan bir ezgi olarak bilinir. Bölgesel farklılıklar ve halk arasında sözlerin değişmesiyle farklı versiyonlarla da söylenmiş hem daha duygusal hem de edebi olarak daha derinlemesine işlenmiş durumdadır. Anlatımın temposu daha akıcı, sahneler daha görselleştirilebilir hale gelmiştir.

Cezayir azgın deniz dalgalarının ve umutların çok ötesinde kaldı. Orada bıraktıklarımın ne olduğunu bilmiyorum. Burada yeni bir hayata başladım. Beş çocuğum oldu. Yaklaşık yirmi torunum var. Evlatlarım, hem dedelerinin hem de kahraman büyük dedelerinin adlarını birleştirerek Hasan Ali olarak koydular. Bu iki ailenin birleşmesini bu isimle yaşattılar. Kız çocuğu olunca da ay yüzlü iri gözlü kara kaşlı Sultan hanımın adını verdiler.

Erkek evlat ve torunların çoğu beden yapısı olarak Cezayirlilere benziyordu. Aradan yaklaşık iki asır geçmesine rağmen; halkımız, hala bizim sülalemizi ve adımızı hem Cezayir’den ve hem de bizden dolayı unutmayıp bugün dahi Cezayirliler namıyla anmaya devam ediyorlar…

Cezayir, yalnızca haritalarda uzak bir ülke olmaktan çıkmıştı. Burada, Ege’nin serin esintili topraklarında, torunlarımın isminde, düğünlerimizin şarkısında ve köylülerin yüreğinde yaşıyor.

Ben Cezayirli Hasan… Geçmişimi kaybettim belki ama burada yeni bir tarih yazdım. Çünkü bazı yerler, bedenin değil, ruhun memleketidir. Ve ben ruhumla hâlâ Cezayirliyim, bedenen de Türküm...

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?