Tarihten günümüze kalan bazı şahsiyetlere öfke doludur içimiz. Adlarını duyunca yüzünüz buruşur hemen. Nemrut onlardan biridir. Hazreti İbrahim’in tevhid çağrısına hep itiraz etmiştir. Hep inat etmiştir doğru söze ve doğru yola karşı. İbrahim Peygamberin kıssasını her duydukça Nemrut'a öfkemiz artar. Bu hikayede hep hazreti İbrahim’i tutarız. Öyle ki onun ateşine bir damla su taşıyan karıncayı göklere çıkarırız. Çünkü Allah’a inanıyor, onun yerin ve göğün yaratıcısı olduğunu tasdik ediyoruzdur.
Bizden yüzyıllar önce yaşanmış olayın parodisi her dem içimizde tekrarlanıp duruyor aslında. “Haydi felaha” diyen ezan sesine bihaber kalıyorsa kulaklar, içinizdeki Nemrudun sesi İbrahim’i bastırmış demektir. Namazsız geçen her vakit için içimizdeki İbrahim’i ateşe atıyoruz demektir. Dışarıdan hikâyesini dinlerken Hazreti İbrahim’e destek olmak kolay. İçerdekinin yanında olabiliyor muyuz, onun sesini duyabiliyor muyuz?
Mekkelilere Peygamber Efendimiz İslam’ı kabul etmelerini söylediğinde onlar Allah’ı hiç tanımıyor değildi. Yağmuru yağdıran, rüzgârı estiren, onları yaratan bir yaratıcı olduğunu biliyorlardı. O yaratıcının toplumsal, ailevi, hukuki işlerine karışmasını istemiyorlardı. Zina, faiz, kölelik gibi çıkarlarına uygun inşa ettikleri toplumsal, ekonomik ve ahlaki yapı sürsün istiyorlardı. Kimseye hesap vermek istemiyorlardı. Cahiliye dediğimiz bu toplumda hele de kız çocuklarının toprağa diri diri gömüldüğünü duyan bizler hemen bunu yapanlara karşı cephe alıyoruz. Ebu cehilleri, ebu lehepleri lanetle anıyoruz. Peşinen Peygamberimizin, Hz. Zeyd'in, Hz. Ali'nin, Hz. Ebubekir'in safına geçiyoruz. İş namaz kılmaya gelince onlarla aynı safta durmuyoruz. İnandık deyip de inançlarını bir sandıkta saklamadı sahabeler. Namazla dışa vurdular bunu ilk.
Hazreti Yusuf’un kıssasında bütün başına gelenlerden sonra Mısır'a sultan olunca sağ kolu olarak kendimizi atıyoruz. Hazreti Yusuf’un “haydi gel” diyen Züleyha'ya karşı “Ben Allah’a sığınırım.” dediğini, ondan yüz çevirdiğini biliyoruz. İçimizdeki züleyhaların tüm “gel” deyişlerini ise memnuniyetle karşılıyoruz. Haydi gezelim, tamam. Haydi yiyelim, tamam. Hadi eğlenelim, tamam… Tamam dedikçe zindandaki süresi uzuyor Yusuf’un. Haydi felaha diyen sesi duymak istiyor içimizdeki Yusuf. Zindandan sultanlığa giden yol namazdan geçiyor.
Hazreti Musa’nın hikayesini dinleyince onunla beraber Kızıldeniz’in kıyısına kadar geliyoruz. Arkada firavun ve askerleri, önde akan nehir… Hazreti Musa ve inananlarla aynı tedirginliği yaşıyoruz. Ne olacak şimdi? Hazreti Musa’ya asasını denize vurması emredilince merak içindeyiz. O asa denize değmeden de Allah o suyu ikiye yarma kudretine sahiptir ancak peygamber de olsa kula düşen bir gayret, bir çaba olması gerek ortada. Bizim yere vuracağız asamız da kılacağımız namazlardır. Namazla açılacak kapıları, yağan rahmeti, alacağımız yolları idrak edemeyebiliriz. Hazreti Musa’ya inananlardan kaç tanesi tahmin etmiştir suyun yarılıp da oradan yol bulup geçeceklerini?
Bu dünyada bazı şeyler soyut kalıyor. Somut halini ahrette fark edeceğiz. Bu bilgisayarda yaptığımız işlemler gibi. Yazılar, şekiller, renkler ekranda sadece görüntüden ibaretken yazıcıdan çıkınca kâğıtta somut olarak elimize geliyor. Namaz da bir bakıma böyledir. Birbirini takip eden hareketler ve okuyuşlardan ibarettir. Değeri, kıymeti tam olarak ahrette belli olacak.
Şimdi içimizdeki nemrutlara, firavunlara dur deme zamanı. Şimdi namazla tüm Peygamberlere uyarak, onlara hak verme zamanı. Şimdi haydi felaha diyen ezanı duyma zamanı.