Kör Metal

27-06-2022

Uykuda baskın yiyen talihsiz bir komutanın… Kaybetmesi kaçınılmaz bir savaşı sırf onuru için vermesinden farksızdı şu anki durumu. Yarım saatlik ölüm kalım mücadelesi, yirmi dört yıllık meşakkatli yükünü taşımaktan mustarip cılız bacaklarına fatura edilmişti yine. Sahip olduğu bütün uzuvları artık yanlış bir bedene ait olduğunun o kadar farkındaydı ki… Dört yıl boyunca kendisine dünyanın en ağır elementi olarak osmiyumu boşuna öğretmişlerdi. Dünyanın en ağır yükü, bizzat taşımakla mükellef olduğu, kendisiydi.

Teslim bayrağını zavallı dizleri çekti ilkin. İki bitkin külçe halinde çullandılar birbiri ardına taşların üzerine. Yarım saatlik meydan muharebesinin mağlubu olan uyduruk bir pazar kotu, yırtık yerlerinden kızıl renkte ağlıyordu. Üzerinde en son ne zaman yıkandığını bilmeyen ve her gün giyilmekten ilk rengini kendi de unutan bahtsız bir gömlek… Bayat ekmekler gibi lime lime ufalanan eller, boğum boğum doğranan parmaklar… Günlerdir bir damla suya hasret, keçeleşmiş saçlar ve onun emrindeki sakal yığını… Bunca berduşluğun, hırpaniliğin ortasında, yıllar önceki saadetinin belki de son mirasçısı olarak ışıldayan çakır bakışlar!..

Sol böğründe birkaç dakika önce derin bir sancıyla doğurduğu yarasına bile alışmıştı. “Yaram yârimdir” kavlinden, basmıştı böğrüne. Canının yangısı yerini garip bir hazza terk etmişti.

Andan uzaklara yitti şimdi. İri gözlerinin önü sislendi birden: İşte… Anadolu’nun ücra bir kasabasından ortalama bir kesit. Ardında müsveddeler gibi cömertçe karalayıp bıraktığı yıllar, önünde temize çekeceği 365’lik iyi kalite A4 topları. Burnunun ucunda kirli beyaz bir sürü rutini… Biteviye ertelediği umutlarını, hayallerini, yarınlarını yedeğindeki çıkınına sarmış… Koltuğundaki sıcaklığa aşina olan, sahibinin bile unuttuğu emanet bir roman… Cebindeki çakıdan daha keskin düşleriyle kimi kaderini kiminde kederini yontan bıçkın bir delikanlı!

O şartlardaki hemen her gencin başına zoraki bir taç olarak takılan “klasik kader” ve onun çemberini ilim çeliğine vurup parçalama sevdası bağrına ta ilkokul sıralarında düşmüştü. Nerde bir madeni bir parça bulsa eline alır, saatlerce inceler; güneşe tutunca çakır gözleriyle yarış halinde parlayana kadar uğraşırdı eski bir bakır parayı…

Göz yumdu orta, açtı lise… İlle fakülte tasası. Yavrusunun imtihanı için seccadelere sabaha dek göz nuru akıtan dertli bir ananın… Hepi topu iki evlek tarlanın içini dışını sağıp sıkan umarsız bir babanın can yongası, Memet!..

Biz yokluğa yazgılıyız, nikâhımız burayla kıyılmış ezelden oğul. Şu bomboz akıp giden tarlayı sürecek mazota zam gelmişse, gene döner elimle bellerim. Ürüne saçacak gübrem yok belki. Az çıkarır, az yerim. Sen koy git bizi buralara oğul… Git kendini kurtar. Sıyrıl şu sefil hayattan!..

Bahtıyla göbekten bağlı babasının ateş atan sözlerinin üstüne, günlerce gecelerce zikir gibi sabırla çekilen zehirli akrepler, zamanı tersine kovan çubuklar… Kederlerce hedef tahtasına oturtulan anasının süt beyaz yemenisindeki mukaddes koku kadar genzine çekti gelen muştuyu. Atasının akşam bütün işi bitirip de tarladan dönünce içtiği demli çayı tutan nasırlı parmakları gibi öpüp şerefle başına koydu “İstanbul Maden Mühendisliği” müjdesini Memet.

Gözlerini yollara döke saça gitti Memet. Yanağını ıslatan damlalar sanki ciğerlerinden kan olup sızıyordu. İlk kez çıktığı şehrinin dışında gördüğü her bir kare, hafızasına gagalayarak monteleniyordu. Yumak yumak sardığı yollar yedi tepeli şehre attı onu nihayet.

İstanbul’u Fetih Marşı’ndan tanıyordu Memet. Lisede Özkan Hocasının yere göğe sığmaz bir coşkunlukla söylettiği… İstanbul’du bu. Peygamber’in müjdesi, Fatih’in övüncü... Osmanlının asırlarca üç kıtaya vurulan mührünü gururla taşımıştı. Şimdi oyunu oynaşı bırakıp yeni fetihler yapacak yaşta olmanın hakkını vereceklerdi her biri kalemiyle.

Dört yılda cüzdanı ve cebini çok az kullanmak zorunda kalan eller... Yırtma lüksü olmadığı ayakkabılarını tedirgince kullanan ayaklar… Ömrünün en güzel çağında şık giyinen onca ışıltılı yüzden köşe bucak kaçan hep aynı tişört ve pantolonlardaki utanç!.. Akşama kadar hangi saatte yeneceğine bazen karar verilemeyen, aynı mideden bıkkın bir simit… Çakır gözlerine ilişen ilk sevda, yüreğe düşen ilk ateş… Çok sevildiğini asla bilmeyecek endamlı hatun… Şu anda oturduğu kafede, karşısında kendini hayal bile edemeyecek kadar uzağa düşen sarı saçlar, kor dudaklar!..

İşte!.. Diploması... Eski bir gazete kâğıdı serili masada gecelerce çürüyen emektar dirseklerin… Sabahlara kadar uykusunu halka halka gözaltlarına kilitleyen mor geceler… Türlü çeşit renk ve ağırlıktaki madenlerin ağırlığı altında ezilip pestile dönen vıcık vıcık beyin... Ve acısıyla açlığıyla geride bırakılan dört yılın yorgunluğunu taptaze ışıltısıyla silip atan kuşe kağıda basılı, iç gıcıklayıcı, gurur fışkıran “Maden Mühendisi” yazısı!..

* * *

Sevinci kursağına yapışıyor zamanla. Bu çalınan kaçıncı kapı?...

Uzatma birader, iş yok. Biz deneyimli mühendis arıyoruz!..

İyi de, işe girmeden tecrübe nasıl?!.. (bitirilmeden kesilip atılan söz!..)

Uzatma arkadaş!.. Başka kapıya dedik ya!..

Referansın var mı? (Burası da başka kapı!..)

Referans?.. Anlamadım!?.. (Nedir o? Alınıp satılır bir şey mi?..)

Def ol git ulan! (Karşıdaki kravatlının yüreğine, saatler geçse de işlemiyordu sözler. Duyduğu tangır tungur sesler, bu şehirdekilerin her şeylerinin metalik olduğunu göstermiyor muydu?)

(Def ol mu?!.. Nereye gideyim abi, hem niye?.. Ben bugüne bugün üniversite mezunu bir mühendisim!.. Def ol, öyle mi!?.. Bu ülkenin asli evlatları değil miydik vatanı için serden geçen!?.. Çağırır mısın belki bir gün asker lazım olursa!..)

Babasının yüreğinde çınlayan, utangaç kulaklarının aşinası o ses: “Göreyim seni Memed’im. İstanbul’dan böyük adam ol da öyle gel. He mi evladım!..”

İstanbul… Taşı toprağı altın ha!.. Taşları bahtımdan kara, toprakları sütleğen ağulu… Marmara’sının suyu bile müsilajlı, kusmuklu değil mi ha, baba?!..

Hem İstanbul bana bir zamanlar Atam Fatih’ten kalan, uğruna orduların çil çil kubbeler serptiği Türk’ün yadigârı değil miydi?.. Ya şimdi?.. Her gün on binlerce Arap, Afgan, İranlı!.. Her türden adamın hunharca üşüştüğü, bizden olan ne varsa üzerinde cirit atarak tepindiği, yabanıl bir can pazarı!..

* * *

İşte işsiz üçüncü yıla girerken. İçinde özene bezene beslediği son umut kırıntısı da yüreğinin kapısını hızla çarpıp çoktan çıkmış. Kendi mesleğini icra etmenin imkânsızlığıyla giderek küçülen hedefler, garsonluğa, çay ocağı çıraklığına, hamallığa kadar düşüyor zamanla. Nereye baksa Arapça tabelalar, hangi kapıya gitse yarı açlığa veya tokluğa talim ettiren zorba iş sahipleri… Kendi toprağında alın teri dökmene bile fırsat vermeyen ve sağdan sola yayılan ayrık otları!..Her yerdeler!..

Onlarla tanıştığı ilk gün. Türk zannederek gittiği mezbeleliklerinde yediği kalleş yumrukla, gözü korksun diye, hiç sebepsiz yere yerinden sökülen ilk diş… Surda yüzyıllar önce Ulubatlı Hasan’ın açtığı gedik Memed’in ağzında beliren kara, mahcup, öfkeli boşluğa benziyor muydu acaba?.. Fatih’in rövanşını asırlar sonra kim, kimin adına alıyor, şimdi kahpe rüzgarlarher yandan eserken?!.. Beş buçuk asır sonra, iki Mehmet arasında şahit olunan, nasıl bir fetihti bu savaşsız, silahsız, akın akın?..

İçmiyorum abi!..

Yak ulan!.. Yanımızdaysan içeceksin!.. (Arapça küfürler… Acemi parmakları kafa yapan cigarayı pörsük dudaklarına götürüyor. Alınan ilk nefes!..) Bundan böyle beraber takılacağız. Beleşten ekmek yok. Anladın mı?..

Nefesinin tıkanmasıyla birlikte, anılardan yine acı gerçeğe düştü… Böğründeki sızı onu daha fazla yokluyor artık. Karşısındaki mahlûk kör bıçağı daha bir saplıyor. Bıçağı, kör bıçağı ha?!.. Hangi madenden yapıldı acaba?.. Hem de benim ülkemde… Kendi silahıyla vurulmanın acısı daha beter yakıyor babam!.. Ben yıllar öncesinde bir maden aşkıyla buraya gelmekle o bıçağı kendime saplamadım mı zaten Raşid?!..

(Yarı Türkçe yarı Arapça küfürler püskürüyor etrafı tüylerle çevrili kirli sarı dişlerinin arasından. Kuduz dudaklarının kıyısından sıçrayan iğrenç tükürük parçaları… Anlamsız, yüzsüz bir yüz!..)

Yine daldı… Bir başka sahne… Birkaç ay öncesi.

Yok mu kimsen? Ne iş yaparsın?

Mühendisim. Maden mühendisi.

Ne? Mühendis mi? O zaman ben de Kral Zayed Al Nahyan’ım! Duydun mu Raşid! Mühendismiş!..

Kimi kandırıyorsun oğlum?!.. Ne işin var gece yarısı bu izbe çöplükte. Hem bizi Suriye’ye geri kovarsınız. Hem de dara düşünce yaltaklanırsınız. Ulan ne alçak milletsiniz siz!..

—Yok abi, Arap olduğunuzu bilmiyordum. Peşimdeler. Dövecekler. Çaresiz kaldım, size kaçtım!

—Bana ne! Gebertsinler!

İş bulamadım abi. Kaç kapıda yarı tok çalıştım. Paramı bile vermediler. Edemedim, üç tekerli araba aldım borçla. Simit sattım. Onu da zorla elimden aldılar.

— Senin gibi kimsesiz sünepeyi kim sallar oğlum bu alemde?! Dayın yoksa işin yaş!.. Bırak şimdi madeni. Bak burada başka madenler var. Kimi yutulur, kimi burundan çekilir, kimi damardan!..

Valla anlamam ben bunlardan abi!.. Kaç zamandır işsizim!.. Açım!..

—Demek kimsen yok. Garibansın ha!.. Ne halt etmeye üniversite okudun oğlum dört yıl enayi gibi!.. Ulan şu işe bak. Allah’ın Türkü sığınmacılara sığınıyor artık!..

Üşüyorum abi!..

* * *

Gecenin köründe iliklerine dek esen deli yelle, daldığı geçmişten silkindi yine. Anasının rahminden ayrıldığından beri gün yüzünü göremeden sürüklediği vücudu, artık toprağa düştü… Nefesi kesildi. Cığıl cığıl kan boşalan böğründeki yangı, ruhunu da demir tırnaklarıyla söküyordu bedeninden ağır ağır.

Yine bir baygınlık… Hayatının belki de son dönemecini yeniden yaşıyordu şimdi… Zonklayan hafızası artık kırış kırış olsa da, bu sahne tüm canlılığıyla son kez gösterimdeydi:

Ben senin üç tekerli simit satma aracını Samir’in çetesinden kurtardım. Bunun karşılığında sen de bana boynundaki şu gümüş kolyeyi vereceksin! (Vahşi bir elin kıl fışkıran hoyrat parmakları bir çırpıda söküp alıyor Memed’in köyüyle son bağını… Öyle ki onun vücuduna hayatî sıvıyı, göğsündeki et değil, bu gümüş kalp pompalıyordu yıllardır.)

Asla olmaz Raşid! Vermem! O kolyenin içinde anamla babamın fotoğrafı var.

Bir başkasının yurduna çöken, yangında ilk kurtaracak kadar mukaddes saydığı hatırasına el uzatmaktan mı çekinecek?! Boynundan kopan, canından azizi bildiği kolyeyi yerden bir hışımla kapıyor. Kör bir metalin böğrüne saplanışı, “Bırak!” nidasını boğazına düğümlüyor!.. Sonra yine, sonra yine…

Artık kanı kaçmaya, perde perde solarak kül rengine dönmeye başlayan simasına eşlik eden yarı aralık gözleri, öldü sanıp firar eden insan müsveddelerini takip dahi etmiyor. Böyle biteceğini hiç düşünmediği, ancak misafirliğinin dolmak üzere olduğunu çok iyi anladığı bu saatlerde… Düştüğü yerde bile son damlası tükenen takatıyla sımsıkı yumruk yaptığı sağ avucunun içinde son kez okşuyor ana ve babasını… (Öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmak ne demekti baba?!..) Kanlı, çatlamış, toza toprağa bulanmış, buruşuk dudağının kıyısına belli belirsiz konan kırık dökük bir tebessüm. Hırlayan gırtlağından son kez çıkan zoraki sesler: “Anam babam iyi ki bilmeyecek.”

Bu izbe yerde, insan adlı canlılarla birlikte adeta kaderin bile unuttuğu bu viranede, büyücek bir taşın altında, mavi dosya içinde özene bezene sakladığı Maden Mühendisi diplomasıyla birlikte yıllar önce köyünden cebinde getirdiği anıları, hayalleri, umutları; bedeniyle birlikte sessizce çürürken o, anasının ve babasının gözünde bir bilinmezliğe yuvarlanacak. Ama olsun. Varsın ona “İstanbul’da büyük adam oldu, bizi terk etti!..” desinler. Amma bir şeyi bilmesinler: Oğuz Atay’ın deyimiyle bir “Tutunamayan” olduğunu…

Şafakla birlikte, koskoca umutların katledilişini, taşını bile kırpmadan izleyen bu utanmaz harabenin, delik deşiklerinden sızan ölgün güneş huzmeleri, cesedin yanındaki çamurlaşmış kızıl çukuru aydınlatıyordu… Fakat, manen epey kuvvetli birçok göğüsten, yurdun dört bir yanında korkusuz mısralar, gür bir sesle arşa doğru yükselmeye devam edecekti: “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..”

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?